Konu Başlığı: Milli Egemenlik ve Çobanın Oyu Gönderen: Zehibe üzerinde 26 Ağustos 2011, 16:17:13 Dünya Hali Mayıs 2008 113.SAYI Halil AKGÜN kaleme aldı, DÜNYA HALİ bölümünde yayınlandı. Milli Egemenlik ve Çobanın Oyu Sonunda Beyaz Türklerimizin en beyazlarından biri baklayı ağzından çıkardı: Bir manken arkadaşımız, kendi oyuyla dağdaki çobanın oyunun aynı değerde olmasını anlamakta zorlanıyormuş. Daha doğrusu bunu hazmedemiyormuş. İfadesinden bu anlaşılıyor. Bu söz, bütün Cumhuriyet elitlerinin ruh halini ele veriyor. Onlar yıllarca bu devletin ve milletin tek sahibi, tek efendisi oldular. “Köylü milletin efendisidir” dediler ama bunun “aslında efendi biziz; herkes bizim hizmetçimiz” manasına geldiğini herkes biliyor. Devleti yönetmek, eğitim, sağlık, siyaset, dış politika hakkında laf etmek, kültür üretmek, gelir pastasından adil pay istemek… Bunlar köylünün, çobanın, Haso’yla Memo’nun neyine? Bu işleri yapmak için asil kana sahip olmak lazım. Devlet yönetmek öyle her önüne gelenin işi olabilir mi? Çoban çobanlığını yapacak, efendi efendiliğini. Biz üreteceğiz, onlar yönetecek. “Adalet istiyoruz” diyenlerin başı ezilecek. Onlar aşağılanacak, hor görülecek, masadaki artıklarla yetinecek. Öyle demokrasi, eşitlik, temsil falan gibi laflar edecek olurlarsa “siz rejimi mi değiştirmek istiyorsunuz” diye üzerlerine gidilecek. İrticadan, bölücülükten, düzen bozuculuktan mahkemeye çıkartılacak. Uslanmayanlar hapse atılacak. Ne yapıp edip bunların sesi kesilecek. Memleketi muasır medeniyet seviyesine bir avuç köylü mü ulaştıracak? 23 Nisan her yıl Türkiye’de Uluslararası Çocuk ve Milli Egemenlik Bayramı olarak kutlanıyor. 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi yeni bir başlangıç yapmak için açılmış ve genç Türkiye Cumhuriyeti’nin en temel kurumu ilan edilmişti. Sonraki yıllarda ne oldu? Meclis tek parti iktidarının, keyfi politikaların, elitist siyasetin, adam kayırmanın, devlet pastasını yandaşlara dağıtmanın aracı haline geldi. Devletin başka kurumları öne çıkartılırken, Meclisin itibarı, güvenilirliği özel bir çabayla yıpratıldı. Sivillerin tamamının güvenilmez, sahtekâr, ihale peşinde koşan adamlar olduğu propagandası yapıldı. Şüphesiz bu profile uyan pek çok sivil siyasetçi, milletvekili, bakan geldi geçti Meclis’in sıralarından. Ama bizim atanmışlar bürokrasimiz çok mu temiz? Diğer kurumlar sütten çıkmış ak kaşık mı? Oralarda hiç yolsuzluk, adam kayırma, haksızlık olmuyor mu? Bürokrasideki ataletin, verimsizliğin, iş bilmezliğin hiç mi hesap verilecek yanı yok? Bugün egemenlik kavramını yeniden tartışıyor Türkiye. “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” ve “Adalet mülkün temelidir” ilkeleri üzerine kurulu Cumhuriyet rejimini birileri kendi dar dünya görüşleri, elit ilişkileri, küçük çıkarları, imtiyazları için kullanıyor. Millete, onun değerlerine, dinine, diline, kültürüne, tarihine ait ne varsa bunların Mecliste, devlette, kurumlarda, eğitimde, kültür politikalarında bir karşılığının olmaması için her tür tedbir alınıyor. Bu nasıl bir halk hakimiyeti diye sorması gerekiyor insanın. Milleti karşısına almış bir zihniyet, hakimiyeti kayıtsız şartsız millete verir mi? Sessiz Tsunami: Gıda Krizi Küresel çaplı bir gıda krizi yaşanıyor. Gıda fiyatlarındaki artış Mısır’dan Latin Amerika’ya bütün dünyada kaygı uyandırıyor. Dar gelirli vatandaşlar sokaklara dökülüyor. Çünkü gıda fiyatlarındaki artıştan en fazla onlar etkileniyor. Büyük karteller, uluslararası şirketler spekülatif hamlelerle kârlarını azami düzeye çıkartıyorlar. Ama dünyada yaklaşık bir milyar insan, günde bir dolar ile geçiniyor. Daha doğrusu yaşam mücadelesi veriyor. Kriz Türkiye’yi de vurdu ve artış pirinç fiyatlarıyla başladı. Fakat diğer gıda kalemlerinde de artışlar var. Zaten bir müddettir devam eden ekonomideki yavaşlama, Adalet ve Kalkınma Partisi aleyhindeki kapatma davasıyla beraber piyasaları da büyük bir belirsizliğe itti. Oysa ekonomik performans, geleceğin öngörülebilir olmasına bağlı. Önünü görmeyen hiçbir iş adamı, yerli olsun yabancı olsun, yatırım yapmak istemez. Dünya çapındaki gıda krizini The Economist dergisi “Sessiz Tsunami” başlığıyla verdi. Yerinde bir ifade. Zira gıda krizi, daha büyük bir ekonomik daralmanın ve belki büyük bir krizin habercisi. Zengin ülkeler dünyada böyle bir kriz yokmuş gibi hareket ederlerse, sonunda kriz onları da vuracak. Çünkü küresel ekonomide artık her şey birbirine bağlı. Mısırlı yahut Endonezyalı işçinin karnına iki lokma gıda girmediği zaman bundan Avrupa ve Amerika da etkilenir. Çünkü bu büyük ekonomiler son tahlilde Çin, Hindistan, Endonezya, Brezilya gibi nüfusu büyük, iş gücü ucuz ülkelerin yaptığı üretime bağlı. Economist dergisi bir noktaya daha dikkat çekiyor: Ucuz gıda devri bitti. Yani bundan sonra insanlar iki lokma ekmek için daha fazla çalışacaklar. Ya da devletler ve küresel şirketler, daha adil bir ekonomik düzen kurmak için kolları sıvayacaklar. Tsunami geldiğinde zengin ile fakir arasında ayrım yapmaz. Bayburt Muasır Medeniyet Seviyesine Ulaştı! Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Bayburt’ta bir konser verince o ünlü sözü tekrar hatırladık: “Bayburt Bayburt olalı böyle bir zulüm görmedi”. Rivayete göre bir klasik Batı müziği konserinden sonra Bayburtlu vatandaş söylemiş bu sözü. O gün bugündür herkes bu zulmün ne menem bir şey olduğunu anlamaya çalışıyor. Müzik nasıl zulüm olur? Hele Batı müziği? Bu nasıl bir yobazlık, gericiliktir böyle! Yüzlerce yıllık müzik geleneğine sahip bir milletin Batı müziğine bir türlü ısınamaması bu milletin karakteri hakkında bir şeyler söylüyor olsa gerek. Ama kulak veren var mı? “Ah bu yobaz köylüler” diye hayıflananlar biraz yakından dinleseler Bayburt’tan Muğla’ya, Sivas’tan Trabzon’a, Manisa’dan Erzurum’a ne muhteşem tınıların, melodilerin, yakarışların olduğunu duyacaklar. Birileri Batı müziğini tepeden inmeci bir modernleşme projesinin parçası olarak empoze etmeseydi, Mozart’ın, Beethoven’ın, Bach’ın Türkiye’de belki daha fazla dinleyicisi olurdu bugün. Bayburt Konseri bu defa öyle olmamış. Salon tıka basa doluymuş. Bayburtlular isimlerini temizlemişler. Beethoven’ın eserleri çalınırken vecd haline geçip “aha biz de moderin olduk” diye pozlar vermişler. Böylece Bayburt muasır medeniyet seviyesine –biraz gecikmeli de olsa– ulaşmış. Böylece çarpık modernleşme tarihimize bir altın sayfa daha eklenmiş oldu. Kim Kimi Kullanıyor? Yıllardır sorarlar: Amerika mı İsrail’i kullanıyor, İsrail mi Amerika’yı? Basına düşen yeni bir casusluk olayı bu soruyu tekrar gündeme getirdi. Ben-Ami Kadish adında 84 yaşında bir Amerikalı Yahudi’nin uzun menzilli silahlar hakkında İsrail’e gizli bilgiler verdiği ortaya çıktı. Buna benzer pek çok olay yaşandı ama kimse hatırlamıyor. Daha doğrusu birileri bunların hatırlanmasını istemiyor. Bundan yaklaşık yirmi yıl önce Jonathan Jay Pollard adlı Amerikalı Yahudi’nin de binlerce sayfalık gizli belgeleri İsrail’e verdiği ortaya çıkartılmıştı. İsrail devleti önce bu iddiaları yalanladı ve Pollard ile bir ilişkisinin olmadığını söyledi. Araştırma sonucunda Pollard 1987 yılında casusluk yapmaktan ömür boyu hapse mahkum edildi. Herkes olayın burada bittiğini sandı. İsrail devleti 1998 yılında Pollard’ın bir İsrail ajanı olarak çalıştığını itiraf etti ve Pollard’a aynı yıl İsrail vatandaşlığı verdi. Neden? Casusunu korumak için. Hem suçlu, hem güçlü olduğuna hiç bakmadan! Şimdi de 84 yaşında Ben-Ami Kadish ortaya çıktı. Bunlar işin bilinen yüzü. Ya bilinmeyen, ortaya çıkartılmayan, bilinip de açıklanmayan casusluklar, gizli ilişkiler? Bunları ne zaman öğreneceğiz? İsrail’in bu tavrını bir başka ülke gösterseydi, herhalde Amerika o ülkeyle savaş noktasına gelirdi. İsrail olunca akan sular duruluyor. Çünkü İsrail olunca demokrasiden ulusal güvenliğe, nükleer silahlanmadan yargıya kadar her şey askıya alınıyor. Bütün bunlara bakınca kimin kimi kullandığı sanki biraz netleşiyor gibi. Bunu da mı Duyacaktık Demeyin Türkiye öyle ilginç bir ülke ki “yok canım artık daha neler” diyebileceğiniz bir şey yok memlekette. Son olarak bir CHP’linin “başörtüsü Nazi gömleğinden farksız” sözü gündeme geldi. Amerikalı bir gazeteciye verdiği demeçte CHP’li yönetici “Başörtüsü bir baskı sembolü; tıpkı Nazilerin gömleği gibi..” mealinde bir açıklama yapmış. Aynı kişi “Başörtüsünü Nazilerle eşit mi tutuyorsunuz?” sorusuna da “Evet; tabi ki..” demiş. Haber, Türk gazetelerine yansıyınca CHP’li kişi haberi yalanladı ve “Yazar kendi görüşlerini benim görüşüm gibi vermiş.” dedi. Bunun üzerine Amerikalı gazeteci mülakatın ses kaydını yayımladı. Ve tahmin edeceğiniz gibi o sözlerin aynen söylendiği tescil edildi. Türkiye’den birileri Amerikalılara konuşunca demek ki başörtüsü bir Nazi sembolüyle eşit hale geliyor. Yani bizim annelerimizin, eşlerimizin, kız kardeşlerimizin örtüsü, masum insanları hunharca katleden Nazi ideolojisiyle aynı değerde! En az Nazilik kadar insanlık dışı, baskıcı, cani bir şey! Dini, dili, siyasi kimliği, dünya görüşü, yaşam tarzı ne olursa olsun, bu topraklarda doğup büyümüş birisi nasıl böyle bir laf edebilir? Bunun ardından ne gelecek? Alnı secdeye varan insanların doğuştan katil olduğu mu? Camiye gidenlerin intihar saldırganı olduğu mu? Oruç tutanların sadist olduğu mu? Bu nasıl bir zihniyet çarpıklığı, nasıl bir ahlâkî çöküştür? Kısa Kısa Ünlü Fizikçi Stephen Hawking, evrende yalnız olmadığımızı söylemiş. Hawking’e göre eğer bizim dışımızda başka canlılar varsa ve bunlar dünyaya sinyal gönderecek kadar zeki ise, aynı zamanda bizi nükleer silahlarla vurabilecek kapasiteye de sahip olabilirler. Bu uzaylılar neden hep dünyayı vurmak, ele geçirmek isterler anlamış değilim. Bunların hiç iyi, hayırsever, barışçıl olanı yok mu? Amerikalıların uzaylılar tarafından vurulmak gibi bir paranoyası hep var olageldi. Hawking gibi bir bilim adamının “Uzaylıların nükleer saldırısına uğrayabiliriz.” demesi, Amerika’nın nükleer silah takıntısından ne kadar bağımsız ele alınabilir acaba? *** TRT’de 200 tane müdür varmış. Şaşırdınız mı? Peki TRT’de kaç kişi çalışıyor? 8 bin kişi. Sekiz bin kişiye 200 müdür çok sayılmaz. Ama devletin bile olsa bir televizyonda 8 bin kişi birazın da ötesinde fazlasıyla fazla galiba! İşi bilenler ve yetkililer infial ediyor: Bu kadroyla 4 değil, 40 kanal yönetilir. Biz 40’tan vazgeçtik. TRT elindeki kanalları düzgün bir şekilde yönetip başarılı yayıncılık yapsa yeter. Fakat Türkiye’deki kural şu: Devlet iş yapmak için adam almaz. Adam almak için kurum kurar ve işe adam alır. *** Çin Komünist Hükümeti, Çinlilere yurtseverlik dersleri veriyor. Tibet’teki Hükümet karşıtı ve bağımsızlık yanlısı gösterilerin ardından böyle bir karar alınmış. Kampanyada Çinli vatandaşlara Dalai Lama’nın ne kadar kötü biri olduğu, Komünist hükümetin ise ne kadar büyük bir nimet olduğu anlatılacak. Bir milyarlık Çin halkı da bunu yutacak! Komünistlerin halk içinden geldiğini sanırdık. Demek ki onlar da elli sene devlet yönetince devletçi olup çıkmışlar. *** Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliğinin verdiği bilgiye göre, bugün dünyada 26 milyon mülteci bulunuyor. En fazla mülteci veren ilk üç ülke Irak, Sudan ve Kolombiya. Evlerinden, yurtlarından, ailelerinden kopartılmış milyonlarca insan... Bu kadar çok insanın dünyanın dört bir tarafına dağılmış olması gerçekten bir insanlık dramı. Bu mültecilerin büyük bir bölümünün müslüman ülkelerinden gelmesi de ayrıca üzüntü verici. İşgaller, savaşlar, açlık, iç çatışmalar, terör derken İslâm dünyası milyonlarca insanını kaybediyor. Sadece Irak’ta dört milyon insan evlerinden edilmiş durumda. Bu neticeden hepimiz sorumlu değil miyiz? |