๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Dünya Hali => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 18 Ağustos 2011, 18:42:37



Konu Başlığı: Medeniyetler İttifakı İçin Önce Medeniyet Lazım
Gönderen: Zehibe üzerinde 18 Ağustos 2011, 18:42:37
Dünya Hali


Mayıs 2009 125.SAYI


Halil AKGÜN kaleme aldı, DÜNYA HALİ bölümünde yayınlandı.

Medeniyetler İttifakı İçin Önce Medeniyet Lazım

Birleşmiş Milletler çatısı altında yapılan Medeniyetler İttifakı’nın ikinci resmi toplantısı İstanbul’da yapıldı. Obama ziyaretinin biraz gölgesinde kalan toplantı pek çok siyasi lideri, resmi görevliyi, sivil toplum temsilcisını, aydın ve yazarı bir araya getirdi. Türkiye ile İspanya’nın eş başkanlığını yaptığı İttifak, medeniyetler çatışması tezine karşı kültürler ve medeniyetler arasında ittifakı, uzlaşmayı ve işbirliğini savunuyor. En azından iddiası bu. Buna bir itirazımız yok. Zira her önüne gelenin çatışma, nefret ve husumet propagandası yapması sağlıklı bir durum değil.

Fakat sorun şu: Ortada ittifak yapacak ne kültür kaldı ne de medeniyet. Modern kapitalizm, küreselleşmenin de omuz vermesiyle bütün dünyayı tekdüzeleştiriyor. Herkes ileri sanayi toplumlarına ve hassaten Amerikaya benzemek için seferber olmuş durumda. Mesela Türkiye’nin genel akımların dışında kendine has bir kültür ve medeniyet politikası var mı? Yahut şöyle soralım: Biz medeniyet ittifakına hangi medeniyet adına ve hangi iddiayla katılıyoruz? Tüketim kültürü ve küresel lümpenleşme, bütün toplumların kültür ve medeniyet iddiasını fiilen anlamsız hale getiriyor.

Türkiye’de yeni ve sağlıklı bir kültür, kimlik ve medeniyet tartışması başlatmanın zamanı geldi. Türkiye 21.nci yüzyılda iddia sahibi bir toplum ve bölgesel bir lider olacaksa bunun yolu “ben kimim?” sorusuna doğru ve güçlü bir cevap vermekten geçiyor.

Öte yandan Medeniyetler İttifakı can yakıcı sorunların hasıraltı edilmesi anlamına da gelmemeli. Uzlaşma, barış, ittifak adına ekonomik adaletsizliği, zulmü, savaşı, ayrımcılığı, Batı-merkezciliğini görmezden geleceksek, bunun kimseye faydası olmayacaktır.

Savaş yerine barıştan bahsedelim. Düşmanlık yerine dostluk aşılayalım. Nefretin yerine sevgiyi ekelim. Ama somut ve gerçek sorunların üzerine de cesaretle gidelim. En büyük ordulara hangi ülkelerin sahip olduğunu, Batılı ülkelerin İslâm toplumlarını nasıl işgal ettiğini, mesela sadece Irak’ta bir milyondan fazla insanın öldüğünü konuşalım. Bunların bir daha yaşanmaması için projeler geliştirelim, ittifaklar kuralım. Aksi halde ortada ne medeniyet kalacak, ne de ittifak yapacak taraf.

Obama’nın Türkiye Ziyareti


Amerikan Başkanı Barack Hüseyin Obama, 6-7 Nisan tarihlerinde Türkiye’yi ziyaret etti. Obama’nın iki günlük ziyaret ve temasları an be an takip edildi. Meclis’te yaptıği konuşma hemen bütün televizyon kanalları tarafından canlı verildi. Ne dediği, ne yaptığı, kimlerle görüştüğü, hatta jest ve mimikleri yazıldı, çizildi, konuşuldu.

George Bush felaketinden sonra Obama gibi bir başkanın bütün dünyada ilgi ve heyecan uyandırmasını normal karşılamak lazım. Fakat liderlik, maddi güç kadar bir algı meselesidir. Amerikayı “süper güç” yapan sadece sahip olduğu ekonomik ve askerî güç değil, aynı zamanda onun herkes tarafından böyle algılanmasıdır. Japonya Amerika’dan sonra dünyanın en büyük ikinci ekonomisine sahip ama kimse bu ülkeye ABD’ye baktığı gibi bakmıyor.

Obama, Amerika’nın “süper güç” algısını besleyen bir lider profili çiziyor. Nitekim Türkiye ziyareti sırasında verdiği mesajlar, Bush yıllarından sonra bu algıyı tekrar güçlendirdi ve Amerikan karşıtı tutumlarda bir iyileşme oldu. Demek ki Türkiye halkı da körü körüne bir Amerikan düşmanı değilmiş.

Dünyadaki itibarını yeniden kazanmak için Amerika’nın Obama gibi bir başkana ihtiyacı vardı. Bizim payımıza düşen hisse şu: Türkiye’yi 21.nci yüzyılda lider ülke yapacak siyasi kültürü kim, nasıl inşa edecek?

Özal’ın Mirası

Rahmetli Turgut Özal aramızdan ayrılalı 16 yıl oldu. 1980’li yıllara damgasını vuran Özal, iniş çıkışlı demokrasi tarihimizin en cesur aktörlerinden biri olarak kabul ediliyor. Özal’ın Türkiye’yi dünyaya açma ve sistemi şeffaflaştırma gayreti, önceki yıllarla kıyaslandığında devrim niteliğinde adımlardı. Ve bu açılımlar sayesinde Türkiye bölgedeki ve dünyadaki konumunu gözden geçirme ve kendine daha özgüvenli bir rol biçme imkanına kavuştu. Özal, aynı zamanda sivil-asker ilişkilerinin de yeniden tanımlandığı bir döneme imza atmıştı.

Fakat Özal yılları siyasi ve kültürel yozlaşmanın da yaygınlaştığı bir dönemdi. “Ortadirek” tahlillerinden “benim memurum işini bilir” lafına kadar pek çok sembol söz, bu dönemin ruhunu yansıtan hadiseler olarak hatırlanıyor. Özal’ın Birinci Körfez Savaşında Amerikanın yanında yer alarak savaşı desteklemesi de buruk bir şekilde hafızalarda duruyor.

Fakat hatasıyla sevabıyla Özal yılları, Türk demokrasi tarihinin en heyecanlı ve dinamik yıllarıydı. Bu yüzden cenazesine milyonlar koşmuştu. Bu yüzden halk onu “sivil, dindar ve reformcu” kimliğiyla bağrına basmıştı. Merhum Özal 16 yıl sonra hâlâ zirve bir siyasi kimlik olarak önümüzde duruyor.

NATO Genel Sekreteri


Danimarka eski Başbakanı Anders Fogh Rasmussen, NATO Genel Sekreteri seçildi. Türkiye Rasmussen’in adaylığına önce itiraz etti sonra Obama araya girdi ve Türkiye ikna edildi. Türkiye’nin itirazı iki nedene dayanıyordu: Rasmussen’in Danimarka’daki karikatür krizi (bizce rezaleti) sırasında sergilediği tavır, diğeri de Danimarka’dan Türkiye aleyhtarı yayın yapan bir TV kanalı.

Birinci konu bütün İslâm alemini ilgilendirirken, ikinci konu Türkiye’nin çok hassas bir meselesine taalluk ediyor. Bir takım güvencelerin alındığı ve Türkiye’nin bu şartlarda Rasmussen’in adaylığına onay verdiği ifade ediliyor. Fakat biz ikna olmuş değiliz. Zira Rasmussen’in “Müslümanların hassasiyetlerini anlıyorum...” sözlerine rağmen Hz. Peygamber Efendimize hakaret eden karikatürler, Rasmussen NATO Genel Sekreteri seçildikten birkaç gün sonra kitaplaştırılarak yayımlandı.

Avrupa ülkelerinin Rasmussen gibi sorunlu ve tartışmalı bir figürü NATO Genel Sekreterliğine aday göstermesi, Avrupa’nın siyasi ufkunun ne kadar daraldığını gösteriyor. Fakat asıl acı olan şu: Rasmussen’in adaylığına İslâm dünyasından tek bir ses yükselmedi. Oysa Karikatür krizi sırasında takındığı mütekebbir ve sorumsuz tavrı yüzünden herkesin tepkisini çeken Rasmussen’in bütün İslâm ülkelerinin vetosuyla reddedilmesi gerekirdi. Maalesef İslâm ülkeleri arasında bu düzeyde dahi bir birlik yok.

Ankara’nın ve Türkiye’nin Gündemi


Nisan ayının ortasında açıklanan işsizlik oranları, Türkiye’nin gerçek gündemini ortaya koydu: İşsizlik. Ankaradakiler devlet, bürokrasi, makam, oy, seçim, mevzuat, vs. kavgası yaparken, vatandaşın gerçek gündeminde giderek artan işsizlik ve yoksulluk var.

Küresel ekonomik kriz, bütün ülkeler gibi Türkiye’yi de vurdu ve bu en somut şekilde işsizlik olarak ortaya çıktı. Türkiye’nin üretim alanındaki yapısal sorunları, Türk ekonomisini bu tür darbelere karşı korumasız hale getiriyor. Kalifiye eleman eksikliği, üretimdeki düşüklük, sektörler arasındaki uyumsuzluk, üniversite-sanayi ilişkilerindeki çarpıklık, kolay ve spekülatif yollardan para kazanma arzusu ve daha bunun gibi pek çok yapısal sorun, ekonomik büyüme ile gelişme arasındaki mesafeyi açıyor.

Ekonomik göstergelerin büyümesi, illâ da bir ekonominin gelişmesi anlamına gelmiyor. Temel altyapı yatırımlarını yapmamış, kalifiye eleman sorununu çözmemiş bir ekonominin rakamsal olarak büyümesi, tek başına o ekonominin güçlü olduğu anlamına gelmiyor. Türk ekonomisi son 24 çeyrekte sürekli büyüdü ama bunun dışardan gelen ekonomik krizi göğüslemek için yeterli olmadığı açıkça ortaya çıktı.

Finans krizi, Türk ekonomisinin kırılgan yapısını anlamamız için iyi bir fırsat olmalı. Hükümetin ve ekonomi aktörlerinin bir an önce sürece müdahale etmesi gerekiyor.

Kısa Kısa


Türk demokrasisinin en büyük paradokslarından biri her zaman sivil-asker ilişkilerinde yaşanır. Bu yıl da öyle oldu ve Genelkurmay Başkanı’nın yaptığı konuşma hararetli bir tartışma başlattı. Türkiyenin en tepedeki askeri, selefleriyle kıyaslandığında son derece açık ve özgürlükçü bir konuşma yaptı. Bu, ordunun zihin dünyasının dönüştüğünü gösteriyor. Fakat demokratik bir ülkede bir Genelkurmay Başkanı’nın devlet başkanı yahut siyasi lider edasıyla ülkenin temel sorunları üzerinde görüş beyan etmesi pek normal bir durum değil. Demokrasimizin olgunlaşması adına bu noktayı da not etmemiz gerekiyor.

***

Türkiye, 29 Mart seçimlerine birkaç gün kala BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu’nu elim bir kazada kaybetti. Türk siyasi tarihinin önemli isimlerinden Yazıcıoğlu, geride kendisini rahmetle anan milyonlar bıraktı. Seçimlerde parlak başarılar elde edemeyen BBP ve lideri Yazıcıoğlu, Türkiye’de her zaman aldığı oydan daha fazla bir özgül ağırlığa sahip oldu. Dürüst, namuslu, mücadeleci, samimi ve vatansever bir siyasi lider olarak bilinen Yazıcıoğlu, siyasi tarihimizde önemli bir iz bırakarak aramızdan ayrıldı. Kendisine Mevlâ’dan rahmet, sevenlerine sabr-ı cemil diliyoruz.

***

Küresel ekonomik kriz, geçtiğimiz ay yapılan G-20 zirvesinde masaya yatırıldı. Dünyanın en büyük ekonomisine sahip 20 ülke lideri krizi konuştu. Evet, şu ana kadar olan bu: Krizi konuşmak... Şimdiye kadar G-20 zirvesinin somut bir yansımasını görmedik. Zaten bu işin kısa vadede çözülmesini beklemek safdillik olur. Kimse adını koymak istemiyor ama sorun özünde ekonomik değil, ahlâkî bir sorun. Bütün bir dünya olarak yaşam tarzımızı ve tüketim alışkınlıklarımızı değiştirmediğimiz müddetçe bu tür krizlerden kurtulmamız mümkün değil. Fakat asıl sorun, “ahlâk” kelimesinin modern siyaset lügatinde yer almaması.

***

Obama’nın İstanbul’da Sultan Ahmet Camii’ni ziyaret etmesi, Amerikadaki muhafazakâr hıristıyanları rahatsız etmiş. Bazı gruplar “Obama Başkan olduktan sonra Kiliseye hiç gitmedi ama camiye gitti!” diye açıklama yaptılar ve Amerikan başkanını protesto ettiler. Birileri bunu “Obama’nın gizli müslüman olduğuna” dair yeni bir delil olarak yorumladılar. Ne diyelim, fanatizmin sınırı yok. Çoğulculuğuyla övünen Amerika’daki bazı grupların bir cami ziyaretini hazmedememesi, medeni bir tavır olmasa gerektir.