๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Dünya Hali => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 21 Ağustos 2011, 09:51:52



Konu Başlığı: Küresel Finans Krizini Nasıl Okumak Lazım?
Gönderen: Zehibe üzerinde 21 Ağustos 2011, 09:51:52
Dünya Hali


Mart 2009 123.SAYI


Halil AKGÜN kaleme aldı, DÜNYA HALİ bölümünde yayınlandı.

Küresel Finans Krizini Nasıl Okumak Lazım?

Küresel finans krizi dünyanın en güçlü ekonomilerini sarsmaya devam ediyor. Yeni Amerikan başkanı Barak Hüseyin Obama, krizi önlemek için 800 milyar dolarlık yeni bir teşvik paketini onayladı. Fakat en iyi durumda bile Amerikan ekonomisinin normale dönmesi en az iki yıl sürecek. Bu süre zarfında yeni bir kriz dalgası gelmezse işler belki normale dönecek. Aksi halde bütün dünyada krizin derinleşmesi mümkün.

Küresel kapitalizm bütün dünya ekonomilerini birbirine bağımlı hale getirdiği için, hiç bir ekonominin bu sürecin dışında kalması mümkün değil. Avrupa ekonomileri şimdiden çatırdamaya başladı. Amerika’daki kadar büyük ve derin olmasa da İngiliz, Alman ve Fransız ekonomileri ciddi sarsıntı geçiriyor. Avrupa’nın büyük ekonomik bir krize girmesi, bütün dünya ekonomisini ve tabii bizi de etkileyecektir. Zira Türkiye’nin en büyük ticaret ortağı Avrupa Birliği.

Krizin etkileri Uzak Doğu Asya’da da görüldü ve dünyanın en büyük otomotiv üreticisi Toyota, tarihinde ilk defa zarar açıkladı. Bu, Japonya yanında Çin ve Hindistan’ın da krizden ciddi bir şekilde etkileneceğini gösteriyor. Çünkü bu büyük ekonomilerin en büyük müşterileri Amerika ve Avrupa pazarları. Buralardaki bir daralma talebi düşürecek, bu ise üretimi azaltacaktır.

Türkiye krizden ne kadar ve nasıl etkilenecek? Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki Türkiye gibi orta ölçekli bir ekonomik gücün küresel krizden etkilenmemesi diye bir durum söz konusu değildir. Çünkü Türk ekonomisi kendi içine kapalı küçük bir ekonomi değil. Dünyayla ithalat ve ihracat yapan her ülke gibi Türk reel sektörü de bu krizden etkilendi, etkileniyor. Nitekim geçen ay açıklanan işsizlik rakamları ve ithalat-ihracat dengesi, krizin etkilerini gösterdiğini teyid ediyor.

Küresel finansal krizin uzun vadeli etkileri ekonominin ötesine geçecek gibi görünüyor. Pek çok batılı gözlemci bir “jeo-politik deprem” yaşadığımızı düşünüyor. Ekonomik rekabet gücündeki değişim, gelişmekte olan orta ölçekli ekonomilerin önünü bir anda açabilir. Tüketim üzerine kurulu bir ekonomiye sahip Amerika gibi toplumların tersine üretim-tüketim dengesini kurabilmiş ülkeler uzun vadede muazzam avantajlar elde edebilir. Elinde sıcak para olan Körfez ülkeleri, dünyanın önde gelen finans kurumlarını, borsalarını adeta satın alabilir.

Fakat bunların hepsinden önemlisi, insanlık bir bütün olarak üretim ve tüketim tarzını gözden geçirebilir. İnanılmaz bir hızla büyüyen dünya ekonomileri refah getirmekten çok, oligarşik azınlıkları zengin ediyor. Dünyadaki fakirlik, salgın hastalıklar, çevre sorunları, küresel ısınma, haksız kazanç, insan ticareti gibi sorunlar her gün biraz daha büyüyor. İnsanın fıtratına aykırı bu üretim-tüketim çılgınlığını artık ne insanlık ne de doğal çevre taşıyabiliyor. Belki bu kriz biraz yavaşlamamıza ve bazı temel şeyleri gözden geçirmemize vesile olur.

İsrail Seçimlerinin Mağlubu Yok


Geçtiğimiz ay İsrail’de yapılan seçimlerin mağlubu yok zira bütün şahinler seçimden kazançlı çıktılar. Şu andaki dışişleri bakanı ve son Gazze katliamının mimarlarından Livni’nin başında olduğu Kadima Partisi 29 sandalye ile birinci oldu. Fakat şovenist politikalarıyla tanınan Benjamin Netenyahu’nun Likud Partisi, 28 sandalye ile ikinci oldu ve cumhurbaşkanı Peres, hükümeti kurma görevini Netenyahu’ya verdi. Seçimden kazançlı çıkan bir diğer parti, Gazze’ye atom bombası atılmasını savunan faşist ve ırkçı “İsrail Evimiz” partisi oldu.

Bu tablo, İsrail siyasetinin tamamen aşırı sağa kaydığını gösteriyor. Gazze katliamına İsrail halkının % 80’inin destek vermesi zaten bu eğilimin ne kadar güçlü olduğunu gösteriyordu. Bu şu anlama geliyor: İsrail iç siyasetinde başarılı olmak, Filistin kanı dökmekten geçiyor. Ne kadar Filistinli öldürürseniz o kadar yahudi oyu alıyorsunuz.
Bundan sonra Filistinlilerin işi biraz daha zor olacak. Çünkü Netenyahu’nun liderliğindeki bir koalisyon hükümeti, sertlik ve şiddet yanlısı politikaları biraz daha arttıracak ve Filistinlileri provoke etmeye çalışacaktır. Gazze katliamından sonra ciddi bir “halkla ilişkiler” sorunu yaşayan İsrail, kendini yeniden masum ve mağdur göstermek için her tür operasyonu yapacaktır.

Bu oyunu bozacak tek aktör, yine müslümanların kendileri. Arap ve İslâm ülkeleri bir araya gelip Washington’a birazcık baskı yapsalar bütün dengeler değişir. Bu cesaret ve feraseti gösterecek yeni bir Selahaddin Eyyubî çıkar mı dersiniz?

Şeytanla Pazarlık


Batılı haber ajansları, Pakistan hükümetinin geçtiğimiz ay Taliban güçleriyle ile yaptığı barış anlaşmasını bu başlıkla verdi: Şeytanla pazarlık. Niye? Çünkü anlaşmaya göre belli bölgelerde İslâm hukuku uygulanacak ve karşılığında uzun süreli bir barış yapılacak.

Batı basını haberi bu bağlamda verdiği için, bizim yerli oryantalist medyamız da aynı dili kullandı. Halbuki Taliban’ı dışarda bırakarak Afganistan’da istikrar sağlanamayacağını sağır sultan bile duydu artık. Nasıl Filistin’de Hamas’ı dışlayarak barış yapmanız mümkün değilse, aynı şekilde Afganistan’da da Taliban’ı sürece katmadan iç huzuru sağlamanız mümkün değil. Amerikalılar bunun farkında oldukları için Taliban ile bir müddettir gizli görüşmeler yapıyorlar. Pakistan-Afganistan sınırını emniyet altına almak için de Taliban’la görüşmeler devam ediyor.

NATO kuvvetleri çerçevesinde bine yakın Türk askeri de Afganistan’da bulunuyor. Bizim askerimiz muharip görevlerde bulunmuyor. Daha ziyade lojistik, altyapı hizmetleri gibi alanlarda katkı sunuyor. Fakat Türkiye’nin Filistin’de Hamas’a ilişkin izlediği politika Afganistan’da Taliban için de geçerli olabilir mi diye tartışılıyor. Bu açılım önemli, çünkü Afganistan’da siyasi istikrar ancak ulusal bir mutabakat ile sağlanacak. Bunu gerçekleştirmek içinse Taliban dahil herkesin siyasi sürece katılması gerekiyor.

Batı dünyası bizim insanımızın dinî ve ahlâkî referanslarını anlamayabilir. Bu yüzden belki de bütün bölgeye huzur getirecek bir anlaşmaya “şeytanla pazarlık” diyebilir. Ama en azından bizim kendimize ait bir bakış açımızın olması gerekmiyor mu?

Medya Savaşları


Bir medya kuruluşuna yazılan büyük meblağdaki vergi cezası Türkiye’de bir iktidar-medya savaşını tekrar alevlendirdi. Maliye bakanlığı “ödenmemiş vergileri tahsil ediyoruz” diyor. Cezanın muhatabı medya grubu “cadı avı başlatıldı, siyasete kurban ediliyoruz” diyor. Geçen Ramazan ayında da aynı grupla hükümet arasındaki kavga günler sürmüş ve hepimizin gözü önünde yaşanmıştı. Demek ki iki taraf da davasından vazgeçmemiş.

Türkiye’de medyanın “beşinci kuvvet” olarak orantısız güce sahip olduğu bir sır değil. Kendi menfaatleri için siyaseti etkilemeye çalışan bir medya, eninde sonunda siyasetle çatışmak zorunda kalır. “Türkiye’de medyanın gücü yok, gücün medyası var” ifadesi bu gerçeği ifade ediyor. Medyanın birinci amacı vatandaşları aydınlatmak ve bilgi ihtiyaçlarını karşılamaktır. Fakat bizde medyanın birinci misyonu manipüle etmek, operasyon yapmak, siyasi kampanya yürütmektir. Türkiye’de en son 28 Şubat süreci dahil olmak üzere yumuşak ve sert darbelerin medya marifetiyle yapıldığını biliyoruz. Medyanın işine gelmeyen siyasetçiyi nasıl bitirmeye çalıştığını, menfaatine olan kesimleri de nasıl koruyup kolladığını biliyoruz.

Siyasete bu kadar angaje olmuş bir medyanın masum olduğunu söylemek mümkün değil. Fakat hükümet devletin imkanlarını kullanarak iddia edildiği gibi muhalifleri susturma cihetine gidiyorsa bu da gücün kötüye kullanımı manasına gelir. Bizce buradaki en sağlam hakem milletin kendisidir. Bir yanlış yapıyorsa hükümete de medyaya da gerekli cevabı verecek olan millettir.

Davos Rüzgârı Devam Ediyor


Başbakan Erdoğan’ın Davos toplantısına damgasını vuran tavrı konuşulmaya devam ediyor. “Arap sokağı” Türkiye başbakanına tam destek veriyor. Bazı Suriyeliler “Türkiye bugün hilafeti ilan etsin, hepimiz başbakana biat ederiz” diye açıklama yaptı. Yüz yıldır ilk defa bir Türk lideri, Arap sokağının sevgisine mazhar oluyor.

Bir asırdır Araplarla bizi birbirimize düşürdüler. Biz “Araplar bizi arkadan vurdu, bize ihanet etti” dedik. Onlar da “Türkler gavurlaştı ve bizi terkettiler” dediler. Ve yüz yıllık bir husumet girdi aramıza. Şimdi bu değişiyor. Türkler ve Araplar artık birbirlerine farklı gözlerle bakmaya başlıyorlar. Bizim monşerlerimiz bundan çok memnun olmayabilir ama gerçek şu ki Türkü, Kürdü, Arabı, İranlısı ile bölge halkları artık birbiriyle kucaklaşmak, aradaki fesatçılardan kurtulmak istiyor. Davos rüzgârı bu yüzden önemliydi ve yeni kapılar açmaya devam ediyor.

İsrail’e doğruları söylemenin dünyanın sonu olmadığını gösterdi Davos. Birbirine düşman gibi gösterilen toplumların aslında kardeş olduklarını nasıl bir anda hatırlayabildiklerini gösterdi. Davos sadece Arap sokağını harekete geçirmedi. Aynı zamanda Arap elitlerinin ve devletlerinin de bir sorgulama yapmasına vesile oldu. Bugün en tutucu ve baskıcı Arap rejimleri dahi İsrail ve Amerika’nın politikaları karşısında daha cesur ve asil bir tavır almaya çalışıyor.

Şimdi yapılması gereken, adalet ve hakkaniyet ilkelerine dayalı politikalar geliştirmek ve Filistin sorununa kalıcı bir çözüm bulmak için cesur adımlar atmaktır. Davos rüzgârı birilerini sarsmış olabilir ama ümmetin üzerindeki ölü toprağını silkelediği de bir gerçek.

Kısa Kısa

Ergenekon çetesinin pis işleri ve kirli ilişkileri her gün biraz daha vuzuh kazanıyor. PKK’dan Hizbullah’a, faili meçhul cinayetlerden Cumhuriyet Gazetesi ve Danıştay saldırılarına kadar bir sürü karanlık olay aydınlanıyor. Türkiye’de demokrasi güçlenecekse, gerçekten halkın iktidarı hakim olacaksa bu tür çetelerden tamamen kurtulmamız gerekiyor. İnsanı hayrete düşüren, belli çevrelerin hâlâ Ergenekoncuların savunuculuğunu yapması. Şimdi herkes “bu iş nereye kadar gidecek?” diye soruyor. Bu sorunun cevabını bize göre kimse bilmiyor. Ama daha işin başında olduğumuz kesin. İtalya’daki Gladyo çetesi çökertilinceye kadar yaklaşık altı bin kişi içeri alınmıştı. O yüzden şu ana kadarki tevkiflere şaşırmamak gerekiyor.

***

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yaptırdığı bir ankete göre camiye giden gençler, cami personelini yetersiz buluyormuş. Elhak, gençler doğru söylemiş. Din hizmeti, memur kafasıyla verilecek bir hizmet değil. İnsan davasına inanacak, gayret gösterecek, samimi olacak, mükafatını Allah’tan bekleyecek, bir ok gibi doğru olacak ve cemaatine güzel örnek olacak... Bu vasıfların hangisi memuriyet kanununda var? Dinî irşat gibi hassas bir hizmeti ancak ehil olan insanlar verebilir. Yarım doktor candan, yarım hoca dinden eder demişler. Bilginin doğruluğu kadar onun nasıl takdim edildiği de önemlidir. Umarız bu araştırmadan sonra Diyanet, din hizmetlilerinin kalitesini arttırmak için adımlar atar.

***

Şişli’de bir dürümcü, kocaman bir ilan asmış: Diyet, Türk milletini zayıflatıyor. “Zayıflatıyor” derken ne kastettiği anlaşılıyor herhalde. Dürümcüye göre diyet hastalığına yakalananlar, yeni Türk nesillerini güçten düşürmeyi hedefliyor. Türk tarihinin en parlak sayfalarını yazanlar öyle diyetle miyetle işi olan insanlar değildi. 200 kiloluk bir topu sırtlanmak, her gün aldığı kaloriyi hesaplayan adamların yapabileceği bir iş olabilir mi? Dürümcünün haklı olduğu taraflar yok değil. Kızıyla erkeğiyle çıtkırıldım bir neslin yetiştiği yalan değil. Ama Türkiye’de insanların sağlıksız beslendiği de ortada. Ölçü az ya da çok yemek değil, dengeli beslenme olmalı. Buna dikkat edersek belki yeni nesilleri kurtarabiliriz!

***

Bir araştırmaya göre aile mutluluğunun temel kuralı karşılıklı sevgi ve saygıymış. Günaydın! Bu fıtrî gerçeği görmek için illa araştırma mı yapmak gerekiyor? Hayır. Ama öte yandan saygı ve sevgi kavramlarına o kadar uzak kaldık ki bazen bunların hatırlatılmasında fayda var. Aile mutluluğu en temel değerlerimizden biri. Bu yüzden üzerinde hassasiyetle durulmalı. Fakat medya aracılığıyla öyle değerler aşılanıyor ki örneğin anne babaya saygı, akrabaya yakınlık, büyüklere saygı adeta “çağdışı” alışkanlıklar olarak lanse ediliyor. Aile mutluluğu için bugünlerde ekstra dikkatli olmamız gerekiyor.