๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Dünya Hali => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 21 Temmuz 2011, 11:00:51



Konu Başlığı: Gündemi Yakalamak
Gönderen: Zehibe üzerinde 21 Temmuz 2011, 11:00:51
Dünya Hali


Mart 2010 135.SAYI


Halil AKGÜN kaleme aldı, DÜNYA HALİ bölümünde yayınlandı.

Gündemi Yakalamak

Memleketin gündemi yine sıkıştı. Her gün yeni bir olayla, yeni bir skandalla çalkalanıyoruz. Yargı krizinden yeni anayasaya, cumhurbaşkanının görev süresinden, üniversiteye girişte katsayı kargaşasına, darbe girişimlerinden Ermeni protokollerine, işsizlikten Kıbrıs sorununa onlarca konu... İnsan bazen zihninin iğdiş olduğunu, aklının tutulduğunu zannediyor.

Neden böyle? Türkiye gibi karmaşık ve dinamik bir ülkede hiçbir sorunun tek cümlelik bir cevabı yok. Ama herhalde en önemlilerinden biri, normalleşme yolunda çok yavaş mesafe almamız. Normalleşme yolunda atılan her adımın karşısına akla hayale gelmedik engeller çıkıyor. Kimi bunu devleti korumak adına yapıyor, kimi de kendi menfaatlerini…

Herkes bu ülkede adil, eşitlik ilkesine dayalı, paylaşımcı bir düzenin nasıl olması gerektiğini biliyor. Türkiye’nin nerede olması gerektiği bir sır değil. Fakat oraya nasıl gideceğimiz konusunda anlaşamıyoruz. Çünkü kimse rahatının bozulmasını istemiyor. Herkes bir mevzi kapmış ve “asla vermem” diyor.

Ancak milletin derin sesine kulak verildiği zaman Türkiye’de adil ve kalıcı bir düzen kurulacak. Bu sesin ne olduğunu da herkes az çok biliyor. Bu sese kulak verdiğimiz dönemlerde bu ülkede huzur, barış, kardeşlik, dostluk, güven, muhabbet oldu. Bu sese kulağımızı tıkadığımızda yaralandık, zayıfladık, daraldık, küçüldük. Biz bu ülkenin manevi değerlerine sahip çıktığımız oranda kendimiz olduk.

Türkiye’nin sıcak gündemi bu konular üzerinde kafa yormamıza imkan vermiyor. Çünkü hepimiz bu sıcak ama aslında yapay gündemi takip etmek zorunda hissediyoruz kendimizi. Gündemin gerisinde kalırsak olayların, süreçlerin gerisine düşeceğimizi zannediyoruz.

Ama onulmaz bir yanılgı bu. Saman alevi gibi gelip giden gündemler bizi bugüne kadar bir yere götürmedi. Tersine bizi gerdi, geriletti, küçülttü. Ufkumuz ve gönlümüz küçüldükçe bulunduğumuz yer bize dar geldi. O daracık yerde birbirimizi itip kakmaya başladık.

Şimdi gerçek derin gündemimizi yeniden keşfetmemiz gerekiyor. Türkiye siyasi, sosyal, ekonomik bütün sorunlarını o derin sese kulak verdiği zaman çözecek. Çünkü ihtiyaç duyduğumuz feraset, basiret, metanet ve samimiyet orada. Bu işler toplum mühendisliğiyle çözülseydi iş kolay olurdu. Ama biz kolay olana değil, doğru olana talip olalım.

Hakikat yoksa, felah da yoktur.

Yemen’de Neler Oluyor?

Yemen’de uzun bir süredir bir iç savaş hali yaşanıyor. Yemen’in kuzeyinde ve Suudi Arabistan’ın güneyindeki bölgede, Şia’nın Zeydiyye mezhebine mensup Husiler bulunuyor. Husiler geleneksel olarak Yemen merkezi hükümetine karşı muhalif bir tavır içindeler. 1962 yılındaki devrimin ardından Husiler iktidardan uzaklaştırıldılar. Bu devrim, Mısır tarafından desteklenmişti. Bugün Suudi Arabistan ve Mısır ve onların kontrolündeki Arap Birliği, Husilere karşı merkezi hükümeti ve onun 1978’den bu yana başında olan Ali Abdullah Salih’i destekliyor. Fakat Husiler siyasi haklarının tanınmadığı gerekçesiyle merkezi hükümete karşı direniyorlar. 2009 yılı içinde bu direniş, fiili çatışmaya dönüştü. Husi militanları, Yemen’in kuzeyini kontrol altında tutmakla kalmadılar, aynı zamanda Suudi Arabistan topraklarına da girerek onlarca köyü teslim aldılar. Bunun üzerine Suudiler derin uykularından kısmen uyanmak zorunda kaldılar. Aylarca süren çatışmalarda yüzlerce kişi öldü, on binlerce kişi evini-barkını terk etmek zorunda kaldı. Husilerle merkezi hükümet arasında birkaç anlaşma yapıldı ama kalıcı bir çözüm bulunamadı. Arap dünyasının bu en fakir ülkesinde suların bir müddet daha durulması zor görünüyor. Çünkü büyük Arap devletleri atalet içinde yaşamaya devam ediyorlar.

“Komşu”ların Başı Dertte

“Komşu” Yunanistan büyük bir ekonomik krizle çalkalanıyor. Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir demişler. Yunan ekonomisinin iflas noktasına geleceği uzun süredir belliydi. Geçen yıl yapılan ve Yorgo Papandreu’yu iktidara getiren seçimlerin arkasında da bu kriz vardı. Avrupalılar ağır davrandılar ve kriz Yunanistan’ı iflasın eşiğine getirdi.

Şimdi Almanya başta olmak üzere AB’nin ağır topları Yunanistan’ı iflastan ve kaostan kurtarmak için devreye giriyor. Kredi vermek sorunu çözecek mi göreceğiz. Fakat şurası açık: Türkiye’ye ekonomik gerekçelerle karşı çıkanlar, Yunanistan’da tökezlediler. Türk ekonomisinin AB standartlarında olmadığını söyleyen Türkiye muhalifleri, AB üyesi olan Yunanistan’ın ve Bulgaristan’ın haline baksınlar. Yunanistan ekonomik krizle boğuşurken, Bulgaristan Avrupa’nın “hasta ülkesi” haline geliyor. Bulgaristan’daki yönetim zafiyeti, yolsuzluk, sınır güvenliği sorunları AB yöneticilerini kara kara düşündürüyor.

Fakat kimse Yunanistan ve Bulgaristan’ı AB’den atalım demiyor. Demesine gerek de yok. Doğrusu, AB sorunlarını AB içinde çözmek. Ama bunu yaparken Türkiye’ye karşı uygulanan ayrımcılık politikalarını da görmek ve reddetmek gerekiyor.

Sivil-Asker Herkes Mutsuz!

Mutsuzluk, modern dünyanın en sinsi hastalığı. Nasıl mutlu oluruz, neden mutsuz oluruz sorularını sormak tabudur. Çünkü bunlar çok “kişisel şeylerdir”. Fakat bu doğru bir tespit değil. Çünkü mutlu olmak sanıldığı kadar sübjektif bir şey değil.

Türk siyaseti de uzun bir süredir mutsuzluk hastalığına yakalanmış. Bir gün askerler çıkıyor, “rahatsısız, mutlu değiliz, kırgınız…” diyor. Öbür gün siviller çıkıp “biz de mutlu değiliz” diyor. Bizim gibi sade vatandaşlar ise herkesten daha mutsuz!

Askerin mutsuzluğu, kendisine yönelik suçlamalardan kaynaklanıyor. Genel Kurmay Başkanı “bir daha konuşmayacağım” mealinde açıklamalar yapıyor ama sonra tekrar basının karşısına çıkıyor. Sebebi, ordunun darbe girişimlerine yönelik tartışmanın bir türlü son bulmaması. Her gün siyasetin ve medyanın gündeminde olan bir ordunun mensuplarının mutlu ve huzurlu olması beklenemez. Zaten meselenin özü de burada: Ordu kökenli bu tür iddiaların sonu gelse, ordu mensupları da siviller de rahatlayacak.

Ne yapılması gerektiği belli: Ordu, siyasetin her türünden uzak duracak, aslî görevi olan vatanı dış düşmana karşı koruma misyonuna geri dönecek, ondan sonra da kimse Türk Silahlı Kuvvetlerine laf etmeyecek. Bize göre bunu yapmak çok zor değil. Herkes sınırını bildiği zaman hepimiz mutlu olacağız.

Irak Savaşının Hesabını Kim Verecek?

İngiltere’nin Irak’ın işgaline neden katıldığını sorgulamak için, İngiliz Parlamentosunda bir Irak Komisyonu kuruldu. Dönemin siyasi sorumluları tek tek sorguya alınıyor. Şu ana kadar ifade verenler arasında dönemin Başbakanı Tony Blair, bakanlar ve askeri yetkililer var. İfadesine başvurulan kişiler etraflıca sorgulanıyor. Yetkililer yer yer sıkıntılı anlar yaşıyorlar.

Sorular arasında can alıcı konular da var. Mesela Blair’in Irak’ta aslında kitle imha silahlarının bulunmadığını gösteren istihbarat raporlarını dikkate alıp almadığı gibi. Bu, gerçeklerin ortaya çıkması açısından önemli bir girişim. Amerika’da da böyle bir komisyon kurulsa kim bilir neler çıkar ortaya.

Fakat komisyon, asıl kritik soruyu sormuyor ya da soramıyor: Irak savaşında yüz binlerce masum insanın ölümünden kim(ler) sorumlu? Savaşın gerekçesi olarak gösterilen kitle imha silahları bulunamadığına göre, savaş kararı verenler bu durumda savaş suçlusu olmuyor mu?

Bu sorular şu anda kamu vicdanında soruluyor ama mahkeme salonlarına, uluslararası kurum ve kuruluşlara taşınmış değil. Belki bir gün o da olur. Ama bunun için vicdan sahibi birilerinin mücadele etmesi, Iraklı masum insanlar için seslerini yükseltmesi gerekiyor.

Kısa Kısa

İran nükleer programı giderek bir tiyatroya dönüşüyor. Hem Batılılar hem de İran yönetimi bir gün zeytin dalı uzatıyor, ertesi gün savaş tamtamları çalıyor. İnsan kime, hangi açıklamaya inanacağına şaşırıyor. Arada kalan ülke Türkiye. Türkiye samimi olarak bu sorunun çözülmesini, İran kaynaklı bir bölgesel krizin önlenmesini istiyor. Aksi halde bütün bölge zarar görecek. Şimdi en kritik soru, İranlıların zenginleştirilmiş uranyumun Türkiye üzerinden mübadelesini kabul edip etmeyeceği. Bu konu Türk-İran ilişkilerinde de bir dönüm noktası olabilir.

***

Diyanet İşleri Başkanı “TV’lerinizi kapatın, Kur’an okuyun” deyince birileri yine rahatsız oldu. Diyanet reisi Kur’an okuyun demeyecek de ne diyecek? Doğruyu söylemek ne zamandan beri suç oldu, anlaşılır gibi değil. TV karşısında en fazla vakit geçiren ülkeler sıralamasında üst sıralardayız. Bunun manevi ve psikolojik maliyetini kimse hesapladı mı acaba? Bu konunun üzerine sadece Diyanet reisinin değil, sosyal bilimcilerin, psikologların da gitmesi gerekiyor. Aksi halde TV karşısında aklı dumura uğramış bir kitle haline geleceğiz.

***

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından vize istemeyen ülkelerin sayısı 58’e çıkmış. Yani dünyanın 58 ülkesine vizesiz, başvurusuz, sadece uçak biletinizi alıp gidebilirsiniz. Hangi ülkeler mi bunlar? İnternetten kısaca araştırın ve tam listeyi alın, zira bizim yerimiz müsait değil. Bu, Türkiye için önemli bir başarı. Ama yeterli değil. Biz de eninde sonunda Şengen vizesi kapsamına alınacağız. O zaman dört milyon vatandaşımızın yaşadığı Avrupa’da seyahat serbestiyeti de sağlanmış olacak.

***

Eski Tekel işçileri geçtiğimiz aya damgasını vurdu. Tekel özelleştirildikten sonra 4C kapsamına alınmak istemeyen eski işçiler, çareyi sokakta buldu. Sendikalar hükümetle anlaşamadı. Açlık grevleri yapıldı. Ve sonuçta başa geri döndük. Yani ne hükümet geri adım attı, ne de işçiler. Görünen o ki işçilerin bir kısmı direnmeye devam edecek ama bu arada elindeki işinden de olacak. Bunu göze alamayanlar, 4C kapsamında çalışmaya devam edecek. Sonuçta hükümet de işçi de bu işten zarar gördü. Uzun vadeli plan yapmayı ne zaman öğreneğiz?