๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Dünya Hali => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 28 Eylül 2011, 19:33:01



Konu Başlığı: Girsek mi Girmesek mi?
Gönderen: Zehibe üzerinde 28 Eylül 2011, 19:33:01
Dünya Hali



Kasım 2007 107.SAYI


Halil AKGÜN kaleme aldı, DÜNYA HALİ bölümünde yayınlandı.


Girsek mi Girmesek mi?


Türkiye’nin başı yine dertte. Son olarak Hakkari’de 12 şehit verdik. Üzerinde kafa yormamız gereken asıl konu şu: bunca yıllık mücadele tarihinden ne tür dersler aldık? Daha doğrusu ders alamadık mı ki hâlâ bu kadar kolay ve çok sayıda şehit veriyoruz?

Kimileri sorunun kaynağı olarak Kuzey Irak’ı işaret ediyor. 1990’lı yıllarda Ankara’da sıkça ağırladığımız, kırmızı pasaport verdiğimiz, desteklediğimiz Kuzey Irak Kürtleri, şimdi düşman olarak görülüyor. Şehitlerin acısı bütün ülkenin vicdanında hissedilirken bir sorumlu arıyoruz. Kuzey Irak Kürtleri şu andaki en popüler suçlu adayımız.

Ama sorun ne Kuzey Irak’ta başlıyor, ne de orada bitiyor. Bazı şahinlerimiz “hedef PKK değil, Barzani olmalı” diyor. Yani biz PKK bahanesiyle Kuzey Irak’a girelim ama işi yarım bırakmayalım ve oradaki Kürtleri de etkisiz hale getirelim.

Bunun ne anlama geldiği, nasıl yapılacağı konusunda ise kimsenin açık ve kesin bir fikri yok. Türkiye, vatandaşlarının can mal ve sınır güvenliğini sağlamak için bütün imkanlarını seferber etmek zorundadır. Bunun için ikili ve uluslararası anlaşmaların sağladığı hukuki haklar da kullanılmalıdır. Fakat sorun ne Kuzey Irak’ta başladı, ne de orada bitiyor.

Türkiye’de terörizmle mücadele, terörist öldürmekle aynı şey zannediliyor. Oysa ikisi arasında temel bir ayrım var. Teröristle mücadele kısa vadeli bir plandır. Yöntemi askerîdir. İstihbarat, teçhizat, vs. gerektirir. Oysa terörizmle mücadele uzun vadeli ve kapsamlı bir çalışma gerektirir. Ekonomik, siyasi, diplomatik, kültürel, sosyal tedbirleri içermesi gerekir. Aksi halde ortadan kaldırdığınız teröristin
yerini yarın bir başkası alır.

Kuzey Irak’a girmek, gerekli bir adım olabilir. Türkiye’nin çarelerinin giderek tükendiği ortada. Fakat bunu meseleyi kökünden halledecek bir adım olarak görmek, kendimizi kandırmak olur. Bir an için Kuzey
Irak’taki bütün elebaşlarının yakalanıp Türkiye’ye getirildiğini varsayın. Bu, sorunu çözecek mi? Türkiyebu örgütün en tepesindeki kişiyi 1999’dan beri İmralı’da tutuyor. Sorun çözüldü mü?

Sorunun Avrupa ayağına kimse bakmıyor. Örgütün finansmanı nereden geliyor? İletişim kanalları, büroları, şirketleri, yayınları nerede? Bunların hepsi çeşitli Avrupa ülkelerinde serbestçe faaliyet gösteriyor. Fakat AB üyeliği konusunda elimizde fazla kart olmadığı için Avrupalı “dostlarımıza” fazla bir şey diyemiyoruz.

Sorunu çözmek için uzun soluklu bir muhasebeye ihtiyacımız var. Bu ülkenin müslümanlık mayası bu sorunu da aşmak için yeterli imkanları sunuyor. Fakat hepimiz “nasıl amerikanlaşırız?” hastalığına yakalandığımız için, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu geleneksel müslüman kimliğinden uzaklaştırmaya çalışıyoruz. Sorunun bu yönüne bakmanın zamanı çoktan geldi.


Bir Katliam Nasıl Yapılır?



Tarih Temmuz 1995. Bosna-Hersek savaşının sona ermesine aylar var. Üç yıldır süren saldırılar, katliamlar artık bütün dünyayı ayağa kaldırmış. Binlerce Müslüman Boşnak, Sırp ve Hırvat katiller tarafından hunharca öldürülmüş, evlerinden sürülmüş, kadınlarına tecavüz edilmiş. Birleşmiş Milletlerin “güvenli bölge” ilan ettiği Serebrenitsa’da Boşnak’ların elindeki irili ufaklı bütün silahlar toplanmış.
Sırpların düzenli ordusu bir akbaba gibi tepelerinde bekliyor. Serebrenitsa’yı korumakla görevli Hollanda askerleri, Sırp ordusunun elini kolunu sallayarak şehre girmesine göz yumuyor. Şehri Sırplara teslim
eden Hollanda birliğinin komutanı Albay Thom Karremans’ın teslim sırasında Ratko Mladiç ile şampanya içerken çektirdiği fotoğraf hâlâ hafızalarda. Ardından ne oldu biliyorsunuz değil mi? Sırplar tam 8 bin (evet sekiz bin) müslümanı katlettiler. Dünya katliamdan günler sonra haberdar oldu. Anaların, babaların, eşlerin, evlatların gözleri önünde öldürülen çoğu erkek sekiz bin masum müslüman...

BM Savaş Suçları Mahkemesi, Serebrenitsa’daki olayları 19 Nisan 2004’te ‘soykırım’ olarak ilan etti. Katliamdan on yıl sonra! Katliamı yapan Sırp askerleri, şimdi muhtemelen Sırp ordusunda “görev” yapıyor. Hollandalı askerler? Onlar da on yıl sonra geçtiğimiz ay Serebrenitsa’ya gelip günah çıkarttılar. Ağladılar. Katliamda kocasını kaybeden Sabra Kolenoviç Hollandalı askerlere bakın ne diyor: “Buraya geri geldiğiniz için kendinizden utanın!” Bir diğer Boşnak Müslüman Münire Subasiç: “Burada yaptıklarınız için gerçekten madalya aldınız mı? Anneler hâlâ çocuklarının kemiklerini arıyor. En azından birini bile kurtarmaya çalışmadınız mı?”

Gelin, bu yazıyı okuduktan sonra Serebrenitsa katliamını çocuklarınıza anlatın. Anlatın ki insanlık adına vicdanlar kararmasın.

Türkiye’nin Diyeti: Ermeni Meselesi


Amerikan Kongre sözcüsü Nancy Pelosi’nin gayretleriyle sözde Ermeni soykırım tasarısı Amerikan Dış İlişkiler komisyonundan geçti. Bundan sonraki aşamada tasarının genel kurula getirilmesi bekleniyor. Bu olursa tasarının onaylanması kuvvetle muhtemel. Böylece bizim Ermeni soykırım tasarıları tarihimizde ilk defa iş bu kadar ciddiye bindi. Neden? Neredeyse 30 yıllık tarihi olan bu tasarı neden şimdi hortlatıldı?

Her yılın 24 Nisan’ında bu konu Amerikan Kongresi’nin gündemine gelir. Ermenilere göre soykırımın başladığı tarih bu. Her yıl Türkiye’den heyetler gider, gergin açıklamalar yapılır ama sonunda tasarı
onaylanmaz. Bu sene iki önemli fark var. Birincisi tasarıyı gündeme getiren Nancy Pelosi. Ermeni lobisiyle çok yakın ilişkileri olan Pelosi için bu konu siyasi kariyerinin en önemli konusu şu anda. İkinci olarak bizi Ermeni tasarısı konusunda yıllardır destekleyen Yahudi lobisi, bu sene farklı bir tutum sergiledi ve 1915-1916 yıllarındaki olayların ‘soykırım’ olduğunu açıkladı. Yahudiler neden fikir değiştirdiler? Yahudi lobisinin şahin kanadı Türkiye’nin İran, Suriye, Hamas ve Hizbullah’la geliştirdiği ilişkilerden son derece rahatsız.  Kuzey Irak’ta kurulması muhtemel bir Kürt devleti konusunda da (diğer bölge ülkeleri gibi) İsrail’den farklı düşünüyoruz.

Kısacası, Türkiye kendi politikalarını geliştirmeye çalıştıkça üzerimizdeki baskılar artıyor. Biz yıllardır sözde soykırım tasarısından dolayı Yahudi lobisine büyük bir diyet ödedik. Kastettiğim, her yıl lobi şirketlerine ödediğimiz 3-4 milyon dolar değil. Daha vahimi, Washington’da Yahudi lobisine mahkum ve mecbur edilen Türkiye’nin Filistin konusunda yıllarca sesini çıkartamaması. Belki de bu
diyeti ödemenin ve “inceldiği yerden kopsun” demenin vakti geldi.

“Cive Pakistan”

“Cive Pakistan”. Bu şarkıyı hatırlıyor musunuz? Ziyaül Hak zamanında Türkiye-Pakistan ilişkilerini geliştirmek için çeşitli ziyaretler, programlar yapılmıştı. 70 doğumlular o günleri hayal meyal hatırlıyor olsa gerek. Bir seferinde “Cive cive Pakistan” şarkısı her yerde söylenir olmuştu. Sonra Pakistan tekrar bulutların arasına saklandı. Yıllar süren iç siyasi çatışmalara sahne oldu. Hindistan’la yaşadıkları Keşmir sorunundan dolayı Pakistan hep nükleer silahlarıyla gündeme geldi. Keşmir’de binlerce müslüman şehit oldu.

Perviz Müşerref’in askeri yönetimindeki Pakistan, eski Başbakanlar Navaz Şerif’i ve Benazir Butto’yu ülkeden uzaklaştırdı. 10 yıl geri dönme yasağı koydu. Müşerref, ülke içindeki konumunu güçlendirdi. Ordunun başındaki adam olarak siyasi ve hukuki kurumları da kendine bağlamaya çalıştı. Ve kısmen de başarılı oldu. Neden? Amerika’nın verdiği destekten dolayı. Neden ABD desteği? Çünkü Müşerref, 11 Eylül’den sonra ABD’nin sadık bir müttefiki oldu ve sözüm ona “terörle mücadele savaşı”nda Washington’un yanında yer aldı. Mükafatı, ABD’nin yıllar süren askeri yönetimine göz yumması oldu.

Fakat Pakistan toplumu kaynıyor. Aşağıdan gelen baskılar, her an patlayabilir. Müşerref’in bizzat kendisi üç çok ciddi suikast girişiminden kıl payı kurtuldu. Şimdi vatandaşın gazını almak ve güya demokrasiye geçmek için Benazir Butto’nun Pakistan’a geri dönmesine izin verildi. Fakat 19 Ekim Cuma günü İslamabad’a inen Butto’yu bir bombalı saldırı karşıladı. Saldırıda en az 125 kişi hayatını kaybetti;
yüzlerce yaralı var. Şimdi Pakistan bu kan ve gözyaşı içinde mi “yeniden demokrasi” deyip normale dönecek?


Referandum’dan Çıkan Sonuç


21 Ekim günü bir referandum yapıldı. Oylamaya sunulan temel konu, cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesiydi. Diğer iki konu, milletvekilliği seçimlerinin 4 yılda bir yapılması ve cumhurbaşkanının
süresinin 5+5 olarak yeniden düzenlenmesi.

Beklendiği gibi referanduma katılım düşük oldu. Ama bu ortaya çıkan sonucun önemini azaltmıyor. Vatandaşın çok büyük bir kısmı, cumhurbaşkanını kendisi seçmek istiyor. Böylece Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir ilke imza atılmış oldu. Kimileri bunu bir “rejim değişikliği” olarak yorumluyor ve cumhuriyetin temel değerlerinin aşındırıldığını savunuyor.

Şimdi sormak gerekiyor: Cumhuriyet, cumhur’un yani halkın yönetimi demek değil mi? Eğer cumhuriyet rejimi halk için varsa, o zaman bu rejimin en tepesindeki kişiyi halkın seçmesinden daha doğal ne olabilir?

Sorun, cumhurbaşkanlığı makamını kendi imtiyazlarının güvencesi olarak gören bir azınlığın muhalefetinden öteye gitmiyor aslında. Vatandaşın tercihi belli. Cumhurbaşkanını halkın seçmesi demek, bundan sonra Türkiye’de atanmışların değil seçilmişlerin iş başına geleceği manasına da geliyor. Yani vatandaş artık daha fazla hesap sorabilecek. Atanmışların imtiyaz alanları giderek daralacak. Bu, demokrasi için zarar değil, fayda getirir. Rejim krizi çığırtkanlığı yapanlar bu gerçeğe kendilerini alıştırsalar kendi ruh sağlıkları açısından iyi olur!



KISA KISA



Emektar bir TRT spikerine göre, 12 Eylül darbesini yapan komutanlar darbeyi bayan değil, erkek spikerlerin duyurmasını istemiş. Bu yüzden bir bayan olarak kendisi darbe günlerinde TRT’ye gidememiş. Asker psikolojisi açısından önemli bir ayrıntı bu. Darbe gibi bir hadiseyi herhalde gümbür gümbür bir erkek sesiyle duyurmak daha anlamlı bir iş olur. Fakat artık darbeler de çağa ayak uyduruyor. En son “darbemiz” 27 Nisan günü internet aracılığıyla duyuruldu. İnşallah bir daha olmaz ama bir sonraki darbe girişimini herhalde SMS mesajıyla öğrenicez!

Ekim ayının sonunda Libya’da Sudan’ın Darfur bölgesiyle ilgili uluslararası bir konferans yapılacak. Sonuçlarını hep beraber izleyeceğiz ama iki nokta hemen dikkat çekiyor. Birincisi toplantının Libya’da
yapılması. Daha düne kadar Kaddafi’yi “baş terörist” ilan eden Amerika ve Avrupalıların, şimdi onun ev sahipliğinde Darfur meselesini tartışıyor olması çok ilginç. İkinci konu, toplantının amacıyla ilgili. Hedef gerçekten Darfur sorununu çözmek mi yoksa Sudan’da yeni keşfedilen su, petrol ve uranyum kaynaklarını kontrolaltına almak mı?

Çin Komünist Partisi, geçtiğimiz ay olağan kongresini yaptı. 1949’dan beri Çin’i yöneten tek siyasi parti Çin Komünist Partisi ve üyeleri itibarıyla dünyanın en büyük siyasi partisi. Parti Genel Başkanı ve Çin Devlet Başkanı Hu Jintao, kongrede yaptığı konuşmada; “Çin hiçbir zaman Batı tarzı bir demokrasiye geçmeyecektir.” dedi. Çin’in şu andaki yönetiminin ne demokrasi, ne temsil, ne de adaletle bir ilgisivar. Ama bu özgüvene ancak şapka çıkartılır. Herkesin “biz nasıl daha batılı oluruz” dediği bir dönemde hiç olmazsa birileri bu akıntıya kapılmamakta direniyor.

Nobel Barış ödülünü eski Amerikan Devlet Başkan yardımcısı Al Gore, BM ile paylaştı. Konu: Küresel ısınma. Küresel ısınmaya verilen önemi gösteren güzel bir jest. Fakat küresel ısınmayla ilgili barış ödülünün, dünyayı en fazla kirleten, en fazla enerji tüketen ve böylece küresel ısınmada en büyük payı olan bir ülkenin, Amerika’nın en üst düzey yetkililerinden birine verilmesi garip bir çelişki. Küresel
ısınma konusunda bir ödül verilecekse, bu ödülün aslında dünyanın dört bir yanındaki çiftçilere, köylülere verilmesi gerekir. Çünkü en fazla üretim yapıp, en tutumlu tüketenler onlar.