๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Dünya Hali => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 04 Temmuz 2011, 18:53:37



Konu Başlığı: Amerikan Rüyası Bitiyor mu?
Gönderen: Zehibe üzerinde 04 Temmuz 2011, 18:53:37
Dünya Hali

Mayıs 2011 149.SAYI





Sadık ŞANLI kaleme aldı, DÜNYA HALİ bölümünde yayınlandı.


‘Amerikan Rüyası’ Bitiyor mu?

1776 yılında kurulan Amerika Birleşik Devletleri (ABD), kısa bir zaman aralığında kaydettiği siyasî, teknolojik ve ekonomik gelişmelerle küresel bir güce dönüştü. Çok çalışmanın başarı, refah ve şöhreti getireceği fikrinin bir ülkü olarak kabul edildiği ülkede kısa zamanda refah düzeyi arttı. ABD artık pek çok dünya vatandaşının yaşamak istediği rüya bir ülke idi. Bu durum ise tüm dünyada “Amerikan Rüyası (American Dream)” olarak adlandırıldı.

Şimdilerde ise Amerikan kamuoyunda bu rüyanın sonuna gelindiği konuşuluyor. Bunun en temel nedeni iflas noktasına gelen ülke ekonomisi. 2008 yılında başlayan küresel kriz sonrası toparlanmakta zorlanan ABD ekonomisi, şimdi yeni ve daha ciddi bir kriz ile karşı karşıya. ABD hükümetinin yaptığı son açıklamaya göre yıllık vergi geri ödemeleri zamanında yapılamayacak, ordu mensuplarının maaşlarının ancak yarısı ödenebilecek. İktidardaki Demokratlar ile muhalefetteki Cumhuriyetçiler malî krizi aşabilmek için yeni bir bütçe üzerinde anlaşmış olsalar da ortaya çıkan tablo pek iç açıcı değil. Uygulanacak tasarruf tedbirleri ile ancak 39 milyar dolarlık bir kaynak oluşturulabiliyor. Bu rakam ise 14 trilyon dolarlık devasa bütçe açığını karşılamaktan oldukça çok uzak.

Ülke ekonomisinde yaşanan olumsuz gelişmeler sonrası ABD’nin önde gelen finans kuruluşlarından Goldman Sachs artık dolara güven kalmadığını belirterek, yüksek enflasyon beklentisi sebebiyle piyasadan büyük oranda altın ve gümüş çektiğini açıkladı. Bunun sebebi ise Amerikan Merkez Bankası’nın (FED) sürekli dolar basması. Piyasadaki dolar fazlasının kısa vadede enflasyon, doların değer kaybı (devalüasyon) ve çöküşünü getireceği de yapılan yorumlar arasında.

Dolara duyulan güven ülkede ve dünyada şimdiden zayıflamış durumda. ABD’li pek çok büyük yatırımcı yatırımlarını Çin’e kaydırırken, Çin, Rusya ve Hindistan, Yuan (Çin para birimi) üzerinden ticaret yapmaya başladılar. ABD ekonomisine son darbe ise kredi derecelendirme kuruluşu Standard & Poors’dan (S&P) geldi. S&P, ABD’nin kredi notunu durağandan negatife çevirdi ve ABD’ye kısa sürede ‘borçlarına çare bul’ uyarısında bulundu. Bu haber üzerine ABD ve dünya borsaları büyük düşüşe geçerken, yakın bir sürede petrol fiyatlarının varil başına 200 dolara çıkacağı yorumları yapıldı.

Bu olumsuz tablodan çıkaracağımız sonuç, dünyayı 2008’den daha büyük bir krizin beklediği yönünde. Bunun gerçekleşmesi durumunda ise dünya genelinde gıda fiyatlarının aşırı yükselmesi sonucu oluşacak bir gıda krizi ve sosyal olaylarda patlama yaşanacağını endişesi baş gösteriyor. Mevcut tablodan hareketle yapılan en uç yorum ise oluşacak global bir kaostan sonra tıpkı 1929 Ekonomik Krizi sonrası 2. Dünya Savaşı’nın patlak vermesi gibi yeni bir dünya savaşının çıkabileceği düşüncesi.

Özetle, şimdilerde ABD’de sonuçları ürkütücü olabilecek ciddi bir ekonomik kriz yaşanıyor. ABD ve dünyayı bekleyen bu yeni tehlike karşısında ise Türkiye kamuoyu olarak olan bitenden pek haberimiz yok. Çünkü ne içte yaşanan kısır siyasî tartışmalardan başımızı kaldırabiliyoruz ne de olan biteni bize ulaştırması gereken Türkiye medyası kadim gaflet uykusundan uyanıyor.


YGS’de Şifre Tartışmaları

27 Mart’ta yapılan Yükseköğretime Geçiş Sınavı (YGS) sonrası başlayan şifre tartışmaları kamuoyunu hayli meşgul etti. Artvin’de bir avukat ve bir dershane yöneticisi, YGS sınavında en az 100 sorunun belli bir formüle göre rahatlıkla çözülebileceği ileri sürdüler. İddiaya göre, dağıtılan kitapçıkların matematik testinin cevap şıklarında yer alan rakamlar ile bu rakamlar küçükten büyüğe göre sıralanıp alt alta getirildiğinde çakışan rakamlar doğru şık oluyordu.

İddialar üzerine bir açıklama yapan Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi (ÖSYM), şifre iddiasının asılsız olduğunu ve formülün tamamen rastlantısal olduğunu açıkladı. Sınava giren yaklaşık 1 milyon 700 bin aday için farklı soru kitapçığı ve cevap anahtarının da hazırlandığı belirtilen açıklama sonrası, bu kez her kitapta ayrı bir formülün geçerli olduğuna yönelik iddialar gündemde yer buldu. Tartışmalar üzerine ÖSYM hakkında adlî soruşturma başlatıldı. Danıştay, YGS Sınavının İptali istemiyle açılan davayı reddederek yetkisizlik kararı verirken, iptal istemi Ankara 7. İdare Mahkemesi’nde görülmeye başlandı.

ÖSYM uzun yıllardır tartışmalı iddialarla gündeme geliyor. Bunun en temel nedeni ise eğitim sisteminde yapılan değişikliklere bağlı olarak sınav sisteminin de sürekli değişime uğraması. Eğitim ve sınav sistemimiz adeta bir yap-boza dönmüş durumda. Haliyle bu durum kamuoyunun aklının karışmasına, eğitim kurumlarına ve sınav sistemine şüpheyle bakmasına yol açıyor.

Peki, tartışmasız bir sınav nasıl gerçekleştirilebilir, sağlıklı bir sistem nasıl kurulabilir? Bu sorunun cevabı üniversitelerimizin özerkleşmesinde yatıyor. Yükseköğretim Kurulu’nun (YÖK) yetkilerini üniversitelere devrederek yalnızca üniversiteler arasında koordinasyonu sağladığı, her üniversitenin kendi bütçesini oluşturduğu ve öğrenci alımlarında kendi kriterlerine göre hareket ettiği bir sisteme acilen geçilmesi gerekiyor.

Artık eğitim kurumlarımızın şaibelerle ve kılık-kıyafet yasaklarıyla değil, özgür bir ortamda üretilen bilgi, bilim ve başarılarıyla gündeme geldiği bir yapılanmanın oluşturulması zamanı geldi, geçiyor. Bu yapılmadıkça eğitim kurumlarına ve sınav sistemine yönelik tartışmalar hiç bitmeyecek.


Sohbete Vedanın 47. Yıldönümü

1 Mayıs 1964, Türkiye için önemli bir gündü. O gün Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu (TRT) resmen kurulmuş, TRT Radyosu yayına başlamıştı. Artık ülkenin en ücra köşesindeki insanlar dahi sıcağı sıcağına Türkiye ve dünyada neler olup bittiğini öğrenebileceklerdi. Sadece haber de değil, müzik ve daha pek çok şey dinleyebileceklerdi.

İlk radyo yayınıyla birlikte teknolojinin nimetlerinden ülke insanımızın da yararlanmaya başlaması büyük bir sevince neden olmuştu. Fakat bu önemli gelişme bir endişeyi de beraberinde getirdi. İnsanlar, zamanla herkesin radyo sahibi olacağını konuşuyorlardı. Bunun da sohbeti yok edeceğini, sohbet kültürümüzün uzun vadede teknolojiye yenik düşeceğini dile getiriyorlardı. Bu öngörü zamanla büyük oranda gerçekleşti.

Sonraki zamanlarda radyoyu televizyon ve internet gibi teknolojik aletlerin kullanımı izledi. Bu aygıtların insanları kendine bağlayan içerikleri, sohbet kültürünün yerini ekran bağımlılığın almasına neden oldu. Geriye ise şimdilerde büyük oranda anılarda kalan o sıcacık komşuluk ilişkileri, akraba ziyaretleri, torunlarını dizine oturtup hikâyeler anlatan dedelerin, bilmece satan ninelerin hatırası kaldı.

Şimdilerde evlerimiz eski sıcaklığını kaybetti. Sobasızlıktan, kalorifersizlikten, klimasızlıktan değil; sohbetsizlikten… Artık bol odalı, her odada birer televizyonun, bilgisayarın bulunduğu konforlu ama soğuk evlerimizde birbirimizden uzak, yapayalnız yaşıyoruz. Uzaklaştıklarımız yalnız komşu ve akrabalarımız değil, aile fertleri olarak da uzağız. Kimimiz gün boyunca yayınlanan kadın ve çöpçatan programlarının, kimimiz dizilerin, reality showların, macera programlarının meftunu. Kimimiz ise nöbetleşe kullandığımız bilgisayarlarımızın başında o chat ve oyun odası senin, bu sosyal ağ benim demeden pervasızca zaman öldürüyoruz.

Sözüm ona ülkeden, dünyadan, başka hayatlardan haberdar oluyor, sosyalleşiyor, insanlarla iletişim kuruyoruz. Fakat bunları yaparken, yakın olduklarımızdan uzaklaşıyor, birbirimize yabancılaşıyoruz.

Artık aile fertlerimizle, komşu ve akrabalarımızla, tüm toplumla aramız açık. Artık yanı başımızdakilerin sesini işitmiyoruz. Aramıza albenili sesler, yüzler, ekranlar girdi. Aile içi sohbetlerin, komşuluk ve akrabalık ilişkilerinin sıcaklığını tatmayan nesiller büyüyor. Ve zaman her geçen gün bizlerden bir şeyler çalıp götürüyor.
1 Mayıs 2011, ilk radyo yayınının 47. yıldönümü. Bu bize bir şeyler anlatıyor mu?


Tehlike Çanları ‘Aile’ İçin Çalıyor

Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) Nisan ayı başında yayınladığı bir araştırma sonuçları, ülkemizde aile kurumu üzerinde tehlike çanlarının çalmaya başladığını haber verir cinstendi. TÜİK’in açıkladığı verilere göre, 2010 yılının Ekim, Kasım ve Aralık aylarını kapsayan üç aylık dönemde, geçen yılın aynı dönemine göre evlilik oranı 1000’de 8 artarken, boşanmaların oranındaki artış 100’de 6 olarak gerçekleşti. Bu dönemde Türkiye’de 29 bin 326 çift boşandı. TÜİK rakamlarına göre boşanmaların yüzde 39.7’si evliliğin ilk 5 yılı içinde gerçekleşirken, yüzde 23.8’inin 16 yıl ve daha fazla süre evli olan çiftlerde gerçekleşmesi dikkat çekiciydi. 2009’un aynı döneminde boşanan çift sayısı ise 27 bin 670 olarak gerçekleşmişti. Araştırmadaki bir diğer sonuca göre ise 2010’un son çeyreğinde ortalama ilk evlenme yaşı erkeklerde 26,4’e kadınlarda ise 23.1’e yükseldi.

TÜİK’in açıkladığı rakamlar, geçmiş yıllarda açıkladıklarıyla kıyaslandığında ortaya net bir sonuç çıkıyor: Ülkemizde evlenme yaşı hızla yükselirken, evlenenlerin oranında azalma, boşananların oranında ise ciddi bir artış gözleniyor. Gün geçtikçe bekârların sayısının yükseldiği bir topluma dönüşüyoruz. Bu durum ise büyük bir toplumsal sorun ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Peki, bu sorunun temelinde ne var?

Boşanmayla sonuçlanan evliliklerde en temel problemin yanlış eş seçiminden kaynakladığı ifade ediliyor. Eş seçimlerinde ilk tercihimiz olması gereken ahlâk ve maneviyatın yerini şimdilerde fizikî özellik, meslekî kariyer ve gelir durumu alıyor. Evlilikte dünyalık özellikler maneviyata tercih ediliyor. Haliyle bu özellikler yitip gittiğinde yolları ayırmak tercih ediliyor. Bu durum ise nüfusu her yıl daha da gençleşen ülkemizde devasa bir bekar kitleyi ortaya çıkarıyor.

Ülkemizin önemli edebiyatçılarından Peyami Safa, “Bekârları çoğalan cemiyet, gizli bir anarşi geçiriyordur. Ya büyük bir inkılâba, ya da inhitata (çöküşe) gebedir.” der. Ülkemizin bir anarşi, bir çöküş geçirmemesi için bu kötü gidişe dur demek gerekiyor. Bu da ilk olarak çocuklarımızın manevi değerlere bağlı yetiştirilmesinden geçiyor.


Kısa Kısa

Ülkemizde 12 Haziran 2011 tarihinde yapılacak genel seçimlere az bir vakit kaldı. Seçimlere katılacak siyasi partilerin milletvekili aday listelerinin Yüksek Seçim Kurulu’na (YSK) teslim edilmesiyle birlikte geri sayım da başladı. Siyasi parti liderleri, milletvekili adayları vakit geçirmeksizin seçim propagandalarının startını verdiler. En önemli slogan, her zaman olduğu gibi yine “ülke sorunlarına çözümler üretmek.” Bu çözümlerden öne çıkanlar ise yeni bir sivil anayasanın yapılması, Kürt sorununa kalıcı bir çözüm, ekonomi, eğitim, sağlık, dış politika, ulaştırma, sanayi, tarım alanlarında reform projeleri. Ülke olarak temennimiz, siyasi ve ekonomik istikrarın korunması, sandıktan ülkenin her alanda gelişmesine katkı sağlayacak bir sonucun çıkması.

***

Son aylarda bazı Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinde başlayan halk ayaklanmaları Libya’da bir iç savaşa dönüşmüştü. İktidardaki Kaddafi’ye bağlı güçler ile muhalifler arasında süren çatışmalar sonuç vermeyince barış durumuna evrilemeyince NATO ülkeleri bu ülkeye müdahale etmişlerdi. Ülkede gelinen son durum ise çatışmaların bir müddet daha süreceği ve barışın kolay sağlanamayacağı yönünde. Libya’da bu gelişmeler yaşanırken, Suriye ve Azerbaycan’da da muhalifler örgütlenerek mevcut yönetimlere karşı protesto gösterilerine giriştiler. Sonuç ise yüzlerce ölü, yaralı ve tutuklu... Türkiye’nin yakın bölgesi ve komşularında meydana gelen bu olayların kısa zamanda son bulması gerekiyor. Aksi takdirde ülke olarak bu çatışmalardan siyasi ve ekonomik olarak etkilenmemiz kaçınılmaz. Bu olayların son bulması için Türkiye’nin üstleneceği yapıcı rol önemli. Siyasetçilerimizin daha fazla çaba göstererek bölgesel huzurun ve barışın tesis edilmesi yönünde daha ciddi adımlar atması gerekiyor.

***

Türkiye’de son yıllarda kamuoyunu en fazla rahatsız eden ve tartışmalara kapı aralayan sorunların hukuk ve adalet eksenli olduğunu görüyoruz. Öyle ki, hukuk kurumlarımızın aldığı her karar, yaptığı her açıklama yeni tartışmaları ve toplumsal gerilimleri beraberinde getiriyor. Amacı ülkede adaleti tesis etmek, dolayısıyla huzurlu bir ülke oluşturmak olan hukuk, sürekli yeni sorunlar, kaoslar üretiyor. Bu da ülke olarak adalete güven duygumuzu yitirmemize neden olurken, hukuk kurumlarının meşruiyetlerine ve saygınlıklarına gölge düşürüyor. Tıkanmış hukuk sistemimize yeniden işlerlik ve saygınlık kazandırmak adına yeni ve sivil bir anayasa yapılması toplumun büyük çoğunluğunun ortak beklentileri arasında. Bu amaçla siyasi partiler ve sivil toplum kuruluşları yeni anayasa çalışmaları yapıyor, bu çalışmaları kamuoyuna açıklıyorlar. Gerçek şu ki: Ülke insanları olarak kangrene dönüşmüş sorunlarla boğuşmaktan, hukuksuz ve adaletsiz yaşamaktan yorulduk. Artık bu sorunları tümüyle çözecek yeni bir anayasaya kavuşmamız ülke olarak her zamankinden elzem.