๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Dünya Hali => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 15 Temmuz 2011, 13:17:48



Konu Başlığı: Akdenizde Baskın ve Türkiye-İsrail İlişkileri
Gönderen: Zehibe üzerinde 15 Temmuz 2011, 13:17:48
Dünya Hali


Temmuz 2010 139.SAYI


Sadık ŞANLI kaleme aldı, DÜNYA HALİ bölümünde yayınlandı.

Akdeniz’de Baskın ve Türkiye-İsrail İlişkileri

Geçtiğimiz ay Türkiye ve dünya gündeminin en önemli konusu, İsrail’in 31 Mayıs’ta İnsan Hak ve Hürriyetleri İnsani Yardım Vakfı (İHH) öncülüğünde Gazze’ye yardım götüren “Rotamız Filistin Yükümüz Özgürlük” isimli filoya, Akdeniz’in uluslararası sularında saldırmasıydı.

Bu saldırı sonucunda İsrail’in 9 vatandaşımızı katletmesi ve farklı milletlerden 50 insanın yaralanmasına sebep olması, son dönemde zaten pamuk ipliğine bağlı Türkiye İsrail ilişkilerinde yeni bir krize neden oldu. Fakat bu seferki kriz, saldırıya uğrayan 6 gemilik filoda 33 farklı ülkeden 600’den fazla insanın bulunması nedeniyle bir anda uluslararası bir soruna dönüştü. Olay sonrası birçok Avrupa ülkesi İsrail’deki büyükelçilerini geri çağırırken, Türkiye öncülüğünde toplanan Birleşmiş Milletler ve Avrupa Parlamentosu olayı kınadı. Türkiye ise İsrail’le arasında imzalanan ikili askerî ve ticarî anlaşmaları iptal etmeyi gündeme getirip, bu hukuksuzluğun peşini bırakmayacağını açıkladı. Peki, ne oldu da bölgede yaklaşık 60 yıl dost ve müttefik kalabilmiş iki ülkenin ilişkileri bu derece bozuldu?

Bu soruya cevap alabilmek için biraz geriye gitmemiz gerekiyor. İki ülke arasında dostane seyreden ilişkiler, İsrail’in iki yıl önce gerçekleştirdiği Gazze saldırısıyla ters yüz olmuştu. İsrail’in bölge barışını amaçlayan Türkiye’nin elini boşa çıkarma girişimi olarak da görülebilecek bu saldırı, Türkiye’nin İsrail’e duyduğu güveni sorgulamasına neden olan en önemli etkendi.  Sonrasında yaşanan Davos olayı ve koltuk krizleriyle iyice zora giren ilişkiler, İsrail’in son Mavi Marmara saldırısıyla tamamen kopma noktasına geldi.

Türkiye’nin son yıllarda bölgesel güç olma yolunda izlediği politikaların İsrail yönetiminde bir rahatsızlığa yol açtığı, birçok uluslararası ilişkiler uzmanının hemfikir olduğu bir nokta. Zira Türkiye’nin bölgeye huzur, barış ve istikrar getirmeyi amaçlayan dış politikası ve bölge ülkeleriyle her alanda kurduğu iyi ilişkiler, Türkiye’yi bölgede lider ülke konumuna yükseltirken, politikasını tamamen şiddet üzerine kurmuş İsrail’in bölgesel güç değerini yitirmesine sebebiyet veriyor. Bir diğer önemli sebep ise,  dünya siyasetinin arka planındaki aktörlerin yaşadığı çatışma. İddialara göre, dünya siyasetine yön veren büyük devletler ve küresel sermaye olarak nitelendirebileceğimiz büyük şirketler, savaş ekonomisi ve barış ekonomisi taraftarları olarak ikiye ayrılmış durumda. ABD merkezli Neoconlar (yeni muhafazakârlar) ve İsrail, ellerinde tuttukları silah sanayinin devamlılığını sağlamak için çatışma ve savaşlardan medet umarken, savaşların getirdiği yüklerden yorgun düşmüş devletler ile ticarî ilişkilerinin zarar göreceğini düşünen önde gelen şirketler artık savaş istemiyorlar. Bu önemli güçler savaşında Türkiye’nin önemi bir kez daha ortaya çıkıyor. Bölgedeki çatışmalara son verecek, huzur ve barışı sağlayacak dinamikleri elinde tutan ülkenin Türkiye olduğu düşünülüyor. Bu sebeple, tüm bu güçlerin İsrail ile görünür bir çatışma yerine, Türkiye üzerinden İsrail ile kavga ettikleri dile getiriliyor. Kısacası, bölgeye yönelik hedefleri örtüşen Türkiye ile küresel güçlerin, şiddet yanlısı bir İsrail’e artık tahammülleri yok. Adalet ve Kalkınma Partili önemli bir yöneticinin medyaya da yansıyan “Ya Netanyahu gidecek, ya biz” sözünü de dikkate alırsak, siyasetin arka planındaki çatışmanın büyüklüğü ortaya çıkıyor. Yakın bir dönemde bölgede büyük bir kırılmanın yaşanacağı muhakkak. Türkiye ve İsrail’de yaşanacak bir hükümet değişimi de bölgenin kaderini uzun vadeli etkileyecek gibi görünüyor.

Yorumlayamayan Bir Gençlik

Geçtiğimiz yıllarda yapılan ve medyada da yer bulan bir araştırmaya göre, dünya genelinde lise düzeyinde en çok bilgi sahibi öğrenciler Türkiye’de bulunuyor. Fakat aynı araştırmaya göre, okulda edinilen bilgiyi yorumlama ve yeniden üretme noktasında dünyanın birçok ülkesinin gerisinde kalıyormuşuz. Bu durum gösteriyor ki, çocuklarımızı bilgi deposu olarak gören ezberci eğitim sistemimiz gerekli-gereksiz her bilgiyi veriyor, fakat sonrası yok. Zira bilginin yorumlanabilmesi için, bilgi üzerinde düşünmek, sorgulamak, farklı bilimsel disiplinler açısından yorumlamak gerekiyor. Bunun olabilmesi için ise kendine özgüveni tam bireyler, sorgulamaya, yorum yapmaya teşvik eden bir eğitim sistemi ve fertlerin düşüncelerini hiçbir çekince duymadan dile getirebilecekleri özgür bir ortamın oluşturulması gerekiyor. Oysa uygulamalar bunun tam tersini gösteriyor. Bilginin yanında düşünce ve yorum da isteyen matematik, felsefe, edebiyat başta olmak üzere bilim dallarında dünya çapında çok fazla değer çıkartamıyor, üniversitelerimizi her yıl yayımlanan “dünyanın en iyi 500 üniversitesi” arasına sokamıyor, bilimsel yayın sıralamasında dünyanın önde gelen ülkelerinin oldukça gerisinde kalıyoruz. Hatta var olan değerlerimizin birçoğunu da ‘beyin göçü’ olgusuna kurban veriyoruz, ülkemizde tutamıyoruz. Bu sorunlarımıza halen ciddi çözümler de bulabilmiş değiliz.Son yıllarda gerek ilk ve orta, gerekse üniversite düzeyinde pek çok eğitim kurumunun devreye girmesi şüphesiz ki olumlu bir gelişme. Fakat eğitim sorununun çözümü sadece bina ve malzeme teminiyle bitmiyor. Asıl çözüm nitelikli eğitimin önünü açacak gelişmiş bir eğitim sistemi ve bu nitelikli eğitim ve öğretimi sunacak nitelikli kadrolardan geçiyor.

Oysa günümüzde öğretmenlik, bu mesleği icra etmek isteyen idealist gençler için dahi cazibesini kaybetmiş durumda. Örneğin Japonya’da en başarılı ilk 500 lise öğrencisi maddi manevi tatmin sebebiyle öğretmenliği seçerken, ülkemizdeki başarılı gençler mecburen farklı meslekleri tercih ediyorlar. Sonuçta, inşa edilen onca okula nitelikli öğretmen bulunamıyor, dersler boş ya da verimsiz geçiyor. Ortaya ise geçtiğimiz ay ÖSYM Başkanı Ünal Yarımağan’ın yaptığı bir açıklamada olduğu gibi, üniversiteye giriş sınavında sorulan ve cevabını ilkokul üç düzeyindeki öğrencinin verebileceği “80 - (12 + 3 + 8) = ?” sorusuna cevap veremeyen 600 bin lise öğrencisi çıkıyor. Yazık değil mi bu ülkenin gençlerine?

Diziler Ne Anlatır?

Bundan birkaç yıl önce bir gazeteci dostum anlatmıştı. Çalıştığı medya kuruluşunda yapılan bir haber toplantısında söz döner, dolaşır ve ABD başkanlık seçimlerine gelir. Henüz ortada bir aday dahi yoktur, fakat seçim sonuçları hem dünya hem Türkiye açısından önemli olduğu için konuşulmaya değer bir konudur. Çeşitli öngörülerde bulunulur. Kimisi Cumhuriyetçilerin seçimi tekrar kazanacağını söyler, kimisi Demokratların... Olası adaylar üzerine de uzun uzadıya tartışılır. Söz, bu anekdotu dinlediğim dostuma gelince, seçimleri Demokratların kazanacağını, üstelik o sıralarda ülkemizde adı henüz duyulmamış fakat ABD siyaset çevrelerinde yükselişte olan Barack Obama isimli bir politikacının başkan olacağını söyler. Siyahlara yönelik ırkçılığın belli seviyelerde halen sürdüğü ABD gibi bir ülkede bir siyahın başkan seçileceğini söyleyen dostuma kimisi şaşırır, kimisi güler. Dostum ise uzun uzadıya iddiasını gerekçelendirdikten sonra, belki birçoğumuzun ilgisini çekmeyecek bir örnekle sözünü tamamlar: “Şu sıralar ABD’de yayınlanan ve oldukça popüler olan ‘24’ isimli diziyi izleyeniniz olmadı mı? ABD’de ilk kez bir dizide siyahî bir başkan belirdi. Sürekli terörizm ile mücadele eden, ulusal güvenliğe ve çıkarlara önem veren, ülkesine, bayrağına içten bağlı, halkının hakkını ve hukukunu her şeyin üstünde gözeten sevimli, güvenilir bir başkan… Kamuoyunu siyahî bir başkana alıştırmayı amaçlayan, toplumun bilinçaltına nüfuz etmeye çalışan bu ayrıntı, sizler için de bir şeyler ifade etmiyor mu?”

Son ABD başkanlık seçimlerini Barack Obama’nın kazandığını düşünürsek, gazeteci dostum hiç de haksız çıkmamış. Adeta “hayat ayrıntılarda gizlidir” sözünü doğrularcasına, belki birçoğumuzun dikkatini dahi çekmeyecek bir detaydan ciddi sonuçlara ulaşabilmiş.

Aslında ABD sinema ve dizi sektörünün, beyaz perde ile kendi halkını ve diğer toplumları etkileme/dönüştürme çabası yeni bir durum değil. ABD ulusal politikalarının dünyada genel kabul görmesine yönelik birçok propaganda filmi biliyoruz. Bunun yanında ABD toplumunu etkileme amacı taşıyan bazı diziler de yakın döneme damgasını vurmuştu. Örneğin; “Dr. House” ile toplumun doktorlara, hastanelere ve sağlık sektörüne duyduğu güven artırılırken, “Sopranos” ile mafyanın aslında başa çıkılabilecek bir olgu olduğu, “Cold Case” ile hukuk ve adalete güven aşılanıp, tüm yurttaşların kanun önünde eşit olduğu fikri ince bir nakış misali toplumsal bilinçaltına işlenmişti.

Peki, bizde durum nasıl? Şimdilik lüks konak ve konutlarda çekilen, birtakım zenginlerin entrikalarla dolu kirli ilişkilerini, ahlâk dışı hayatları ve hikâyelerini aşabilmiş değiliz. Üstelik medyada yer alan haberlere göre, bu içerikteki dizilerimiz en çok izleyiciyi de müslüman Ortadoğu coğrafyasında buluyormuş. Türk dizilerine reyting rekorları kırdıran Ortadoğu halkları, bizim gibi müslüman ama modern, demokratik, laik(!) ülkeye özeniyor, aynı hayatı kendi ülkelerinde de yaşamak istiyorlarmış! Hatta medyada yer alan bazı bilgilere göre, bu yaz ülkemize gelen Arap turistlerde patlama yaşanacakmış!..

Eh ne diyelim; elalem dizisiyle, filmiyle ülke ve dünya yönetiyorken, biz manevi değerlerimizi bozmaktan öte bir işe yaramayan dizilerimiz sayesinde turizmi patlatmanın hayalini kuralım! Bu durum ne kadar böyle devam eder bilinmez. Fakat bir yandan modern dünyaya insanî ve ahlâkî değerler sunma potansiyeli taşıyan, bir yandan da büyük sorunların çözümüyle uğraşan ve bölgesel ve küresel güç olmak gibi bir hedef belirleyen bir ülkenin sinema ve dizi yapımcılarının daha idealist düşünmeleri gerekmez mi?

Kısa Kısa

Ülke gündemini son aylarda meşgul eden anayasa tartışmalarına bir yenisi daha eklendi. Hatırlanacağı üzere CHP, 12 Eylül’de referanduma sunulacak “anayasa değişliği paketi”nin iptali için Anayasa Mahkemesi (AYM)’ne başvurmuştu. Hemen ardından, konu hakkında konuşan AYM Raportörü ve Demokrat Yargı Eşbaşkanı Osman Can, AYM’nin paketi sadece şekilden görüşebileceğini, şekil adı altında esastan inceleme yapamayacağını, görüşülen paketin şekil itibariyle bir sıkıntısının olmadığını, haliyle paketin iptalinin hukuku ve Meclis’in iradesini çiğnemek olacağını, bu sebeple AYM’nde aksi bir karar çıkarsa, Bakanlar Kurulu’nun bu kararı resmi gazetede yayımlamayarak yok sayıp, Meclis’i ve milli iradeyi AYM’ne karşı koruması gerektiğini dile getirdi. Can’ın bu açıklamasının ardından kamuoyunda farklı görüşler dillendirildi. Bir grup hukukçu, kurumlar arası çatışma doğacağı düşüncesiyle bu fikre karşı çıkarken, bir diğer grup ise AYM’nin anayasayı çiğnemesi durumunda milli iradenin mahkemeye karşı korunmasız kalacağı, bunun, mahkemenin kendisini milli iradenin üstünde görmesi anlamına geleceğini belirttiler. Konu hakkında konuşan hükümet yetkilileri ise, bu meseleyi çözecek olanın halk olduğunu belirtip, erken seçimin sinyalini verdiler.

***

Son aylarda artış gösteren terör olayları, geçtiğimiz ay tam anlamıyla zirve yaptı. Hatay, Hakkari, Elazığ gibi çeşitli illerde gerçekleşen PKK baskınlarında 40’a yakın asker şehit oldu. Yoğun bir tepkiyle karşılanan saldırılar sonrası Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ülkenin birliğine, huzuruna, kardeşliğine, hükümete yönelik bulduğu saldırıları lanetleyerek, bu sorunu çözmek için açılımların süreceği mesajını verdi.

***

İngiliz petrol şirketi British Petrol (BP)’nin Meksika Körfezi’nde bulunan petrol çıkarma platformu büyük bir patlamayla okyanusa gömülmüş, milyonlarca varil ham petrol okyanusa yayılarak büyük bir çevre felaketine neden olmuştu. İnsan eliyle gerçekleşen bu en büyük çevre felaketinin etkileri büyük bir alanda halen etkisini sürdürüyor. Patlamadan bugüne değin hisseleri üçte bir oranında değer kaybeden şirketin piyasa değerinin 67 milyar dolar azaldığı ifade ediliyor.  BP, çevre felaketinin mağdurlarına 20 milyar dolarlık bir ödeme vaat ederken, petrol temizleme maliyeti nedeniyle şirketin önümüzdeki beş yıl içinde batma olasılığının ise yüzde 35 olduğu belirtiliyor. Fakat bu felakette asıl kaybedenin tabiat yani dünya olduğu olabildiğince gözden kaçırılmaya çalışılıyor.