๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Dün Bugün Yarın => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 08 Temmuz 2011, 22:05:03



Konu Başlığı: Wikileaks Diplomasi ve Tarih
Gönderen: Zehibe üzerinde 08 Temmuz 2011, 22:05:03
Dün Bugün Yarın


Ocak 2011 145.SAYI



Sadık ILGAZ
kaleme aldı, DÜN BUGÜN YARIN bölümünde yayınlandı.


Wikileaks, Diplomasi ve Tarih

Wikileaks isimli internet sitesi geride bıraktığımız Kasım ayında önemli bir habercilik başarısına imza attı. ABD Dışişleri Bakanlığı’na ait yaklaşık 251 bin gizli belgeyi ele geçirerek yayımlamaya başlayan site, birçok tartışmayı da beraberinde getirdi.

Bu tartışmalardan biri de ülkelerin diplomasi sistemlerinin işleyiş biçimiydi. Wikileaks’in yayınladığı belgelere göre ABD’li diplomatlar, görev yaptıkları ülke ve siyasetçileri hakkında ABD’nin dış siyasetini etkileyecek kritik bilgilerin yanı sıra, çok sayıda dedikoduyu da ABD Dışişleri Bakanlığı’na iletmişlerdi. Bu gerçeğin ortaya çıkmasıyla birlikte medyamız doğal olarak bizim diplomatlarımız ve diplomasi sistemimizin işleyişi de benzer karakter mi taşıyor, yoksa daha farklı bir tarza mı sahibiz sorusunu sordu.

Şu günlerde tartışmaları süren bu güncel konuyu biz de köklü bir diplomasi tarihimiz olması nedeniyle, tarihten bir örnek ile işleyelim istedik. Bu sebeple, daha önce de bir vesile ile köşemize konuk ettiğimiz (Semerkand, Mayıs 2009) Osmanlı Devleti’nin Avrupa’ya gönderdiği ilk fevkalade büyükelçisi olan Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin Fransa’daki elçilik görevi sırasında yazdığı sefaretnameden (diplomat günlüğü) alıntılarla ele aldık. Diplomatların siyasal, toplumsal ve ekonomik bilgiler dışında merkeze ne tür bilgiler geçebildiğine yönelik tarihte neler olup bittiğine baktık.

“Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin Fransa Seyahatnamesi” (Hayat Tarih Mecmuası Yayınları, İstanbul, 1970) adlı kitapta yer alan oldukça ilginç bazı bölümleri Şevket Rado’nun sadeleştirmesiyle sunuyoruz.

Kral ile şakalaşma

Lala Merşal [Mareşal François de Villeroi], ziyafet tertip edüp bizi davet eyledi. Kral sarayında olmakla ol mahalle vardık. Bize büyük ikramda bulundu. “Kralı görmekden hazzeder misiz?” deyu sual eyledi. Biz dahi: “Zahir o da bir padişahtır. Padişah görmeden hazzolunmaz mı?” diyerek memnun olacağımızı belli ettik. “Hele yemek hazır oluncaya dek size Kralı seyrüttirelim” deyu elimize yapıştı, gittik.

Kralı (15. Louis) daha önce Nâme-i Hümâyûn’u teslim ederken buluştuğumuz Divanhanede, tahtında bulduk. Birkaç beyzâde ile sohbet ederlermiş. Lalasıyle bizi görünce tahtından inüp bize doğru döndü, buluştuk. Ayak üzerinde birçok dostane sözler söyleştik, latifeler ettik. Hançerimizi, elbisemizi birer birer temâşâ eyledi. Lala Merşal: “Kralımızın güzelliğine ne dersiz?” deyu sual eyledi. “Maşallah” dedik. “Henüz onbir yaşında, dört aylıktır. Şimdi bu boyu bosu ile hiç güzel olmaz mı? Hem saçları da takma değildir, bakın?” deyu Kralı tutup arkasın çevirdi. Biz dahi saçlarına yapışıp ohşadık. “Yürüyüşü dahi güzeldir. Şöyle yürüyünüz, görsünler!” dedi. Kral dahi Divanhane ortasına değin yürüyüp yine avdet eyledi. “Daha süratli hareket eyle, koştuğunuzu dahi görsünler!” dedi. Kral dahi koşarak Divanhane ortasına varıncaya kadar seğirtip avdet eyledi. Merşal: “Beğendiniz mi?” deyu sual eyledi. Biz dahi: “Bârekallah (Allah mübarek etsin)” deyu cevab eyledik.

Operada bir gece


Paris şehrine mahsus bir oyun varmış. Opâre derler imiş. Acaip san’atler gösterirmiş. Ol şehre mahsus imiş. Şehrin kibarları varırlar, Vasi [Lala] dahi ekseriya varır, Kral bile ara sıra gelir imiş. Bir gün bizi Vasi Merşal davet eyledi. Anı seyre gidecek olduk. Vasinin sarayına bitişik bir yere vardık. Ol saray mahsus Opâre için yapılmış. Rütbesine göre herkesin mahsus oturacak yerleri var.

Bizi Kralın oturduğu yere götürdüler. Kırmızı kadife ile döşenmiş idi. Vasi Merşal dahi gelmiş, yerinde otururdu. Her taraf erkek ve kadın ile baştan başa dolmuş idi. Ve yüzden fazla çeşitli saz hazır idi.

[…]

Önümüzde, sazendelerin olduğu mahalde, işlemeli bir büyük perde asmışlardır. Tamam yerleşildikten sonra birden bire ol perde kaldırılup ardından bir büyük saray zuhur eyledi. Sarayın avlusunda oyuncular kendilerine mahsus elbiseleriyle ve yirmi kadar peri yüzlü kız pırıl pırıl taşlı elbise ve fistanlarıyle meclise tekrar parıltılar salup sazlar dahi hep birden nağmeye giriştiler. Bir müddet raksolunup sonra Opâreye başladılar.

Bunun aslı bir hikâyeyi canlı göstermek. Her hikâyeyi bir kitap edüp basmışlar. Hepsi otuz kitap olmuş. Her birinin adı var. Her mecliste bir başka hikâyeyi henüz oluyormuş gibi gösterdiler.

Bizim olduğumuz mecliste bir padişah var imiş. Bir başka padişahın kızına âşık olup istemiş. Amma kızı dahi bir başka padişahın oğluna âşık imiş. Aralarında geçen halleri ayni ile gösterdiler. Meselâ padişah kızın bahçesine varacak oldu. Önümüzdeki saray bir anda kaybolup yerinde bir bahçe zuhur etti ki limon ve turunç ağaçlarıyle dolu idi.

[…]

Sözün kısası, o kadar şaşılacak şeyler gösterdiler ki, tâbiri kabil değildir. Gök gürlemeleri ve şimşekler gösterdiler. Görülmedikçe inanılmayacak acaiplikler ve gariplikler temâşâ olundu. Hele aşk hallerini öylesine gösterüp icrâ ettiler ki, gerek padişahın ve gerek kızın ve gerek kralzadenin tavır ve hareketlerine bakıldıkça insanın acıyacağı gelirdi.

Kral’ı uykusunda izliyorlardı

Kadın ve erkek, kimi ziyaret, kimi seyretmek maksadıyle kalabalık halinde gelüp, hususan yemek yediğimizi görmeyi pek isterler idi. “Filan kimesnenin kızı veya filânın karısıdır, yemek yidiginüze bakmağa izninizi rica eder” deyu haberler gelüp, kimini def’edemeyüp nâçar ruhsat verirdik.

Perhizleri vaktine rastladığı için kendileri yemek yemeyüp sofranın etrafını çevirüp seyrederlerdi. Hatırları için sabrederdik. Onlar ise yemek seyretmeyi âdet edinmişler. Faraza kralın yemek yediğini seyretmek isteyen, varup seyretmesine izin alır, âdetleri böyle imiş. Daha garip olanı bu ki, kral yatağında nasıl yatar ve nasıl kalkar ve nasıl giyinir, seyr ü temaşa ederler imiş. Bu yüzden bize dahi bu türlü tekliflerde bulunarak ağırlık verirlerdi.

Paris’te ramazan

Ramazan-ı Şerif geldi, oruç tuttuk ve giceleri, cemaatle Teravih namazı kıldırdık. Bu esnada Merşal gelüp âyan ve ekâbirden selâm getürüp “Rica ve niyaz ideriz ki, hanımlarımız gelüp iftar eyledüğünüzü ve yemek yidüğünüzü seyretmek isterler. Eğer ki izniniz olursa cümlemizi sevindirirsiniz ve belki Kralımız dahi hazzeder” dedi.

Çaresiz kalup: “Elimizden ne gelür, hoş geldiler, safa geldiler” dedik, gitti. Onı gördüm ki, akşama yarım saat kaldıkda bir iki yüz avret, altın ve ziynet içinde ve elmaslara batmış halde gelüp karşu be karşu sandalyelere oturdular. Gûya konağımız kadınlar evine dönüp doldu, taştı. Sonra, etrafımızda olanlardan dahi iznimizi haber alanlar bir taraftan gelmede. Birkaç bin kadın içinde kaldık. Sanki düğün evine döndü.

Hele her ne hal ise bu azâbı çeküp iftar ettük ve yemek yedük. Bundan sonra Teravih namazını gece edâ eyledük. Bunlar, Teravih kıldığımızı ertesi günü haber almışlar. Yine iftara yarım saat kalınca bir iki bin avret kızlar çıkageldiler. Her biri şekerleme ve çörekler getirdiler. İftar ve taam eyledik. Bunlar gitmezler, saat üçe varınca otururlar. Meğer bunlar namazı beklerler imiş. Çare yok, abdest alup namazı kıldık. Tekrar izin istediler. Her gece bunlar gelüp iftar ve taam ile namazımızı temâşâ etmek için yalvarır oldular, izin verdük. Cemaatle oturup gece Teravihi tamam edâ idüp ilâhîler ve tesbihlerle bütün kadınlar bizleri seyretti ve hayran oldular.