๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Dosya Yazıları => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 25 Mayıs 2012, 14:31:37



Konu Başlığı: Şükrü Hanioğlu
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 25 Mayıs 2012, 14:31:37
SÖYLEŞİ: ŞÜKRÜ HANİOĞLU
Ali AYÇİL • 43. Sayı / DOSYA YAZILARI


Prof. Şükrü Hanioğlu: İstanbul Üniversitesi Siyaset Bilimi ve İktisat bölümlerinden mezun oldu. Doktorasını yine aynı üniversitede yaptı. Tez konusu, "İttihat ve Terakki'nin kurucularından Dr. Abdul Cevdet'in fikirleri ve siyâsi faaliyetleri" başlığını taşıyordu. İttihat ve Terakki üzerine geniş araştırmalar yapan Hanioğlu hâlen Princeton Üniversitesi Yakın Doğu Çalışmaları Bölümü, "Son Dönem Osmanlı Tarihi" Bölüm Başkanlığı görevini sürdürmektedir

Şükrü Bey, İttihat ve Terakki’yi ve 1908 İhtilali’ni konuşmadan önce, bu hareketlerin insan malzemesini biraz açıklığa kavuşturalım isterseniz. Osmanlı Devleti’nin geleneksel yapısı içinde devletten nispeten bağımsız bir aydının ortaya çıkışı Tanzimat’la mı başlıyor? Mesela bir Koçi Bey’le, Namık Kemal arasında nasıl bir fark var?

Osmanlı Tarihi’nin nerdeyse sonuna kadar devletten tamamen bağımsız bir aydın tipinin var olduğunu söylemek güç. Sizin söylediğiniz gibi Namık Kemal’le Koçi Bey arasında bütün bu döneme baktığımızda bir farklılaşma görüyoruz. Devletle ilişkide de belirli bir farklılaşma var. Ama mesela bir Rus intelijantsiyasıyla kıyaslayacak olursak, bu anlamda bağımsız bir intelijantsiya çıkmıyor Osmanlı toplumunda. Yani Namık Kemal de devlet hizmetinde olan bir insan, devletle özel ilişkisi olan bir insan. Devlet de onunla olan ilişkisini farklı bir şekilde görüyor. Aynı şekilde Abdullah Cevdet Bey ve Rıza Bey de devletle ilişkisini benzer şekilde görüyor. Namık Kemal affedilip yurda döndüğü zaman çeşitli komisyonlarda çalışmasında bir sakınca görülmüyor mesela.

Devleti devletten daha fazla seven bir aydın zümresi var diyebiliriz o zaman…

Öyle tabi. Bir yerde bakıyorsunuz Namık Kemal en önemli muhaliflerden biri olarak görüldüğü zaman bile yurda döndüğünde bir yere mutasarrıf olarak atanıyor. Devlet “Bu adam bana karşı bir şey yapar mı?” diye düşünmüyor. Böyle bir durum şu an gerçekleşse, devlet bu kişilere aynı muameleyi yapmaz. Bu anlamda devletle aydın arasında çok değişik bir ilişki var. Özellikle Avrupa ve Rusya ile kıyaslayacak olursak… Kendi kendine bağımsız dergi çıkaran, bu derginin geliri ile geçinen ve devletten tamamen bağımsız insanlar yok Osmanlı toplumunda.

Özellikle Yeni Osmanlılar Dönemi’nde kalemlerde çalışan ama Bab-ı Âli’de yüksek bir yer tutamayacağını düşünen aydınlarla yüksek bürokrasi arasında sınıf kavgası diyebileceğimiz bir durum var mı?

Evet, Yeni Osmanlılar Dönemi’nde bunu görmek mümkün. Ama bu hareket içinde Ziya Paşa gibi üst kademelere gelmiş insanlar da var. Tekil olarak buna indirgemek bence zor. Şunu da göz ardı etmemek lazım; biz Yeni Osmanlılar Hareketi’ni Şerif Mardin’in kitabı yayınlanana kadar hep modernleşme hareketinin bir halkası olarak gördük. Türkiye’de hâlen Yeni Osmanlılar Hareketi yenileşme hareketinin bir halkası olarak görülüyor. Birçok insan da Jöntürkler’le Yeni Osmanlılar arasında bir fark olmadığını, bu iki hareketin birbirinin devamı olduğunu düşünüyor. Hâlbuki Yeni Osmanlılık, bürokrasi içerisindeki yerlerinden rahatsız oldukları kadar toplumda Tanzimat sonrası siyasetlerin ortaya çıkardığı değişiklik ve dönüşüme duyulan tepkileri dile getiren bir hareket. Yeni Osmanlılar Hareketi, bir anlamda devletin klasik temellerine dönülmesini, kanunların fıkha dayanmasını isteyen ve Avrupa kurallarının alınmasına karşı çıkan bir hareket. Bundan zarar gören grupların duyduğu tepkiyi dile getiren bir hareket. Hâlbuki biz, meseleye yalnızca modernleşme perspektifinden bakıyoruz. Oysa bunların savunduğu çok farklı bir modernizm. Yani kanunların fıkha dayandırılması, Avrupa’dan kaynak alımından vazgeçilmesi, yerli sanayinin teşviki, gümrük duvarlarının yeniden yükseltilerek yerli sanayinin korunması gibi şeylerin gerçekleşmesini istiyorlar. Tanzimat sonrası geçekleşen dönüşüme tepki duyan grupların hislerine bir anlamda tercüman oluyorlar. Bence Yeni Osmanlı Hareketi, bizim yakın tarihimizde çok özel ve önemli bir hareket. Yeni Osmanlılık’ı, Jöntürkler ve İttihat-Terakki hareketleri gibi lineer bir çizginin halkalarından biri olarak görmemek lazım.

Namık Kemal sonradan çok yüceltilmiş bir insan.

Namık Kemal’in yüceltilen fikirlerine bakacak olursak vatan fikri, bir çeşit Osmanlılık fikri, sonra bazı yerlerde Türkçe atıflarda bulunması ve hürriyet şairi olması gibi etkenlere bağlanır. Hâlbuki Namık Kemal, İslam Hukuku’nun ön plana çıktığı zamanlarda Kanun-i Esasi’nin İslamî prensipler temelinde ele alınmasını farklı şekillerde söylüyor.

Merkezinin nerde olduğunun farkında olan bir aydın var hâlâ. Yani merkez devlettir, Osmanlı sistemidir. Batılılaşma’yı da bu merkezin tahkim edilmesi olarak düşünüyorlar sanırım...

Tabi bu mümkün, olağan bir şey. Yalnız ben gitgide devletten bağımsızlaşan bir aydından ziyade devletle ilişkisini hep sürdüren ama bu ilişkide devletin ileri gitmesi için farklı senaryolar öneren jenerasyonlar görüyorum. Yeni Osmanlılar’la Jöntürkler arasına bir çizgi çekmek lazım. Çünkü bu ikisi çok farklı hareketler.

Genç Osmanlılar’dan, Jöntürkler’den İtthat ve Terakki’ye geçiş 20 yıllık bir süreci ihtiva ediyor. Sanki bir sükûnet dönemi gibi…

Zamanı küçümsememek lazım. Tarihî bir olaya baktığımızda 20-30 yıl kısa bir süre imiş gibi geliyor. Ama mesela Türkiye’nin 1960’lardaki gündemi ile 1990’lardaki gündemi bir değil. Türkiye’nin 1960’lardaki entelektüellerinin tartıştığı meseleler ve o dönemde yaşanan olaylara yaklaşımı ile 90’lardaki yaklaşımı bir değil. Çok büyük farklılıklar var.

Genç Osmanlılar’daki düşünceye dayalı hareket anlayışından İttihat ve Terakki’deki eyleme dayalı hareket anlayışına geçilmesi birden bire olmuyor değil mi?

Birdenbire olmuyor. Hatta birtakım ara insanlar var, Ahmet Rıza Bey gibi. Ahmet Rıza Bey Yeni Osmanlı Hareketi’ne katılacak kadar yaşlı değil ama Jöntürklerin birçoğundan 10-15 yaş büyük olan bir insan. Mesela Ali Şefkati gibi yine Osmanlılar’ın son döneminde yetişen biri var; Jöntürklüğün de ilk dönemlerinde yer alıyor. Ama Jöntürk Hareketine bakıp, “1905’te nasıl böyle bir eylemciliğe dönüştü?” sorusunun cevabını bulmak istersek, burada da iki jenerasyon görürüz. Birincisi Erken Jöntürk Jenerasyonu; 1880’lerin sonunda birtakım okullarda bu hareketleri örgütleyen insanlar var. Temelde entelektüel bir hareket olarak kalıyor. Bu insanların dergilerini okuduğumuzda entelektüel kaygıdan izler görüyoruz. Bunlar 1905’e kadar yapılan işler. 1905’ten sonra yeni bir jenerasyon başlıyor. Bu yeni jenerasyon 1860’ların sonunda doğan bir grup. Daha sonraki jenerasyon 1880’lerde ortaya çıkıyor. Enver Paşa gibi.

İkinci jenerasyonda Ahmet Rıza Bey ve Sabahattin Bey gibi birbirinden farklı düşünen insanlar var. Bu ayrışmalarda bahsettiğiniz geçmişin de tesiri oluyor mu acaba?


Biz Sabahattin Bey-Ahmet Rıza tartışmasını ya sosyolojik bir tartışma olarak görüyoruz ya da bir çeşit kişisel tartışma olarak. Hâlbuki politik olarak baktığımızda bu ayrışmanın başka bir önemi de var. Mesela Sabahattin Bey’e destek veren Makedon komitacıları, Sabahattin Bey’i kendilerine daha yakın görüyorlar. Çünkü savunduğu tez bir bakıma onların istediği şeyler. Devletten otonomi isteyen, yönetime katılmak isteyen bir grubun beklentilerine yakın şeyler vaad ediyor Sabahattin Bey. Dolayısıyla bir anda İttihat ve Terakki gibi merkeziyetçiliği güçlendirme ve Türkçü bir ideoloji çerçevesinde bütün imparatorluğu kontrol altına alma fikrini savunan gruplara karşı “Hayır. Biz bu gruplara otonomi verebiliriz. Bu şekilde daha dengeli daha iyiye dönüşen bir yönetimimiz olur” diyen bir görüşe dönüşüyor. Temelde sosyolojik tartışmalar sonucu ortaya çıkan bu durum, Dr. Rıza Bey ile Sabahattin Bey arasında kişisel bir tartışama şekline dönüşüyor ama temelde çok politik bir tartışma.

İttihat ve Terakki, İstanbul’da ilk kez hangi koşullarda nasıl teşkilatlanıyor?

Bence bir değil birkaç tane İttihat ve Terakki’den bahsetmek mümkün. Bir tanesi öğrenciler arasında kurulan ve adı İttihad-ı Osmanî olan bir grup. Bu grubun çok da ciddiye alınacak bir tarafı yok. Her zaman görebileceğimiz türden bir oluşum bu. Odun yığınları üzerinde vatanı nasıl kurtarabileceklerine yönelik fikirler ürettikleri bir örgüt. Bir takım örgütsel faaliyetlere geçiş çabası aranıyor. Ama bu yapı fazla anlamlı ve ciddi örgütsel yapıda bulunan bir oluşum değil. İkincisi 1895’ten beri şekillenen İttihat ve Terakki Cemiyeti ki, deyim yerindeyse bu bir şemsiye örgüt. Yani bunun altında her türlü grup, her türlü fraksiyon bulunuyor. Eğer bir Jöntürk hareketi varsa, bunun içinde yer alıyor. Hiç kimse de bunun tam dışına çıkmıyor. Mesela Ahmet Rıza Bey işin merkezinde. “Nizam ve Terakki” bunun bir sloganı olarak yayınlanıyor. Diğer taraftan Hoca Muhittin, cemiyetin Kahire şubesi adına Kanun-i Esasi Dergisi’ni yayınlıyor. Bir taraftan icraatçı adı verilen bir takım gençler Ahmet Rıza Bey’in pozitivist fikirlerine karşı “Eylem yapalım, sultana suikast hazırlayalım” gibi düşüncelerle ortaya çıkıyorlar, diğer taraftan Alman popüler materyalizmini benimsemiş doktorlar “nasıl bilimsel toplum kurarız?” fikrini tartışıyor. Sonra yine İbrahim Temo gibi Arnavut milliyetçiliğine yakın insanlar var. Bütün bu insanları barındıran bir şemsiye İttihat ve Terakki.

Merkezî bir akıl, bunların arasında bir organizasyon sağlıyor mu, yoksa yalnızca bir şemsiye örgüt mü?

Bir yerde sağlayamıyor. Bakıyorsunuz Mizancı Murat Bey çok farklı şeyler söylüyor; Cemiyetin Cenevre şubesinin idaresini ele alıyor. Bunun üzerine Ahmet Rıza Bey diyor ki “O zaman ben de Paris idaresini elime alırım”. Bu gibi farklılıklar ortaya çıkıyor. Aynı tarihlerde yayınlanan “Mizan ve Meşveret”leri incelediğimizde çok farklı söylemlerle karşılaşırız. Bunların aynı cemiyetin yayın organı olduğunu bilmeyen bir kimse, “çok farklı cemiyetler tarafından neşredilen yayın organları” diyebilir. 1902 Kongresi’nden sonra örgütün ve bütün Jöntürk Hareketi’nin yaşadığı bir çöküş dönemi var. Bu arada bir darbe girişimi oluyor. Başarısızlıkla sonuçlanıyor. Bunu da Sabahattin Bey yapmaya çalışıyor. 1905’ten sonra Jöntürk Hareketi’nde birçok bölünme var. Fakat o tarihlerden sonra bir gruplaşma ortaya çıkıyor. Kendilerine “icraatçı” adını veren insanlar, yani Ahmet Rıza ve kendilerine pozitivistler diyen bir grup arasında koalisyon var. Bu fazla da işleyen bir koalisyon değil. Dr. Bahattin Şakir Bey Paris’e geldiği zaman bu organizasyonu yeniden eylemci bir hâle getiriyor. Üçüncü İttihat ve Terakki Cemiyeti de bu (ki adını Terakki ve İttihat olarak değiştiriyor, bu ihtilâli yapan cemiyettir aynı zamanda). Dolayısıyla 1908’in köklerini 1880’lerde ve 1895’te çok fazla bulamıyorsunuz. 1908 İhtilali’nin kökleri ve 1908’den sonra iktidara gelen İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ideolojik yapısını aslında 1905’ten itibaren görmek mümkün. Bu anlamda Dr. Bahattin Şakir ve ona yardımcı olan Dr. Nazım, aslında gerçek anlamda İttihat ve Terakki’nin yani üçüncü İttihat ve Terakki’nin kurucuları ve modern İttihat ve Terakki’nin bir anlamda mimarları. Bu tarihten itibaren gerçekleşen başka bir olay daha var: Hareket içerisindeki entelektüellerin gitgide hareketin uçlarına kayması ve onların yerine bu çeşit komiteciliği savunan kişilerin geçmesi.

1905’ten 1908’e yani II. Meşrutiyet’in ilanına kadar geçen sürede Enver, Cemal ve Talat Paşalar’ın ön plana çıkması birden bire mi oluyor?

Hayır. Biz bu meseleyi biraz abartıyoruz. Şunu söyleyeyim, perde arkasında Dr. Nazım ve Dr. Bahattin Şakir, işin organizasyonunu götürmeye devam ediyorlar. Komitenin organizasyonuna Talat Bey de aynı şekilde katılıyor. İttihat ve Terakki’nin iktidara geçmesi ve uyguladığı belirli politikalar sonuçta zorunlu olarak birtakım figürleri ön plana çıkarıyor. 1910 yılında cemiyetin üye sayısı 850 bin civarındadır. Böyle bir teşkilatı idare etmek de zor. Dr. Bahattin Şakir ve Dr. Nazım bu organizasyonun iplerini elinde tutan insanlar. Pek çok İttihat ve Terakki liderinden daha etkili olan insanlar. Mühim karaların alınmasında, uygulanmasında ve organizasyonun hedeflerinin değiştirilmesinde önemli işler yapan değişik kişiler var. Bu anlamda İttihat ve Terakki için üçlü liderlik ya da tekli bir liderlikten bahsetmek mümkün değil. Biz bu kanıya popüler olduğu için varıyoruz.

İttihat ve Terakki’nin Masonluk’la ilişkisini öne çıkaranlar da var. O günkü koşullarda Masonluk, İttihat ve Terakki içerisinde belirleyici bir etkiye mi sahipti?

Masonluğun İttihat ve Terakki üzerinde belirleyici bir etkisinin olduğuna inanmıyorum. Bu bir anlamda I. Dünya Savaşı’nda İngilizlerin kullandığı bir söylem. İttihatçı liderleri kendi kamuoylarında zor durumda bırakmak için ortaya atılan bir görüş. Bu teşkilatlanmanın Mason localarını kullandıkları bir gerçek. Ama şöyle bir düşünce geliştirmek yanlış olur; “Bu insanlar Mason oldukları için böyle yapıyorlar ya da Masonların desteği ile hareket ediyorlar”. İttihat ve Terakki çok farklı insanları ortak bir zeminde buluşturabilen bir hareket. Musa Kazım da İttihat ve Terakki’ye yakın bir insan, göğsünde Kur’an taşıyan Enver Paşa da İttihat ve Terakki’nin içerisinde. Birbirlerinden oldukça farklı kişilikler taşıyan Dr. Bahattin Şakir ve Talat Paşa da bu yapılanmanın içerisinde. Dolayısıyla bu yapılanmayı Masonluğun şekillendirdiği bir örgütmüş gibi ifade etmek yanlış olur. Dediğim gibi bu bir İngiliz propagandası. Cemiyeti kötülemek için kullanılmış bir ifade...

Şükrü Bey, İttihatçıların 1908’de başarıyla sonuçlanan bir müdahalesi var: İnkılâb-ı Azîm.  Bunu o dönemin diğer ihtilalleriyle karşılaştırdığımızda ne tür benzerlikler ya da farklılıklar çıkıyor ortaya?

Bunlarla kıyaslayacak olursak önemli bir hareket. İttihatçılar da bunu çok önemli bir hareket olarak değerlendiriyorlar. İnkılâb-ı Azîm olarak ifade ediyorlar. O zaman kullanılan meşhur bir söylem var, “Temmuz ayı ihtilâller ayıdır”.  4 Temmuz Amerikan bağımsızlığı, 14 Temmuz Fransız İhtilali, 24 Temmuz da İnkılâb-ı Azîm. Dünya Tarihi’nin üç büyük olayından biri olarak sunuyorlar bunu. Bu abartılı bir şey. İkinci olarak 1905 Rus İhtilali’ne ya da 1906 İran İhtilali’ne göre daha az değişikliğe yol açan bir ihtilâl. Mesela Rusya’da Çar sonunda pes ediyor ve Duma’yı açmak zorunda kalıyor. 1906’da İran’da ilk defa meclis ve Anayasal Monarşi’ye geçiliyor. Bizde istenen 1876’da ilan edilip 1908’de feshedilen anayasal sistemin yeniden yürürlüğe konulması.

Bundan dolayı mı “muhafazakâr eylemcilik” diyorsunuz?

Tabii ki. Muhafazakâr eylemcilik sistemi tamamen değiştirmeyi planlayan bir eylem değil. Tamamen bir restorasyon. Muhafazakâr eylemcilik denilmesinin nedeni 1908 Hareketi’nin statükoyu tamamen korumaya çalışan bir hareket olması. 1908 Hareketi’nin temel tezi Abdülhamid yönetiminin bu işi yürütemeyeceği, Makedonya’nın elden gittiği, Makedonya elden giderse Arnavutluk’un da elden gideceği ve bundan sonra bütün Avrupa ile irtibatımızın kesileceğidir. Bundan sonra da biz bir Asya Devleti, bir aşiret devleti hâline geliriz ve bu bizim sonumuz olur. Buradan bakacak olursak, bu çok muhafazakâr bir ihtilâl. Bu ihtilâl için İttihat ve Terakki’nin diğer unsurlarla pazarlık yaptığı söylenir. Pazarlıklarını da sürdürürken bu muhafazakârlığı çok iyi görüyoruz. Mesela 1907’de Ermeni Taşnak Sutyun Partisi ile pazarlık yapılırken eylem programı tartışılıyor. Taşnak Sutyun’un isteklerinden bir tanesi ahaliyi askere gitmemeye teşvik etmek. İttihatçılar ülkenin dört bir yanının düşmanlarla çevrili olduğunu söyleyerek bunun mümkün olmadığını ifade ediyorlar. Ordunun her zamankinden fazla kuvvetli olması lazım. Bu çok muhafazakâr bir görüş. Taşnak Sutyun Örgütü’nün elemanları “Siz çok muhafazakârsınız. Nasıl işbirliği yapacağız sizinle?” diyorlar. Sami Paşazade Sezai Paşa şu cevabı veriyor: “Biz kızıl olamayız. Bizden böyle şeyler beklemeyin”. İttihat ve Terakki zihniyeti çok statükocu ve muhafazakâr bir zihniyet.

Diğer devrimlerde statüko karşısında halkı temsil eden bir tutum var. Fakat 1908’de böyle bir tutum göze çarpıyor mu?

Türkiye’de son zamanlarda bir eğilim başladı. O da 1908’i bir çeşit 1789 hâline getirme fikri. Hâlbuki İttihat ve Terakki evrakını incelediğimizde böyle bir şey olmadığını açıkça görüyoruz. 1908, bir halk hareketi değil. Tam tersine 1905 yılında Kastamonu’da başlayan, daha sonra Trabzon, Erzurum, Van gibi Doğu vilayetlerinde ortaya çıkan vergi isyanı ile karşılaştırdığımızda, 1908 Hareketi’nde toplu talepler dile getirilmiyor. Hareketten sonra toplumsal talepler dile getirilince İttihat ve Terakki buna karşı tavır alıyor. “Herkes işinin gücünün başına dönsün, burada devlet yönetiyoruz” gibi cevaplar veriliyor. Bir takım vilayetlerde birileri çıkıp “Biz vergi vermiyoruz” deyince, “Yapmayın. Hürriyet var ama vergi vermezseniz nasıl hizmet edeceğiz?” diye de bunlara telkinlerde bulunuyorlardı. Bu kimseleri teşvik etmek şöyle dursun, önünü almaya çalışıyorlardı. Bence 1908’i popüler ihtilâl hâline getirmeye çalışarak hata yapıyoruz. 1908 İhtilali’nin 1905 ve 1907 Hareketleri ile bir ilgisi yok. İttihat ve Terakki çok istemesine rağmen bu hareketlere katılamıyor. İkinci olarak da bütün İttihat ve Terakki evrakının ortaya çıkardığı gibi, aynen Taşnak Sutyun şeklinde örgütlenen eylemci bir örgütün subaylar kanalıyla gerçekleştirdiği bir ihtilâl.

Çeteler yoluyla başarılmış ilk ihtilâldir diyorsunuz…

20. yy için evet. İttihatçılar çete örgütlenmesiyle iktidara gelebileceklerini düşünmüşler ve bu planı uygulamışlardır. Günümüzde “Çete” kelimesi olumsuz bir anlamda kullanıldığı için, bazı insanlar “İttihatçılar için neden ‘Çete’ deniyor?” diye soruyor. Hâlbuki “Çete”, o dönemde kötü bir anlama gelmiyor. Yunan çeteleri, Bulgar çeteleri, Makedon çeteleri… Yunan, Bulgar ve Makedon ahâli tarafından kendi örgütleri olarak görülüyor. Millî bir mânâ arzediyor. Bunun yanında Ahmet Rıza Bey 1907 yılında yayınlanan ünlü makalesinde bizatihî “Çete” tabirini kullanıyor. Açıkçası, bu insanlar bir çete örgütlenmesiyle iktidarı değiştirmek istiyorlar. Çete talimatnameleri yapılıyor. Çetelerin nasıl teşkil edilebileceği tartışılıyor. Bunları İttihat-Terakki mensubu subaylar yapıyor. “Çetelerin teşkil-i lüzumuna dair açık mektup” başlıklı makale, Şurayı Ümmet Gazetesi’nde yayınlanıyor. Dolayısıyla “İttihat ve Terakki’nin çeteyle alâkası yok” demek tuhaf olur.

Yönetme imkânını elde ettiklerinde neleri uygulayacakları konusunda bir planları var mıydı?

Her şeyin planlandığı kara kaplı bir kitap yok. Ama 1905-1908 yıllarında Şurayı Ümmet’teki tartışmalara baktığımızda, İttihat ve Terakki’nin gizli muhaberatını gördüğümüzde ciddi bir planın olduğunu anlıyoruz. Türk unsurunun imparatorlukta ön plana alınması, merkeziyetçiliğin artırılması ve dış ülkelerle ilişkilerde daha az taviz veren, yabancı müdahalesine karşı çıkan yöntemler izlenmesi gibi planları görmek mümkün. Plansız-programsız iktidara gelindi diyemiyorsunuz.

İttihat ve Terakki’nin kafasındaki plan Tek Parti olmak. İlk yaptıkları işlerden biri de “Sabattin Bey’in örgütü bize bağlandı” iddiasını ortaya atmak. Tabi Sabattin Bey bu yalanı reddediyor. Diğer örgütlere de diyorlar ki “Artık herkesin işi bitti. Gelin bize katılın. Tek örgüt olsun. Kadın sorunlarıyla ‘kadın şubesi’; din meseleleriyle ‘ulema şubesi’ ilgilensin. Esnaf sorunlarıyla da İttihat ve Terakki’nin ‘esnaf şubesi’ ilgilensin”.

Zaten İttihat ve Terakki’nin baskıcı, tek parti yönetimi 1913’teki Bâb-ı Âli Baskını’na ya da başka bir takım olaylara bağlanamaz. 1908’den başlayıp 1913’teki Bâb-ı Âli Baskını’na kadar olan kısa özgürlük dönemi, aslında İttihat ve Terakki’nin kurguladığı ve çok istediği bir dönem değil. Ama o ortam içinde insanlar sokağa çıkıp “Artık hürriyet geldi, eski rejim bitti” dediği için, istediklerini uygulayamıyorlar. Tek parti olma isteği 1908’de bile var.

1826’da nispeten siyasetten uzaklaştırılan ordunun yeniden siyasete bulaşması İttihat ve Terakki ile beraber tekrar başladı demek mümkün müdür?

Tabi, kısa ararlıklarla siyasete ilgisi dışında 1826’dan sonra ilk defa bir kurum olarak ordunun siyasette rol alması 1908’den sonra oluyor. Hemen sonra olmasa da tedricen gerçekleşiyor.

1826 öncesinden daha mı farklı?

Yeniçeri ile modern ordu, kurum olarak bir hayli farklı. Ama bir benzerlik kuracak olursak ordu yeniden siyasetin merkezine geçiyor. Ordu durup dururken siyasete girelim demiyor. Tabi bunun kuramsal bir de temeli var. Wonder Voltz’un “Büyük savaşlar olacaktır. Ordu güçlü olmalıdır. Yaşam buna bağlıdır. Bundan dolayı Subaylar toplumun idaresinde önemli roller üstlenmelidir” tezini içselleştirmiş subaylar, 1908 Hareketi’nin genç kadrosudur. Bir Osmanlı “millet-i müsellaha”sı yaratmak istiyorlar. Bunun da subaylar olmadan gerçekleşmesine imkân yok. Kendilerine bir misyon biçiyorlar.

O dönemde Mustafa Kemal, ordunun siyasete etki etmesine herhangi bir tepki veriyor mu?

1908’de herhangi bir tepki vermiyor. Daha sonra ordunun siyasete girmesine eleştirisi var. Fakat ordu toplumun gündemini hiçbir şekilde belirlemesin demiyor. Bütün genç subaylarda olduğu gibi Mustafa Kemal’de de Wonder Voltz’un etkilerini görmek mümkün.

Türkiye’nin siyaset-asker ilişkisinde 1908 İhtilali’nin belirleyici bir rolü oldu mu acaba?

Osmanlı ile Türkiye’yi karşılaştırırken bir şeyi göz ardı ediyoruz. Birisi çok uluslu imparatorluk, diğeri ulus devlet. Bunlar çok farklı yapılar. İttihat-Terakki’de de Türkçülük eğilimi var. 1905’te de var, sonra bu git gide artıyor. Ama İttihatçılar hiçbir zaman erken Cumhuriyet Dönemi’ndeki gibi bir Türk Milliyetçiliği benimseyemiyorlar; çünkü eninde sonunda çok uluslu bir imparatorluğu idare etmek zorundalar. Yani çok uluslu bir imparatorluk yöneticisi olduğunuz zaman yapabileceğiniz Türk Milliyetçiliği’nin bir sınırı var. İttihat ve Terakki’yle, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın çabalarını karşılaştırırken de, bunların çok farklı yapılarda faaliyet gösteren örgütler olduğunu unutmamak gerek. Ama birçok anlamda da Türk siyasetinde ve Türk düşüncesinde bir devamlılık var. Asker-yönetim ilişkisi de bunlardan biri. Bu 1908 den sonra şekillenmeye başlayan bir yapı. Cumhuriyet Dönemi’nde de devam ediyor

Modern siyaset yapma biçimi ve particilik de bu dönemde başlıyor...

Tabi, 1908’in popüler bir ihtilâl olmaması, nihayetinde onun önemini azaltan bir şey değil. 1908, bize bütün modern siyaset kurumlarını ve modern tartışmayı öğreten bir hareket. Mesela Osmanlı feminist hareketi, Osmanlı kadın hareketi… Bunlar daha evvel de var, Tanzimat Dönemi’nde gazetelerin kadınlara verdiği ekler var, hanımlara mahsus gazete var Abdülhamid döneminde çıkan. Ama bunlar gerçek anlamda kadın hareketleri değil. Asıl 1908’den sonra ortaya çıkıyor. Mesela Osmanlı’da grev yok mu? Elbette var. Ama bunun ne nedenini biliyoruz, ne de sınıf bilinciyle yapılıp yapılmadığını. Teşkilatlı mı değil mi? Bilmiyoruz. Sendikalar 1908’den sonra ortaya çıkıyor. Çok tartışan, her türlü fikrin dile getirildiği basın da 1908’den sonra çıkıyor ortaya. Sosyalizm tartışması 1908’den sonra ortaya çıkıyor. Gerçek anlamda İslamcı tartışma 1908’den sonra ortaya çıkıyor. Bizim için 1908, son derece önemli. Tanzimat, önemli bir kırılma tarihte. Tanzimat sonrasında en büyük kırılma ise 1908. Modern Türkiye’nin inşâsında 1908, 1923’ten daha önemli. Bunu derken ikisinin çok farklı yapılarda ortaya çıktığını göz ardı etmemek lazım. 100. yıla bu kadar az ilgi gösterilmesine çok şaşırdım.

Ya nefretle ya da sevgiyle bakıyoruz o döneme....

Maalesef. Bunun bir nedeni, yakın tarih konusundaki bilgisizlik. Bunun nedeni tarihin, güncel tartışmanın bir konusu hâline gelmesi ve insanların belli bir tavır almak konusunda kendilerini zorunlu hissetmeleri. Belirli insanlar İttihat ve Terakki’yi savunmak zorunda olduğunu, belli insanlar da karşı olmak zorunluluğunu hissediyor. Hâlbuki bu şekilde baktığınız zaman anlayamıyorsunuz 1908’de ne olduğunu. Dönemin koşullarını o bağlamda ele almak lazım. Zamanın ruhunda anlamak lazım. Bugünkü perspektiften bakıp İttihat ve Terakki’ye kızarsanız yahut onu överseniz, ne olduğunu anlayamazsınız.

Bâb-ı Âli baskını da yönetim tarihinde daha önce rastlanmadık bir olay. Bu modern yollarla girişilmiş ilk darbedir denebilir mi?

Ben o kadar istisnai olmadığını düşünüyorum. O zamana kadar görülmüş bir iş değil ama dediğim gibi özellikle İttihat ve Terakki’yi anladığınız vakit pek de beklenmedik bir olay değil. Ama en önemli sonuç “tek parti iktidarı”nı ortaya çıkarması. Ben 1908’den beri İttihatçıların amacının bu olduğunu düşünüyorum. Zannettiğimiz gibi “Balkan Harbi olmasaydı, Trablusgarp olmasaydı, Arnavutluk isyanı olmasaydı, sorunlar olmasaydı İttihatçılar böyle olmazdı” fikrine katılmıyorum. İttihat ve Terakki, 1905’ten beri “Tek Parti”yi arzulamıştır. Bugünkü deyişle, toplumsal mühendislik icrâ edeceği, planlarını rahat rahat uygulayacağı, muhalefeti de fazla dinlemeyeceği bir Tek Parti İdaresi olmasını arzu ediyor. 1913, bunu sağlıyor ona. Diğer bir sonuç, erken cumhuriyet döneminin tek parti yönetimine geçmesinin geleneğini oluşturuyor. Hâlbuki Türkiye, I. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar, çok partili dönemi sürdürebilseydi, belki erken cumhuriyet döneminde de o çoğulculuk bir anlamda devam ettirilebilirdi. Ama ben İttihat ve Terakki’nin bu niyeti olmadığını düşünüyorum.

Tek particilik geleneğimiz de bir anlamda o dönemde başlıyor.

Evet, aslında bu tek particilik yönetiminin ilk örneklerinden biri. Tabi Erken Cumhuriyet Dönemi’nde de bütün dünyaya bakarsanız tek partiler var. Özellikle Avrupa’da yaygın. Ama bizim daha önce denediğimiz bir şey.

İttihat ve Terakki ile ilgili eleştirilerden biri de, fedailer aracılığı ile suikastlar yapması, gazetecileri öldürmesi, bunlardan siyasî sonuçlar elde etmeye çalışması…

İttihat ve Terakki’nin 1908’den önceki örgütlenmesi var. İhtilâl yapmaya niyetlenen bir örgüt. Böyle bir örgüt iktidara geldiği zaman onun normal bir siyasî partiye dönüşmesi güç; çünkü il fedai teşkilatınız var, çete teşkilatınız var. Bunlara isteseniz de belirli bir yerden sonra söz geçiremiyorsunuz. 1908 sonrası gelişmelere baktığınızda, İttihat ve Terakki de artık bu fedailerin kendisine yük olmaya başladığını görüyor, ama bunlardan kurtulmak da zor. Bunların yayınladığı birtakım dergiler var, silah gibi, top gibi, tüfek gibi etkili dergiler. Bu dergilere baktığınızda,  jargonu inanılmaz. Mesela ben bir başlık hatırlıyorum; “Dilini keserler anasını bellerler”.  Bu, bir gazetenin muhalefete tehdit için attığı başlık. Bunları kontrol de güç. İttihat ve Terakki, bunların bir kısmını tasfiye etmeye çalışıyor. Ama hiçbir zaman militer örgüt olma özelliğini kaybedemiyor. Zaten bu, onun kuruluş felsefesine de aykırı. Onun için muhalefet de haklı olarak bunu abartıyor. Parlamenter rejim var. Seçimler var, partiler arası mücadele var. Ama bir partinin fedaileri var, açıktan açığa tehdit ediyorlar muhalifleri. Tabi böyle bir yapıda da gerçek bir siyasî rekabet güç. Zaten İttihat ve Terakki de bunu kabul etmiyor. Kendisini bir cemiyet-i mukaddes olarak diğer bütün örgütlerin üstünde görüyor.

Cumhuriyet Halk Fırkası’nın İttihatçılık geleneğini sürdürdüğü söylenir zaman zaman. İkisi arasında organik bağdan ziyade geleneksel bir bağ mı kurmak gerekiyor?

Organik bağ kurmak zor. Bu parti içinde de İttihat ve Terakki mensubu kimseler var. Belirli bir dönem de hemen herkes İttihat ve Terakki mensubu zaten. İlk üç Cumhurbaşkanı da İttihat ve Terakki üyesi insanlar. O bakımdan “Bu da İttihat ve Terakki üyesiydi, bu da İttihatçıydı” derken, “Bir insan ne zaman İttihat ve Terakki üyesi olmuş, cemiyetin siyasetlerinin belirleyici olmuş mu olmamış mı?” buna bakmak lazım. Bu cemiyetin birçok üyesi var. Onun için organik bağ kurarken çok dikkatli davranmalıyız. Birçok tanınmış sima İttihat ve Terakki üyesi olmasına rağmen çeteci olmamış. Bu anlamda bir kadro farklılaşmasından bahsetmek mümkün. Bu insanlar, İttihat ve Terakki’ye yakın, cemiyete belirli dönemlerde üye olmuş insanlar, ama cemiyetin siyasetini belirleyici durumda olmamışlar. Devamlılık, daha ziyade ideolojik zeminde gerçekleşiyor. Bu anlamda bence çok tedirgin edici bir devamlılık  var.

İttihatçılığı geleneksel olarak devam eden bir kurumdan ziyade, bir zihniyet olarak mı görmek lazım?

Tabi. Bunu ideolojik bir yaklaşım olarak görmek lazım. İzlerini günümüzde dahi bulmak mümkün.

İttihatçıların İmparatorluğun sonunu hazırladıklarına dair bir kanaat var. Tarihin belirli bir işleyişi olduğunu biliyoruz. İttihatçılar bir imparatorluğu mu bitirdiler, yoksa biten bir imparatorluğun sonunu mu hızlandırdılar?

Şunu sormak lazım. Osmanlı İmparatorluğu gibi bir yapı, I. Dünya Savaşı’nın ötesine geçebilir miydi? Osmanlı’dan çok daha kuvvetli durumda gözüken, bir anlamda çeşitli unsurların şikâyetlerinin bulunduğu Avusturya-Macaristan da 1918’in ötesine gidemedi. Rusya çok farklı bir şekilde kendisini organize edebildi. Bu da doğrusu Osmanlı İmparatorluğu için mümkün olabilecek bir şey değildi. Ben İttihat ve Terakki politikalarının Osmanlı İmparatorluğu içindeki çatışmayı hızlandırdığını düşünüyorum. Ama İttihat ve Terakki olmasaydı 1918 gibi bütün dünyada yeni bir düzenin kurulduğu bir dönemde Osmanlı İmparatorluğu bu sürecin içerisinden çıkabilir miydi? Bu çok tartışmalı bir soru. Bunu İttihat ve Terakki politikalarını savunmak gibi görmemek lazım. Çünkü 1908, merkeziyetçi bir imparatorlukta Türklerin rol oynamasını isteyen bir grubu iktidara getirdi…

İttihat ve Terakki,  imparatorluğun coğrafyası üzerinde kurulan diğer devletlerde de bir gelenek oluşturdu mu acaba?

Bizim temel hatamız 1908 İhtilali’ni Türk Tarihi’nin bir parçası olarak görmemiz. Bu yanlış. 1908, Arapların da Balkanların da tarihidir. İlginçtir, 1908 sonrasında yaşanılan çoğulculuk Osmanlı Coğrafyası’nın birçok yerinde bu gün bile yakalanmış değil. Bu bakımdan çok önemli bir olay. 

Hocam çok teşekkür ediyoruz. İstifade ettik.

Ben teşekkür ederim.