๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Dosya Yazıları => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 13 Ağustos 2012, 18:13:49



Konu Başlığı: Sosyal Medya
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 13 Ağustos 2012, 18:13:49
“Sosyal Medya”: Ayartıcı teknoloji tanrısı ve ontolojik şiddet/i
Yusuf Kaplan • 88. Sayı / DOSYA YAZILARI


1980’lerin sonunda, Batı’lı iletişimbilimciler, bilgisayarın ve ardından -kaçınılmaz olarak- internetin hayatımıza girmesiyle birlikte, sanal bir dünya’ya doğru ilerlediğimizi; sanal dünyanın, hayatı yaşayış ve sürdürüş biçimlerimizi, iletişim ve davranış kodlarımızı köklü bir değişime uğratacağını, bireylerin, özgürlük alanlarını genişleteceğini, bildiğimiz kültürel, siyasî ve ekonomik sınırları aşındıracağını, bütün bu değişimlerin, her bir bireyi bir tür “tanrısal” konuma yerleştireceğini iddia ediyorlardı.


Bugün, 1980’lerin sonlarında iletişimbilimcilerin geliştirdikleri bu öngörülerin adım adım gerçeğe dönüştüğünü gözlemliyoruz: İster kabul edelim, ister etmeyelim; ister hoşumuza gitsin, ister gitmesin, artık bildiğimiz dünyanın sonuna doğru hız’la ve haz’la ilerliyoruz: Medyatik bir evrenin tam ortasına düşmüş gibiyiz, hepimiz. Evet, bildiğimiz dünya hayatı sona ermek üzere. Sanallaşan, medyatikleşen bir dünyanın içinde “sörf” yapıyoruz…

Çocuklarımız hat’talar da, hayattalar mı acaba?
Özellikle de internet çağının çocukları çocuklarımız, bizim yaşadığımız hayatta yaşamıyorlar; internet ortamında sanal bir hayat sürdürüyorlar, sanal dünyada yaşıyorlar ve bizi de oraya doğru çekiyorlar: Belki de tarihte ilk kez anneler-babalar, çocukların dünyasına b/akıyor, çocuklar/ın/a göre hayatlarına çeki düzen vermeye zorlanıyorlar. Çünkü çocuklar, online’lar: Hat’talar. Hayat, online olmak demek artık!

Ancak çocuklarımız hayatla ve insanlarla doğrudan değil, dolaylı olarak, sanal düzlemde, online olarak irtibattalar. İşte tam bu noktada sorulması ve izi sürülmesi gereken hayatî sorular var. Online hayat, ne ölçüde, gerçekten hayattır? Çocuklarımız, online olarak hat’talar da, hayattalar mı acaba? “Sosyal medya”, çocuklarımızı sosyalleştiriyor mu, asosyalleştiriyor mu; hatta anti-sosyalleştirerek hayattan koparıyor mu?

Son yapılan araştırmalara göre, dünyada en fazla facebook kullanan toplumlar arasında yer alıyoruz: Dünyanın en çok facebook kullanan dördüncü ülkesi Türkiye. Bu veri, gerçekten düşündürücü. Bu durumda, çocuklarımızın nereye kadar hayatta olduklarını sormamız, yaşanan bu köklü ve ürpertici değişimi araştırmamız, aileler olarak, anne babalar olarak, toplum olarak ve tabiî devlet olarak en temel yükümlülüklerimizin, sorumluluklarımızın başında geliyor olmalı artık. Çocuklarımızı içine çeken sanal dünya, bizim de çocuklarımızın dünyasına yönelmemizi, neresinden bakarsak bakalım ürpertici bir ontolojik değişimin ve ontolojik şiddetin yaşandığı bu sanal dünyayla yakından ilgilenmemizi icbar ediyor kaçınılmaz olarak.

“Kendimi tanrı gibi hissediyorum”(!)
Bir iletişimbilimci olarak öncelikle çocukların yaşadığı bu ontolojik dönüşümü ve ontolojik şiddeti bizzat kendileriyle konuşmak gerektiğini düşünerek, sinema ve felsefe dersleri verdiğim bir grup süperzekâ öğrenciyle internetin câzibesini facebook üzerinden konuştum; internetin sanal dünyasının, çocukların gerçek dünyalarını nasıl değişime uğrattığını anlamaya çalıştım.

Süperzekâ çocuklar üzerinde bizzat yaptığım bu gözlemler, çok ürküttü beni. Normal zekalı, hatta zeka seviyesi görece daha düşük çocukları düşündüm ve açıkçası işin vahametini tahayyül ettiğimde, vaziyetin hiç de iç açıcı olmadığını gördüm ve ürperdim.

Burada sizinle bu süperzekâ çocuklarla yaptığım görüşmeden izlenimlerimi paylaşmak istiyorum: Öncelikli olarak, toplu olarak görüştüğüm bu çocuklar, evde aileleriyle, okulda ve sokakta arkadaşlarıyla yapamadıkları şeyi, facebook’ta yaptıklarını ifade ediyorlar. Hatta bu süperzekâ çocuklardan biri, internet ortamında “kendisini tanrı gibi hissettiğini” (!) söylüyor. Bu çocuk, açıkça ateist olduğunu düşünen bir çocuk. Diğer çocuklara “siz de kendinizi internet ortamında tanrı gibi mi hissediyorsunuz?” diye soruyorum. Aldığım cevap ürpertici: Biraz düşündükten sonra, çocukların çoğu, “evet” diye cevap veriyor! Açıkçası, diğer çocuklar, normal zekâlı veya daha düşük zekâlı çocuklar da aynı şeyleri mi düşünüyorlar, çok merak ediyorum doğrusu…

İnternet ortamının kendilerine sınırsız bir özgürlük imkânı sunduğunu; internette her şeyi yapabildiklerini; çok sayıda kimliğe bürünebildiklerini, birden fazla sanal kimliğe sahip olabildiklerini; kimliklerini, cinsiyetlerini gizleyebildiklerini; herkesi izleyebildiklerini; dünyanın dört bir köşesinden yığınla “sanal kişi” ile irtibata geçebildiklerini; sanal ortamda, sınırsız “sörf” yapabildiklerini; hayattan ailede, okulda ve arkadaş grupları arasında alamadıkları kadar haz ve keyif aldıklarını söylüyorlar…

Çocuklardan, bütün bunların görünüşte gerçek, ama gerçekte yanılsama olup olmadığını düşünmelerini istiyorum, bir süre. Özgürlük gibi görünen şeyin, gerçekte, teknolojinin kafesi, ayartıcı bir oyunu olup olmadığı meselesi üzerinde kafa yormalarını…

Sanal ortamda kazanılan sanal özgüven, gerçek hayatta nasıl yansıyor ve kendisini nasıl ifade ediyor acaba? İnsanlarla, arkadaşlarıyla daha rahat iletişim kurmalarını, dünyayı daha iyi algılamalarını sağlıyor mu?
Aldığım cevaplar, beklediğim gibi oluyor: “Hayır”.

Cyborg’ların sanal dünyası ve yeni kabileler çağı
Peki, bütün bu değişimler ne anlama geliyor? Çok yanlış bir şekilde adına “sosyal medya” denen sanal medya, bizi, çocuklarımızı nasıl bir dünyanın eşiğine sürüklüyor acaba?

Her şeyden önce, sanallaşan medyatik evren, bizi evsizleştiriyor, yersiz-yurtsuzlaştırıyor; sanal dünyada nefes alıp veren göçebe varlıklara dönüştürüyor. Güçlü ilişkileri zayıflatıyor; zayıf ilişkileri de yok ediyor. İnsanî yetilerini yitirmeye ramak kalan, yarı barbar, yarı robot varlıklara dönüştürüyor: Yeni kabileler çağının tam ortasına fırlatıyor.

Çocuklarımız, internetin başından kalkmıyor. Kalkamıyor. İnternetin dünyası çocuklarımızı cezbediyor; dünyadan, hayattan, insanlardan, hatta kendi aile fertlerinden ve bizzat kendilerinden uzaklaştırıyor. Çocuklarımız, sanal dünya üzerinden, dünyaya ne kadar fazla açılabiliyorlarsa, kendi dünyalarından ve hayattan o kadar uzaklaşıyorlar; kendilerine de, etraflarındaki hayata ve dünyaya da o kadar yabancılaşıyorlar. İnsanî duyarlıklarını, mesela acıma duygusunu, mesela ölüm duygusunu, mesela şefkat hissini, mesela paylaşma yetisini yitiriyorlar. Robotlaşmış, mekanikleşmiş varlıklara dönüşüyorlar. Hayattan kopuyorlar ve insanları birbirine bağlayan bütün aslî ve köklü bağları, duyarlıkları, hassaları, husûsiyetleri kaybediyorlar. Yavaş yavaş, adım adım başka varlıklara dönüşüyorlar. Ontolojik bir dönüşüm geçiriyorlar. Yarı insan-yarı makina “cyborg”ları andırmaya başlıyorlar.

Ontolojik şiddet

İletişimbilimci Barry Sanders, bütün bu gelişmelerin, çocukların gerçek hayattan koparak, hayatlarını “sosyal medya” denen facebook, youtube, çeşitlenen ve sanallaşan cep telefonları ve twitter’lar üzerinde/n sürdürmelerinin tedrîcî olarak insanî yetilerini yitirmelerine, şiddete yönelmelerine, her türlü şiddetin, her türlü saldırganlığın, öldürmenin normalleşmesine, doğal “eylem”ler olarak görülmesine yol açtığı uyarısında bulunuyor.

Sonuçta, gerçek dünya ile sanal dünya arasındaki bu ontolojik farklılık, bu ontolojik medcezir, çocukları şizofrenikleştiriyor / çift kimlikli yapıyor; hayata uyum sağlama kabiliyetlerini azaltıyor.

Görüldüğü gibi yanlış bir şekilde “sosyal medya” olarak adlandırılan sanal medyalar, gerçekte asosyal, hatta anti-sosyal medyalar. Dolayısıyla bu medyaların başta çocuklarımız olmak üzere hepimizin hayatında hem ontolojik bir kırılma, hem de ontolojik bir şiddet yaşanmasına yol açması kaçınılmazlaşıyor.

Ayartıcı teknoloji tanrısının marifetleri
Görünüşte, sanal ve “sosyal” medya üzerinden iletişim araçları ve iletişim biçimleri yaygınlaşıyor. Ama bütün bunların gerisinde teknoloji var: Her ne kadar kişi, sanal ortamda istediği her şeyi yapıyor gibi görünüyorsa da, yaygınlaşan, kişinin özgürlüğü değil, artık neredeyse tek başına hayatımıza yön verebilecek bir güce erişen bizatihî teknolojinin kendisi.

O halde, karşı karşıya kaldığımız gerçek, iletişimin yaygınlaşması ve sahicileşmesi değil, teknolojinin her şeye hükmeder hâle gelmesi, hayatın ve iletişimin simülatifleşmesi ve teknolojinin tanrılaşması gerçeği.
Neyi, nasıl ve niçin yapacağımıza teknoloji yön veriyor artık: Hayatımız, teknolojik aygıtlar üzerinden işliyor; tatminlerimizi teknolojiyle gideriyoruz; teknolojisiz bir hayat bile düşleyemez hâle geliyoruz. Teknoloji, tıkır tıkır işliyor, sınır tanımadan ilerliyor.

Peki, teknoloji tanrısı, bize nasıl bir dünya vaat ediyor, bizi nereye sürüklüyor?

Hayatımızın da tıkır tıkır “işlediğini”, bütün sorunlarımızı teknolojik aygıtlar yoluyla hâl yoluna koyduğumuzu, özellikle de hayatın anlamına ve değerine ilişkin kavrayışımızın derinleştiğini; teknolojinin, hayatı daha iyi anlamamızı, insana ve başka varlıklara daha fazla değer vermemizi; insan’lığın, tabiatın ve dünyanın sorunlarına karşı daha fazla duyarlı hâle gelmemize yardımcı olduğunu; savaşları, çatışmaları, anlaşmazlıkları hâl yoluna koyduğunu, kalbimizi, vicdanımızı ve ruhumuzu zenginleştirdiğini söyleyebilir miyiz acaba?