๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Dosya Yazıları => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 27 Mayıs 2012, 11:45:58



Konu Başlığı: Osmanlı’da koleranın tarihçesi
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 27 Mayıs 2012, 11:45:58
Osmanlı’da koleranın tarihçesi
Mesut AYAR • 58. Sayı / DOSYA YAZILARI


19. yüzyılda adı ölümle birlikte anılan kolera, her türlü ortama uyum sağlayabilmesi nedeniyle, bu yüzyılda dünyanın birçok farklı bölgesinde salgın halini aldı ve etkilediği toplumlarda dehşet verici oranda insan kaybına yol açtı. Hindistan’da yerel halde her vakit mevcut olan koleranın insanlık nazarında önem kazanması, tüm dünyaya yayılmaya başladığı 1817 yılından sonra gerçekleşti. Nitekim 1817-1823, 1829-1837, 1852-1862, 1863-1875, 1881-1896 ve 1899-1923 yıllarında kıtalararası kolera salgınları yaşandı.

19. yüzyılın ilk çeyreği geride kalırken, toprakları geniş bir alanı kaplayan Osmanlı Devleti’nin kolera salgınlarından korunması güçtü. Hâlâ kullanılmakta olan eski ticaret yollarının kesiştiği Osmanlı topraklarında bu hastalık, demografik, siyasi, sosyal, psikolojik ve ekonomik alanlarda büyük çaplı zararlara sebep oldu. Yeterli sayıda yetişmiş hekim bulunmaması ve bu hastalığın ne ahali ne de yerel idareci ve doktorlar tarafından yeterince tanınmaması sonucu, kolera bilhassa taşradaki etkisini arttırdı. Osmanlı Devleti’nin o yıllarda tam anlamıyla bir malî darboğazda bulunması da hastalığın tahribatını arttıran önemli bir faktör oldu. Altyapı hizmetlerinin eksikliği bir kenara bırakılırsa; görevli tayinlerinin yapılamaması, alet ve edevat eksikliğinin tamamlanamaması, hastalığın ortaya çıktığı yerden veya şehirden dışarı çıkmaması için oluşturulması gereken kordonlarda vazife yapanların bir türlü yeterli sayıya ulaşmaması bu hususta yaşanan sıkıntıların önde gelenleriydi.

Osmanlı Devleti’nin idari olduğu kadar ekonomik başkenti de olan İstanbul, dünyanın en hareketli şehirlerinden birisi olması nedeniyle, koleranın her an sıçrayabileceği bir pozisyondaydı. Kent, yoğun nüfusu, neredeyse yok derecesindeki altyapısı nedeniyle koleranın salgın halini alabileceği ideal bir ortam durumundaydı. Nitekim hastalık, 19. yüzyıl boyunca İstanbul’da yedi kez büyük birer salgın halini aldı.

Osmanlı topraklarında kolera ilk kez 1822 yılında görüldü. Hastalık Basra Körfezi’nden, Bağdat yoluyla Anadolu ve Akdeniz sahillerine bulaştı. 1831’de İstanbul’da yaşanan ilk kolera salgınında ise 6.000 kişi hayatını kaybetti. Hastalık aynı yıl içinde Hicaz’a ulaşarak 20.000 kişinin ölümüne sebep oldu. Hac dönüşünde Osmanlı’nın güney topraklarına taşınan kolera, Mısır ve Tunus’ta da etkili oldu. Daha sonra 1847’de Hicaz’da yaklaşık 15.000 insan koleradan hayatını kaybetti. Aynı yıl Trabzon’dan bir gemi ile İstanbul’a ulaşan kolera, 1848 Eylül’üne kadar 9.237 kişiyi yakaladı ve bunların 5.275’i hayatını kaybetti.

1854, İstanbul’da koleranın tekrar hüküm sürdüğü yıldı. Kırım Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin yanında yer alan Fransa ve İngiltere’nin İstanbul’da bulunan askerleri arasında ortaya çıkan kolera, şehirde 10 ay süren bir salgına sebep oldu ve neticede 3.500 kişi hayatını kaybetti.

1865
Hastalık 1865’te, Osmanlı topraklarında ilk olarak Hicaz’da baş gösterdi. O yılın “hacc-ı ekber” (Arafat’a çıkıldığı günün Cuma’ya rastladığı yıllardaki hac) olması nedeniyle, hacı sayısı 150.000’e ulaştı ve ölüm oranı da o nispette büyük oldu. Hintli hacılar vasıtasıyla Hicaz’da patlayan salgındaki ölüm miktarı hakkında, 15.000 ila 30.000 kişi arasında değişik rakamlar verilmiştir. Hicaz’daki salgın, hac dönüşü Kızıldeniz ve Mısır yoluyla diğer Osmanlı topraklarına ve Avrupa’ya yayıldı. Salgın, üç ay hüküm sürdüğü Mısır’da 6.000 ölü bıraktı.

Osmanlı başkentinde 1865 Temmuz’unda başlayan ve “büyük kolera” da denen salgın, yaklaşık dört ay devam ederek, Ekim ayında söndü. İstanbul’un gördüğü en büyük afetlerden olan bu salgında 30.000 kişi öldü. Bu dönemde sadrazamın başkanlık ettiği bir komisyon kurularak, hastalığın yayılmasının engellenmesine ve hastaların tedavisine çalışıldı. Gerekli yerlere doktor ve eczacılar gönderilirken, fakir halkın tedavisi için evler kiralanarak geçici hastaneler oluşturuldu. Şehrin izdihamını önlemek amacıyla, bekar ve amele takımından işsiz güçsüzler, sonraki salgınlarda da örnekleri görüleceği üzere şehir dışına çıkarılarak, bunlar için inşa edilen barakalara yerleştirildi. Ayrıca, o sıralar Humbaracı Kışlası “kolera hastanesi” olarak kullanıldı. Salgının sönmesinde koleranın etkili olduğu çevrede yayılan meşhur Hocapaşa yangınının rolü büyük olup, ateşin sağladığı çevresel hijyenle birlikte, yangın öncesinde günlük ölümler 1.000’i geçerken, yangından hemen sonra ortalama 100’e düştü. Bir hafta içinde de salgın tamamen durdu.

Öte yandan, kolera aynı dönemde İskenderiye’ye ulaştıktan sonra büyük bir ivme kazandı ve mikrop buradan birçok Osmanlı ve Avrupa şehrine yayıldı. Hastalığın İstanbul’a ulaştığı günlerde, İskenderiye’den İzmir’e gelen yolcularla kolera buraya da bulaştı. Hastalık şehirde Yahudiler arasında yayıldığından, bunların şehrin dışında çadırlarda ikameti sağlandı. Aynı günlerde kolera Çanakkale, İzmit, Tekirdağ, Kıbrıs, Diyarbakır, Mardin, Trabzon ve Filibe’ye de bulaşarak inanılmaz bir tahribat yaptı. Bunlardan Osmanlı Devleti’nin güneyinde uzanan topraklardaki salgın, bölgede o güne kadar hiç yaşanmamış nitelikteydi.

1865 yılındaki kolera salgını büyük bir felakete dönüşerek, Suriye bölgesinde de 40.000’in üzerinde insanın hayatını kaybetmesine yol açmıştı. Doğu Akdeniz kıyılarında veya bu kıyıların hemen ardındaki bölgelerde bulunan bu yerleşim birimleri, sıcak ve nemli iklimlerinin de etkisiyle koleranın ağır tahribatına maruz kalmıştı. Bölgede mevcut ticari hareketliliğinin yanında, bu coğrafyadaki ahalinin yarı göçebe bir yaşam tarzına sahip olması da hastalığın yayılmasında ve daha yıkıcı sonuçlar doğurmasında oldukça etkili olmuştu.

1870-1895
1870 yılında İstanbul beşinci kolera salgınını yaşadı. Mikrop bu kez Rusya’dan geldi ve bütün şehri etkisi altına alarak 15.000 kişinin ölümüne sebep oldu. Ertesi yılın sonlarında, İstanbul’da epeyce can kaybına sebep olan başka bir salgın daha yaşandı. Bu kez kolera o derecede yayılıp etkili oldu ki, günlük ölümler 300’ü buldu. Hatta hastalıktan çekinen padişah sarayını terk ederek Yıldız Kasrı’na çekilmişti.

1876’da İstanbul bir kez daha koleraya teslim oldu ve bu salgında 7.000 insan hayatını kaybetti. Ertesi yıl, hac mevsiminde Hicaz’da yine hafif şiddetli bir salgın yaşandı ve bu tarihten 1881 yılına kadar Osmanlı Devleti’nde koleraya rastlanmadı. Fakat 1881’den sonraki yıllarda, dünyada yaşanan yeni bir pandemi ile birlikte, kolera salgınları kesintisiz olarak 1895’e kadar devam etti. Bu salgınlar sırasında en fazla tahribat 1881, 1882, 1883 ve 1890 yıllarında gerçekleşti. Bu dönemde tıpkı Avrupa’daki gibi hemen her vakit bir Osmanlı toprağında koleraya rastlamak mümkün oldu.

1892-95 yılları arasında İstanbul ve Anadolu’nun hemen hemen tümünde kolera etkili oldu. İstanbul’da ise 1893-94 ve 1895 yıllarında iki kolera salgını yaşadı. Bunlardan ilki, Ağustos 1893’den Nisan 1894’e kadar devam etmiş, 1895 Ocak ayında ise koleranın ikinci istilası başlamış ve hastalık yaklaşık üç buçuk ay boyunca yeniden Osmanlı başkentinde hüküm sürmüştü.

İstanbul’da 1893-94 salgınında 2.683 kolera vukuatı meydana geldi ve bunların 1537’si hayatını kaybetti. Salgının devam ettiği 246 günün ortalama vukuat sayısı yaklaşık 11 kişi olurken, günlük ortalama ölüm oranı da 6’nın biraz üzerinde seyretti. Diğer taraftan, 1895 salgınında İstanbul ahalisinden 324 kişi koleraya yakalandı ve bunlardan 194’ü yaşamını yitirdi. Askerler arasında hastalığa yakalanan yalnızca 50 küsur kişi oldu. Her iki salgındaki ölüm ve vaka sayılarının çevre memleketlerle karşılaştırılamayacak derecede az olması, Osmanlı idaresinin büyük bir başarısı oldu. Bu dönemde Osmanlı Devleti’nin sağlık politikaları öncelikle II. Abdülhamid’in, sonra da Sıhhiye Meclisi’nin görüş ve kararları doğrultusunda şekillendi.

Kolera’nın nimetleri
Kolera İstanbul’da 1893-95 aralığında dünyanın her yerindeki gibi, yoğun olarak alt sınıftan kurbanlar seçtiğinde, Osmanlı otoriteleri hastalığın getirdiği yıkımı hafifletmek amacıyla birtakım sosyal politikalar izledi. Koleranın halkın zihninde Osmanlı yönetimine karşı her hangi bir hoşnutsuzluk doğurmasına müsaade edilmemeye çalışıldı ve bu büyük oranda başarıldı. Osmanlı sultanı, salgınla o kadar ilgiliydi ki doktorların tedavi yöntemleriyle ilgili bir sıradışılık fark ettiğinde bile derhal işin aslının araştırılmasını, yanlış durumun düzeltilmesini istemekteydi. Yine bu doğrultuda, sağlık uygulamalarıyla ilgili söylenti veya şikâyetlerin vakit kaybedilmeksizin neticelendirilmesini sağladı. Bu tavır da II. Abdülhamid’in İstanbul’un asayişinin yönetimi aleyhine bozulmasından çekinmesiyle ilgiliydi.

Salgın zamanında Avrupa’dan İstanbul’a getirtilen doktorlar kazanacakları parayı ve ülkelerinin buradaki nüfuzunu arttırmayı düşündü. Diğer taraftan, bakteriyoloji biliminin Osmanlı Devleti’ne girişi, Avrupa’dan getirtilen tıp adamlarının katkılarıyla bu dönemde tam olarak gerçekleşti. Bunun gibi kolera, genelde yabancı doktorların rehberliğinde gelişen tıp ve sağlık hizmetlerinde, sonra bununla bağlantılı olarak koruyucu sağlık önlemleri anlayışında, cidden önemli bir ilerlemeye yol açtı.

İstanbul’da koleraya karşı daha etkili mücadele verilmesi amacıyla, Hıfzıssıhha-i Umumi Komisyonu adıyla bir karar alma ve uygulama kurulu oluşturuldu. Kolerayla savaş sıhhiye heyetlerinin oluşturulmasıyla başlamış, bunun ilham kaynağı özellikle Fransa’daki benzer uygulamalar olmuştu. Belediye daireleri bünyesinde oluşturulan merkezler, nöbet eczaneleri ve özel kolera hastanelerinden salgın sırasında kayda değer bir fayda sağlandı.

Kolera mikrobunun yayılmasındaki etkenlerin başında kirli su kaynaklarının geldiğinin bilincinde olan Osmanlı Hükümeti, İstanbul’un içme suyu kaynaklarının kontrol ve ıslahı ile ilgili, salgının başlarından itibaren ciddi bir tutum sergiledi. Diğer bir açıdan, İstanbul’daki koleranın, altyapı çalışmalarının öneminin anlaşılmasında büyük ve olumlu bir etkisi oldu. 1893-1895 döneminde, salgından önceki uygulamaların devamı olarak, başta dere yataklarıyla lağımlar; bunlardan başka, şehirde sağlıksız koşullar içeren mahallerle, kolera görülen yerlerin dezenfeksiyonu yapıldı. Bu şekilde, hastalığın hayat bulmasına yardımcı etkenlerin giderilmesine çalışıldı. Bu dönemde İstanbul’un çeşitli semtlerine dağılmış halde bulunan muhacir ve fukara barakalarının kaldırılması, han ve bekâr odalarının nüfusunun seyrekleştirilmeye çalışılması ile yine muhacir, amele ve bekâr takımından bir kısmının başkentten uzaklaştırılması da hastalıkla mücadele için atılan önemli adımlardan oldu.

Osmanlı Devleti’nde salgın hastalıkların görüldüğü zamanlar faaliyete geçirilen sayısız tahaffuzhane/karantinahane bulunmaktaydı. 1892-95 yılları arasında yerine getirilen karantina uygulamaları, genellikle İstanbul’un korunması ve İstanbul’daki kolera salgını zamanlarında da İstanbul’dan hastalığın diğer Osmanlı topraklarına bulaşmasının önlenmesi yolundaki faaliyetlerdi. Bu dönemde Anadolu tarafı için Tuzla, Rumeli tarafı için de Kalikratya (Güzelşehir) ve Çatalca’da olmak üzere, İstanbul için yeni üç tahaffuzhane açılarak, bunlardan, hastalığın yayılmasının engellenmesinde gerçekten kayda değer bir fayda sağlandı.

Sonuç olarak 1892-95 yılları arasında Hicaz, Basra, Bağdat, Anadolu ve İstanbul’daki salgınlar başta olmak üzere, Osmanlı Devleti’nde bu dönemde yaklaşık 90-100 bin kişi koleraya yakalanırken, en az 50.000 civarında kişi –bunun önemli kısmı Hicaz bölgesinde meydana gelmişti– yaşamını yitirdi.

Kolera sonraki yıllarda da salgınlar halinde görülmeye devam etti. İstanbul’da 1910-11 yıllarında yaşanan yeni bir salgında koleraya yakalanan 5.128 kişiden 4.023’ü hayatını kaybetti. Yayıldığı geniş alana nispeten hafif atlatılan bu salgından daha şiddetlileri ertesi yıl yaşandı. Sadece İstanbul’da 2.620 kişi koleraya yakalandı ve bunlardan 1.583’i yaşamını yitirdi. Tüm Osmanlı Devleti’nde ise bu yıl yaklaşık 20.000 insan koleraya yakalandı, 12.000 kişi hayatını kaybetmişti. Balkan Savaşları’nın devam ettiği 1912-13 yıllarında da kolera Osmanlı topraklarından eksik olmadı. Savaş, hastalığın yayılmasında ve etkisinin artmasında kolaylaştırıcı bir tesir yaptı. Bunun gibi I. Dünya Savaşı’nda, Osmanlı ordusunda çatışmalarda ölen askerler sayısı, koleranın da aralarında bulunduğu salgın hastalıklardan ölen askerlerin sayısından çok daha düşüktü.

Ülkemizde en son görülen kolera salgını ise, 1970’de Sağmalcılar-Esenler’de gerçekleşti. Salgın süresince yalnızca 50 kişi hayatını kaybetti.

Kolera ve dış ilişkiler

Koleranın devletlerarası siyasi ve ticari ilişkileri zaman zaman yönlendirici rolünden de bahsetmek gerekir. Bu hususta Osmanlı’nın Hicaz bölgesinin oldukça büyük bir önemi var. Hicaz’ın dinî niteliği koleranın bu bölgeye, buradan da başka yerlere taşınmasında kolaylaştırıcı bir rol oynamıştı. Bu özelliği ile de Hicaz, Avrupalıların zihninde hep kolera ile birlikte yer etmiştir. Bu nedenle, düzenlenen sağlık konferanslarında, hastalığın yayılmasıyla ilgili önlem almamakla suçlanan Osmanlı Devleti, bu hususta daima sıkıntı çekmiştir. Daha 1851’den itibaren hastalığın kaynağının Hindistan olduğu ortaya çıkmışsa da, Avrupalıların bu konudaki baskıları, ekonomik ve siyasi amaçları doğrultusunda devam etmiştir. Batılılar, bilhassa yabancıların girişine izin verilmeyen, dolayısıyla istenilen düzeyde nüfuz edilemeyen Hicaz’da, kolerayı bahane ederek, kendilerinin de faal olacağı sağlık uygulamalarına girişilmesi ve bunların geliştirilmesi için Osmanlı Devleti’ne baskı yapmışlardı. Basra Körfezi’ndeki Avrupalı etkisinin arttırılmasında da aynı yöntem uygulanmıştı. Bu şartlar altında yürütülmeye çalışılan karantina uygulamaları, zamanla verilen tavizler gölgesinde, Avrupa ile var olan siyasi mücadelenin bir parçası olarak, Osmanlı Devleti’nin başını ağrıtan meselelerden biri olmuştu.