๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Dosya Yazıları => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 16 Haziran 2012, 18:55:57



Konu Başlığı: Mustafa Çelen
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 16 Haziran 2012, 18:55:57
MUSTAFA ÇELEN: KRİZDEN HASAR ALACAĞIMIZ KESİN...
Naci BOSTANCI • 47. Sayı / DOSYA YAZILARI


Mustafa Bey, dünyayı etkisi altına alan “küresel ekonomik kriz”i konuşacağız ama, ekonominin tarihinden bir girizgah yapalım istiyorum. Ekonominin tarihi, önce tarıma, sonra sanayiye ardından da kürsel sermayenin işleyişine dayalı bir seyir mi izliyor?

Dünyanın bazı yerlerinde hâlâ tarıma dayalı ekonomi modeli var. Batı Avrupa temelli bir ekonomi modeli konuşacaksak bu dediğiniz doğru. 17. ve 18. yy’a kadar tarıma dayalı bir ekonomi modeli vardı. Avrupa’nın belirli yerlerinde etkili olan Sanayi Devrimi’nden sonra bile Fransa’nın bir kısmında tarıma dayalı ekonomi sürdü. Hâlâ daha öyledir. Dikkat ederseniz bugünlerde bile tarımın sübvansiyonuyla ilgili en büyük tepkiyi veren Fransız köylüleridir. Aslında Avrupa kendi tarımını hâlâ çok ciddi derecede korur. Rekabet, açık ticaret, serbest ticaret üzerine bütün tarihsel vurgularına rağmen Avrupa tarımı ciddi ölçüde korunur.

Sanayi devrimi ile beraber ne değişiyor?

Sanayi Devrimi ile beraber üretim şekli değişiyor. Tarımda bile üretim şekli değişiyor. Yani Sanayi Devrimi yalnızca sanayileşmeyi sağlamıyor, aynı zamanda tarımsal üretim şeklini değiştiriyor. Mesela Malthus’un teoremi vardır. Sanayileşme tarımda makineleşme hususunda devrim yaratmasaydı iktisat tarihçileri 17. yy’da halkın açlık çekeceğini bildirmişlerdir. Ama Sanayi Devrimi ile birlikte olay değişiyor. Sanayi Devrimi İngiltere’de ortaya çıkıyor, diğer Avrupa devletlerine yayılıyor. Geç sanayileşen ülkeler var, erken sanayileşen ülkeler var, hatta İspanya gibi bizim anladığımız anlamda sanayileşmesi 20. yy’ın ikinci çeyreğinde ağırlık kazanan ülkeler de var. Yani Avrupa dediğimiz yer öyle çok tek parça değil.

Temel ekonomik etkinlik tarım, sonra da sanayi üzerinden yürürken dünyada belirli bir ekonomik düzen var mıydı? O zaman da krizden söz edebiliyor muyduk mesela?

O dönemde kriz dediğimiz şey çevresel ve iklimsel koşullardan dolayı tarımsal üretimin düşmesiyle ortaya çıkıyordu. O dönemdeki iktisadî krizin tam karşılığı tarım ekonomilerinde kıtlıktır. Çok daha serttir ve nüfusun büyük bir kısmını etkiler. Hatta iktisadî anlamada “nüfus planlaması” yapar. Sanayi Devrimi’yle birlikte kriz kavramının ortaya çıkması çeşitli küçük krizleri saymazsak 1929 Ekonomik Krizi iledir. Bu ekonomik buhran iktisadî düşüncede de temel bir değişmeye neden olmuştur. Daha önce klasik iktisatçıların dillendirdiği devletin müdahale etmesi, özel sektörün ön planda olmaması gibi düşünceler tekrar tartışılmaya başlanmış ve klasik iktisadî düşünce yerini Keynesyen ekonomi modeline terk etmiştir. 1929 Krizi’nde klasik iktisadî düşüncenin öngördüğü reçetelerin hiçbirisi çözüm olmamış ve yeni reçeteler aranmaya başlanmıştır. 1929 Krizi’nden sonra Keynes’in ortaya çıkardığı görüşler uygulanmaya başlanmıştır. En büyük kriz dediğimiz kriz 1929 Ekonomik Buhranı’dır. Bu kriz ABD kaynaklı olsa bile Avrupa’da da etkileri görülmüştür. Nitekim II. Dünya Savaşı’nın nedenlerinden biri de bu krizdir. Hitler böyle bir ortamda seçimle iktidara gelmiş, savaş ekonomisi uygulamaya başlamış, sonunda da başarısız olmuştur. Bu politikalar bir süre sonra siyasî krizleri de beraberinde getirmiştir.

1929’daki ekonomik krizin karakteri nasıl? Bu krizi meydana getiren sebepler nelerdi?

1929 Krizi’nin temel nedeni talep eksikliğiydi. Talep eksikliği nedeniyle ekonominin bir yerden sonra büyüyememesi, üretilen malların satılamaması, işsizliğin ortaya çıkması, gelirin azalması ve dolayısıyla talebin azalması krize neden oldu.

Her şey yolunda giderken bir toplum talebi neden eksiltir?

Üretim dediğimiz şey sürekli sabit kalırsa talep neden eksilir sorusunu sorabilirsiniz, Ancak üretim devamlı büyürken talep buna cevap vermezse kriz ortaya çıkar. Üretim düzeyi yatırımlarla büyür. Sanayici sürekli büyütür, ama bunu alacak kişilerin talep edecek kişileri ortaya çıkaramıyorsanız bir süre sonra krize girersiniz. Marks da bu saydığımız nedenlerden dolayı krizin ortaya çıkacağını beyan etmiştir. 1929 Krizi gelişmiş ülkelerin krizidir. Ama ister istemez gelişmiş ülkelerin etrafında eklemlenmiş ülkelere de tesir etmiştir. Mesela Türkiye 1929 Krizi’ni ciddi anlamda hissetmiştir, hatta o dönemde Türkiye’nin iktisat politikaları değişmiştir. 1929 Krizi’nden sonra devletçi politikalara dönülmüştür. Öyle ki 1929 Ekonomik Krizi olmasaydı Türkiye açısından çok partili döneme geçmek daha kolay ve çabuk olurdu.

1929 Krizi’nden 2009’a kadar 80 yıllık bir süre geçti. Ekonominin küresel yapısı, işleyişi açısından bu 80 yılda pek çok şey de değişti galiba.


İktisat teorisinde zamansal ve zeminsel yapıdan bağımsız mutlak doğrudan bahsedilemez. Birinin söylediği şeye başka biri tam tersiyle karşılık verir. Bir müddet sonra başka bir ideolog çıkar her ikisinin de savunduğu şeyi savunur. Yani iktisat ilmi bu anlamda mutlak doğrulardan bahsedilmesi güç, zamana ve zemine göre geçici doğrular üzerine kurulmuş bir ilimdir. Yani yanlışlanabilen bir ilimdir.

O zaman daha net bir şekilde sorayım. 1929 Krizi ile 2008’de patlak verdiğini söylediğimiz kriz arasında ne tür farklar var?

2007 yılından gelip 2008 yılının Temmuz ayında patlak veren krizin yaşandığı dönemle 1929 krizi arasında çok fark var. Her şeyden önce 2008 Krizi bir finansal kriz. Finansal krizin de reel ekonomilere yansıması yeni yeni gerçekleşmeye başlıyor. Daha önceki kriz, yalnızca parası olanları ve parasını işletenleri etkilerken şimdiki sokaktaki adamı, asgari ücret alanları da etkileyecek bir formata dönüşüyor.

Bugün yaşanan kriz arz talep dengesizliğinden kaynaklanan bir kriz değil mi?

Bu finansal bir kriz. ABD’de ortaya çıkıyor. Nedeni de ABD’de herkes konutları uzun vadeli krediler, mortgage dediğimiz kredilerle alıyor. ABD çok uzun süredir devamlı büyüme süreci yaşıyor. Devamlı büyüme dönemlerinde piyasadaki bazı malların fiyatları da yükselmeye başlıyor. Son 6-7 yılda ABD’de konut fiyatlarının çok ciddi ölçüde yükseldiğini görüyoruz. Herkese konut kredisi verilebiliyor, çünkü konut fiyatları devamlı artıyor. Konut fiyatları arttığında kredi verdiğiniz insanlar bu krediyi ödeyemeyecek insanlar olsa bile bundan pek kimse zarar görmüyor, hatta kâr edebiliyor. Normalde bir banka ya da finans kuruluşu mortgage kredisi verdiği zaman size şunu sorar: Aylık gideriniz, evinizin aylık geliri, hayatınızı devam ettirebileceğiniz başka gelirleriniz, borçlarınız ve borç geçmişiniz. Bu bağlamda sürekli geliri olanlar, bu gelirleriyle kredilerini ödeyebilenler zaten ev sahibi olmuşlardı. Ama piyasa devamlı büyüyordu. Ev fiyatları devamlı ileriye gidiyordu. Böyle olunca da bu kredileri ödeme imkânı olmayan, yeterli geliri olmayan kitlelere de kredi açılmaya başlandı; çünkü ekonomi büyüyordu, kredi piyasası, finans piyasası büyüyordu, fonlar çoktu ve bu fonları eşik altı dediğimiz ödeme durumu riskli olan kişilere de kredi verilmeye başlandı. Bu ilk başta iyi gidiyordu. Adama kredisini veriyorsunuz, krediyi alıyor ve 6 ay ya da bir yıl sonra borcunu ödüyor. Borcu 20 yıl devam edecek bir borç. Birkaç yıl sonra ödemekte zorlanıyor. Mortgage firması gelip eve el koyuyor. Ama 100 bin dolarlık ev olmuş 200 bin dolar. Adamın 100 bin dolara endekslenen borcu evin değeri 200 bin dolar olduğu için kapatılabiliyor. Mortgage şirketi buradan parasını alabiliyor. Adam 100 bin dolara almış, bir yıl ödemiş, sonra ödeyemese bile faizi temerrüdü filan da çıkarıldıktan sonra adamın eline para bile kalabiliyor. “Kazan-kazan” dedikleri bu strateji belli bir dönem bu ilişki ile gidiyordu. Böyle olunca çok rahat kredi açılabiliyor, bu insanlara çok rahat kredi verilebiliyor, ödeyemedikleri zaman da evlerinin değeri yükseldiği için borçlu kalmamış oluyorlar.

Burada yalnızca mortgage sistemi çökebilirdi böyle bir durumda. Ancak bir ülkenin ve dünyanın ekonomisini etkileyebilecek bir dizi olaylara neden oldu aynı zamanda.

Bir bankanın mortgage kredisi verdiğini farzedelim. Kredi verdiği kişiden alacağını bir kâğıt haline getirip finans piyasasında başkalarına bu alacağını satabiliyor. Dolayısıyla evin üzerinden ihdas adilmiş menkûl kıymet, üç-beş tane elde dolaşabiliyor. Banka alacağını belirli bir finans kuruluşuna devrettiği zaman parasını alabiliyor. O parayla başka bir mortgage kredisi daha açabiliyor. Yani kendi bilançosundan çok fazla kredi üretebiliyor. Kredi alacaklarını da başkalarına devrederek nakite çevirebiliyor. Bu sistem piyasa çalışırken çok güzel. Bir koyundan üç-beş tane post çıkarılıyor. Postun kaynağı bu koyun. Bu koyun doğurduğu zaman sorun yok. Sistem bundan bir şekilde nemalanıyor. Ama koyun öldüğünde post da çıkmıyor. Mortgage sistemi çöktüğünde ona bağlı olarak üretilen bütün menkûl kıymetler, alacak hakları bir şekilde çöküyor.

ABD Hazinesi yüksek miktarda parayı piyasaya sürerek krize müdahale etmeye çalıştı ama kriz derinleşerek devam etti…

İlk başta mortgage kriziydi. Sonra finansal sistem krizine dönüştü. Şimdi finansal sistemden reel ekonomi krizine doğru gidiyor. Mortgage krizinde o krediyi ödeyemeyenlerin evlerinin fiyatları düşmeye başladı, bunun üzerinden devredilen alacak haklarının karşılığındaki reel değerler alacakları karşılayamadı ve borca bağlı olarak sistem çöktü. Daha önce ABD’de yatırım bankaları ile mevduat bankaları ayrıydı. Bu işleri yapanlar yatırım bankalarıydı. Bir de mevduat bankaları klasik sistemle çalışıyorlardı. Yani mevduatı tasarruf sahibinden toplar yatırımcıya ihtiyacı olan krediyi verirdi. Ama ABD’deki bu yatırım bankası-mevduat bankası ayırımı kalkıp Avrupa’daki yapıya döndü. Avrupa’daki yapı öyledir. Böyle olunca kriz yalnızca mortgage kredisini verenleri değil, finansal sistemin bütününü etkilemeye başladı. Bütün sistemi etkilemeye başlayınca o bankalar bu sefer esas görevleri olan reel sektöre kredi üretememeye, tüketici kredisi üretememeye, daha düşük kredi üretmeye başladı. Bunlar üretilemeyince de ABD’deki talep düzeyi bundan ciddi düzeyde etkilendi. Kredisini alamayan üretim firmaları üretimlerini düşürmeye başladılar, işçi çıkarmaya başladılar, bu insanlar işten çıkınca gelirleri olmadığı için talep de düştü. Millet yarın işten çıkarılıp çıkarılmayacağını bilmediği için tüketim harcamalarını kısma yoluna gitti. Tüketim harcamalarının kısılması reel sektörde sistemsel bir krize yol açmaya başladı. 

Enteresan bir döngü var. Krizden çıkmak için insanları işten çıkarıyorsunuz, bir süre sonra tüketim düştüğü için daha büyük bir kriz ortaya çıkıyor. 

Evet, bu da şu demek: Bireysel iyilerle toptan ekonominin iyileri bazen uyuşmuyor. Siz ayakta kalmak için ya da ürettiğiniz malı satamadığınız için mecburen işçi çıkarıyorsunuz; işçi çıkardığınız için, ürettiğiniz malları alanlar belki sizin çıkardığınız işçiler değil ama başka birilerinin işçileri oluyor, sistem içerisinde talep küçülmeye başlıyor, üretim küçülüyor; üretim küçülünce siz yeniden işçi çıkarmaya başlıyorsunuz. Üretim olmayınca büyüme de olmuyor, büyüyemeyince mecburen iflas etmemek için küçülmek zorunda kalıyorsunuz.

ABD Merkez Bankası’nın müdahalesine rağmen krizin derinleştiği söyleniyor. Bu krizi siz nasıl değerlendiriyorsunuz? ABD’de çıkan kriz henüz başlangıç aşamasındaki bir kriz midir? Devamı gelecek mi?

2007’nin Temmuz ayında ben yurtdışındaydım. Krizin ilk zamanlar orada algılanışı, yalnızca borcunu ödeyemeyen ev sahipleri ve mortgage firmaları ile sınırlıydı. Ama görüldü ki mortgage firmalarının kredi sistemi öyle bir dağılmış, finansal sistemin hem Avrupa’da hem ABD’de bu alacak hakları bilançoda bir şekilde duruyor. İlk başta yalnızca bu kesimlerin sorunuydu. Sonra bankalardaki alacak haklarının değerinin düşmesi ya da oradaki kredilerin bir kısmının karşılığının olmadığının farkedilmeye başlanması ile birlikte sistem içerisinde bankalar birbirlerine kredi akışını, fon akışını kesmeye başladı. Bundan sonra finansal sistem çalışmaz hâle geldi. ABD’nin iki yıldan beri yaptığı,  mortgage kredilerinden daha ziyade finansal sistemin çalışabilirliğini sağlamaktı. Bankalar birbirleri ile sıkı bir ilişki içerisindedirler. Çeki bir bankadan alırsınız, diğerine verirsiniz. Bu işler böyle girift, birbiri içine geçmiş işlerdir. Bu sistem içerisinde parayı verdiğiniz insanın parayı geri ödeyemeyeceği öngörüsü oluştuysa, fon akımları da yavaş yavaş azalmaya ve kurumaya, sistemin içerisinde var olmaya dayalı yapılar çökmeye başlar. Normalde bankalar hiçbir zaman borçları kadar ya da mevduatları kadar nakit parayı ellerinde tutmaz. Bankalar 100 liralık mevduat yaparsa onun 80 lirasını mevduata verir, bunun dışındaki paraları krediye verir. Böyle olunca 100 bin lirayı gidip bankadan isterse banka ne kadar sağlam olursa olsun batar. Bankacılık sistemi de biraz farklı bir sistemdir. Mesela ikimizin karşılıklı bakkal dükkânları var. Sizin batmanız benim hayrımadır. Çünkü müşterileriniz bana gelir. Ama ikimiz karşılıklı banka olursak sizin batmanız benim hayrıma değildir. Çünkü sistemde güven krizi ortaya çıkar, siz battığınız zaman bu sistemin krizi beni de batırır. O yüzden finansal sistemde hiç kimse diğerinin batmasını istemez. Bu sistemik bir sorun meydana getireceği için, herkesin borçları ellerinde nakit tutulan paralarla karşılanamadığı için diğerini de batırmaya başlar. 

Bu kriz ile 1929 Krizi’ni karşılaştırdığınızda bunu 29 Krizi’nden daha büyük bir kriz olarak mı görüyorsunuz?


Şahsen ben görmüyorum. Bazıları bunu daha büyük bir kriz olarak görüyor ama daha krizin başlarında değil ortalarındayız. Bu krize neden olan bir diğer gelişme de bu krizin meydana geldiği ülkenin siyasî liderinin yeterli kararlılıkla müdahale edememesidir. Bunun nedeni de bellidir. Çünkü seçim yapılacak ve iktidar değişecektir. Bu uzun vaadeli bir işti. Ciddi bir plan program gerektirir. Bunun çözümüne yönelik kaynak gerektirir. Buna yönelik kaynağın kongreden çıkması gerekir. Belirsizlik ortamında da bu anlamda zorlayıcı ve kapsayıcı önlemleri hiç kimse almak istemez, ki zaten 8 yıldır iktidarda olan ve finansal sistemdeki bu dengesizliği engellemeyen, denetlemeyen, sistemi yeterince sağlıklı kurmayan ve gözlemlemeyen bir siyasî iktidarın da bunu yapmasını beklemek çok da akılcı bir beklenti olmaz.

Marksizme yakın olanlar bunu kapitalizmin çöküşü olarak yorumluyorlar. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Aç tavuk kendini buğday ambarında sanırmış. Kapitalizmin yıkıcı bir yaratıcılığı var. Bu ne demek? Sistem bir yerde tıkandığı zaman safrasını atar ve kendini yeniler. Bu anlamda kapitalizmin krizi demek ne derece doğru olur bilmiyorum. Kapitalizmin krizi daha sağlıklı; sistemin daha uzun süre işlemesini sağlayan, artıklarından sıyrılan bir yapıya sahiptir. Bu anlamda kapitalizm gidecek, batacak demek biraz hayâl gibi geliyor bana. Kapitalizm daha sağlıklı olarak yeniden kendini yeni bir formatta inşâ edecek diyelim.

Merkezde bir kriz çıkıyor. Dünyanın güçlü, güçlenmekte olan ve 3. Dünya ülkelerini etkiliyor.

Sisteme bir şekilde eklemlenmiş ülkeler bundan etkilenecekler. Bu gelişmiş ülkelerin çıkardığı bir kriz, kendilerinin çıkardığı bir kriz değil. Ama gelişmiş ülkeler aynı zamanda dünyadaki talebin çok büyük bir kısmını oluşturuyorlar. Bu devletlerle bir şekilde arz-talep ortaklığı içerisinde olan devletler elbette bu krizden etkilenecekler.

AB üyesi ülkeler nasıl etkilenecekler bu krizden mesela?

ABD’deki mortgage kredileri Avrupa’daki bankaların portföylerinde de söz konusu. 

Mesela İzlanda satılık ülke hâline geldi.

İzlanda’nın durumu biraz farklı. İzlanda 1946’da Danimarka’dan ayrılma bir ülkedir. Bir anlamda Avrupa’nın periferisidir. Avrupa’nın en doğusundaki ülkedir. İzlanda’daki finansal kriz Avrupa’daki bankalara yansımaya başladı. Avrupa’daki bankacılık sistemi özellikle AB’ye geçiş sürecinde o kadar birbirinin içine girdi ki, yani Macaristan’da bile kriz oldu. Macaristan’daki kriz merkez ülkelerin bankacılık ağıyla alâkalı. Merkezdeki bankada kriz yaşanınca onun yakın çevresindeki ülkeler bu krizi yaşamaya başlıyor. AB’yi İngiltere ve AB para birliği (euro) bölgesi diye algılamak daha doğru olur. ABD’deki yapıya en çok eklemlenen İngiliz finansal sistemidir. İngiliz finansal sistemi de küresel finans sisteminin Avrupa’daki ana ayaklarından biridir. Nitekim kriz önce İngiltere’de hissedilmeye başlandı, daha sonra Kıta Avrupası’na yayıldı. Kıta Avrupası’na yayılması kendisini hemen reel ekonomik göstergeler üzerinde gösterdi. Çünkü dünyanın gelişmiş ülkelerinde insanlar krizin %100 bir parçası olmasalar bile tüketimi kıstılar. Batı’daki tüketimin bir kısmı kredilendirilen tüketimdir. Bankacılık sistemi bağlamında kredilendirilen tüketimdir. Yani kredi kartı kullanan her kişi bankacılık sisteminden bir şekilde belirli bir sürede kredilendirilmiş oluyor. Kredi kartı bir ödeme aracıdır ama o kredi kartının bir sonraki borç döneminde borcunuzu kapatmadıysanız artık ödeme aracı değil çok yüksek faizli bir kredilendirme aracı hâline gelmektedir. Bu kriz döneminde Avrupa’nın da büyüme hızı durdu. Avrupa ülkeleri etkilendi. Daha sonra bunlara ikincil yakınlıkta olan ülkeler etkilenmeye başladı. Meselâ biz de etkilendik. Bu etkilenme iki kanaldan oldu:  Birincisi finans kanalı, ikincisi reel ekonomi kanalı.

1929 yılındaki ekonomik buhran sosyal yapıları ve siyasî hâdiseleri etkiledi. 2000’li yılların başında çıkan bu kriz, gelecek yıllarda acaba dünyanın sosyal ve siyasî yapısını etkileyecek mi?

Evet etkileyecek. Barack Obama gökten düşmedi oraya. ABD toplumu gibi bir toplum, Barack Obama gibi birini seçti. Barack Obama’nın iktisadî söylemi geniş halk kitlelerine, ABD’nin orta direğine yönelik söylemdi. Onların vergilerinin azaltılması şeklinde bir söylem geliştirdi Obama. Barack Obama’nın ön plana çıkması ve seçimi kazanması insanların krizi hissetmesi sayesinde oldu. Çünkü ABD toplumu gibi bir toplumun babası Müslüman, annesi iki-üç evlilik yapmış, yarı zenci bir insanı sistemin başına geçirmesi, bir nevi kendi içerisinde sessiz bir devrimdir.

Kuşkusuz bu kriz dünyanın farklı yerlerinde farklı neticeler de doğuracak.

Evet. Yunanistan’da yaşanan gerginliği 16 yaşındaki bir gencin polis kurşunuyla öldürülmesi olarak algılarsanız bu yapıyı çözemezsiniz. Özellikle Batı’da sosyal devlet kavramına daha yüksek bir refah seviyesine alışmış orta ve alt sınıfın bundan etkileneceğini ve bunu kaçınılmaz olduğunu söyleyebiliriz.

Biraz da Türkiye’yi konuşalım istiyorum. Türkiye’de garip bir şekilde ön plana çıkan iki farklı ses var. Hükümet bu krizden en az etkilenen ülkenin Türkiye olacağını söylüyor. İşadamları da hükümetin krize karşı tedbir almadığını... İnsanların kafası çok karışık. Hükümet gerçekten bu krizi önemsemiyor mu? Bizi çok büyük oranda etkileyecek bir kriz var da hükümet bunu ciddiye mi almıyor?

Bizim kafamızdaki kriz kavramıyla bu kriz kavramı biraz farklı. 80’lerden önce döviz krizi yaşardık. Dış ticaret ödemeler dengesi krizi yaşardık. 80’lerden sonra yaşadığımız iki kriz ise kamu kesiminin finansman açıklığı nedeniyle ortaya çıkan krizlerdi. Devletin iki yakasını bir araya getirememesi krizleriydi bunlar. Bize özgü yerel krizlerdi. 1994’te ortalık güllük gülistanlık iken biz kendi krizimizi kendimiz ortaya çıkardık. 90’larla 2000 arası Türkiye hem ekonomik, hem siyasal, hem de kültürel anlamda tam bir alacakaranlık kuşağı yaşadı. 

Şunu söyleyebiliriz o zaman: İnsanlar bizim yaşadığımız ekonomik krizlerle bugün yaşanan krizi birbirine karıştırmamalılar…

Yani karıştırmamalılar, benzer etkileri olacaktır ama farklılıkları da olacaktır. 

Peki sizce hükümet bu krize karşı tedbir aldı mı yoksa iddia edildiği gibi önemsemiyor mu?

Hiçbir hükümet dışarıda herkes hararetli bir şekilde bu konuyu tartışırken önemsememezlik edemez. Türkiye krize karşı yapması gerekenlerin bir kısmını zaten daha önce yapmıştı. Ama benim algılamam, hükümetin kendisinin yaptığı şeyleri daha iyi anlatamama gibi bir sorunu var. Yaptığı şeyleri daha iyi anlatsa daha farklı olabilir. İkincisi “ne yapılabilir?”, “hükümet bunların ne kadarını yaptı ya da yapacak?” bunların konuşulması gerekir bence. Bu soruların muhatabına göre cevabı değişebilir, ayrıca verdiği cevapta kendisi için en iyi olanı tanımlayabiliyor. Her şeyden önce bu kriz, Türkiye’nin finans ayağını etkiledi. Bankacılık sistemi ayağıyla yurtdışından kredi alan bankalar ve özel sektör bağlamında etkilemeye başladı. 2001’den beri kur oynamamıştı ve geriye gitmişti. Bu, yurtdışından döviz borçlanmayı yurtiçinden borçlanmaya nazaran çok daha avantajlı duruma getirdi. Bu bağlamda yurtdışından borçlanabilecek durumda olan büyük sermaye finansman ihtiyacını yurt içindeki özel bankalardan değil de döviz üzerinden karşılamaya başladı. Döviz sürekli geriye gittiği için bu paraların faizleri olsa bile TL karşılıkları düştüğü için yatırım için cazip hâle geliyordu. Kriz patlak verince öncelikle yurtdışından finansman getirenler etkilendi. Bu finansmanı tekrar çevirebilmek sorun hâline geldi, döndürebilenler eskisine nazaran çok yüksek maliyetlerle çevirmeye başladılar. Burada kriz nedeniyle kurun da hareketlenmesi daha önceki borçlarının TL karşılıklarını yaklaşık yüzde 50-60-70 artırmaya başladı. Krize şimdiye kadar en çok tepki veren de bu kimselerdir.

Türkiye bu krize yakalandığında güçlü bir konumda mıydı?

Türkiye’nin güçlü olduğu alanlar vardı. Bu bir finansal krizdi ve Türkiye’nin bankacılık sistemi güçlüydü. Krize neden olan menkul kıymetler bizim bankacılık sistemimizde yoktu. Sonra 2001 Krizi bankacılık sistemindeki ak ve kara koyunları birbirinden ayırmıştı, ayakta kalmayı başaranlar kendilerine çeki düzen vermişlerdi. Ayrıca denetim ve düzenlemeyi yapacak BDDK gibi TMSF gibi, Hazine gibi kurumlar bu sistem içerisinde bankacılığın düzgün işlemesi için ne yapmaları gerekiyorsa onu yapmayı başardılar. Bizim bu krizdeki en büyük handikapımız carî işlemler dengesinin ciddi açık vermesi, bu açık nedeniyle dış finansmana bağımlı olmamızdan kaynaklanmaktadır. Carî işlemler fazlası verseydik bu krizin bizi teğet geçme olasılığı çok daha yüksekti. Ancak üretim kanalından etkilenebilirdik.

Kimilerine göre bu kriz bizim için bir fırsat olabilir. Türkiye krizden bu fırsatı değerlendirerek mi çıkacak? Böyle bir öngörüde bulunabilir miyiz?

Bu krizden hasar alacağımız kesin. “Ne kadar az hasar alacağız? Ne kadar az hasarla atlatacağız?” sorularını sormak gerekir bence. Üretim kanallarımız etkilenecek. Çünkü daha önceki dönemlerde % 6-7’lik bir büyüme trendiyle büyümüş bir ülkeyiz. Bu hızla büyüyen bir ekonominin üretim kanallarının hepsi, krediye ihtiyaç duyar ya da yüksek oranda kredi kullanmıştır. Üretici olarak borcunuz varsa ve borç verenler borç vermeyi kesmişlerse, bu durum Türkiye’de krediyle çalışan bütün birimleri etkileyecektir. Aynı zamanda yurt içi piyasamızda da tüketici kredileri ön planda. Bu bağlamda da etkilenecektir. Firmalar küçülmek için önce kendi borçlarını kapatma yoluna gideceklerdir. Bunun da iki yolu vardır: Birincisi bu borçları tekrar borç olarak kapatmaktır, öncelikli olan budur. Bunu yapamayacaklarsa da ikinci olarak varlıklarının bir kısmını satmak zorunda kalacaklardır. Fiyatların düştüğü bir piyasada bu durum fiyatları daha da geriye çekecektir. Bu küçülme demektir. İşçi çıkaracaklardır, üretimi azaltacaklardır. Böylelikle bu sokaktaki vatandaşları ve bu işletmelerin çalıştırdığı insanları etkileyecektir. Satın alma gücü etkilenecektir ve bu ilişki piyasaya bir şekilde yansıyacaktır.

Bu krizden nasıl çıkılır Mustafa Bey?

Türkiye’de krizden sonra ortaya çıkan durumu toparlamak yalnızca Türkiye’nin toparlanmasıyla alâkalı bir durum değil. ABD’deki sistemik kriz hâllolmaz ve derinleşirse bizim krizimiz de buna bağlı olarak derinleşecektir. Ama ABD’deki kriz derinleşmezse bunun Türkiye’ye yansımalarını hemen görebiliriz. ABD’deki krizin bittiğini nasıl anlarız? Konut fiyatlarındaki düşüş ne zaman durur ve yeniden yükselmeye başlarsa o zaman ABD’deki krizin dönmeye başladığını söyleyebiliriz. Bu finansal sistemin tekrar çalışmasını ABD ayağındaki kredilendirme sisteminin yeniden çalışmasını ve bunun da uluslararası arenayı etkilemesini sağlayacak ve kriz ortamından dünyayı kurtaracaktır.

Çok teşekkür ediyoruz. Faydalı bir konuşma oldu.


Ben de teşekkür ederim.