๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Dosya Yazıları => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 29 Mayıs 2012, 12:34:45



Konu Başlığı: Kitap nedir
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 29 Mayıs 2012, 12:34:45
Kitap nedir?
Alper Çeker • 57. Sayı / DOSYA YAZILARI


Eski insanların dillerinde zahirî anlamıyla, yaşamlarında da maddi varlığıyla kitap, dilbilimsel bir gösterge ve elle tutulur bir nesne olarak vardı. Ancak bu kitabın niteliği ve işlevi, bugünkünden farklıydı. O halde bugünkü anlamıyla kitap nedir?

Hazreti Muhammed’e (s.a.v.) vahyedilen ilk sure, “Alak”tır. Bu sure, “Oku” (İkra) emriyle başlar. Surenin devamında Kur’an-ı Kerim, Hazreti Peygamber’e, Rabbinin kalemle yazmayı öğreten olduğunu bildirir. “Kalem” suresi ise, kaleme ve satırlarına ant içerek başlar.

Kur’an-ı Kerim, halife Hz. Osman zamanına kadar kitap olarak toplanmadığı halde; kendisinden çeşitli ayetlerde “el Kitâb”  olarak bahseder. Henüz kitaplaşmamış bir metnin kendisinden “kitap” diye bahsetmesi, “kitap” ve onunla ilgili sözcüklerin (okumak vs.), sandığımız anlamların dışında kullanıldığını gösterir. 

Kelamcılar her ne kadar Kur’an-ı Kerim’de geçen kitap, kalem, o kaleme ait satırlar ve “Oku” emri gibi ifadeleri birebir olarak anlama eğilimindeyse de; zahirî anlamı o dönemin maddi dünyası ile örtüşmeyen bu göstergelerin işaret ettiği batınî bir anlam evreninin mutlaka olması gerekir. Tıpkı yalnızca gövdesini gördüğümüz bir ağacın, görmediğimiz köklerinin olması gerektiği gibi… 

Bu anlam evrenine giden yolda bizlere, Kur’an’ın tasavvufi yorumu rehberlik ediyor.

Halvetî-Uşşakî tasavvufi geleneğin günümüz temsilcilerinden olan Necdet Ardıç, Vah’y ve Cebrâil adlı kitabında; “ ‘Oku’ dendiğinde beynimizde okuma ile ilgili hangi bilinç kaydı varsa bu kelimeyi sadece o yönüyle çok dar bir çerçevede anlamış oluyoruz” dedikten sonra şu soruyu sorar: “Ayrıca [Rasulullah] okuması için, eline bir ‘metin’, okunacak bir şey de verilmediği halde niye ‘Oku’ hitabına muhatap olmuştur?”

Sözünü ettiğimiz Halvetî-Uşşakî geleneğin yaşattığı, İbnü’l Arabi’ye ait tasavvufi görüşler ışığında meseleye yaklaşan Necdet Ardıç, “Oku” emri ile Hazreti Peygamber’in zatının, yerini ilahi zat’a; sıfatlarının, yerini ilahi sıfatlara; isimlerinin de yerini ilahi isimlere bıraktığını yazar: “‘Ümm-ül kitab’ olmaya başladı, kaleme kâğıda ihtiyacı yoktu, Cebrâil bildirdiğinde aynını zâtından da okuyordu.”

“Ümmü’l Kitab”, Arapça’da kitabın anası anlamına geliyor. İbnü’l Arabi’ye göre insan fertleri, şehadet âlemi kitabında manalarından dolayı nakşolunmuş birer surettir. Uluhiyyet bir manadır ve insan sureti, âlem kitabında o manayı izhar için nakşedilmiştir. Küllî ilmin manası, Kitabın Annesi’nden, âlemin kalbi derecesinde olan “levh-i mahfuz” âlemine iner ve oradan da “misal âlemi”ne gelir. (bkz. Ahmed Avni Konuk, Fusûsu’l Hikem Tercüme ve Şerhi, cilt 1-2.)

Suad el Hakîm ise İbnü’l Arabî Sözlüğü’nde; “İbnü’l Arabî varlığa yazılmış bir kitap diye bakar. Ondaki her tikel hakikat bir harf, birleşik her hakikat bir kelimedir. Bu âlem tedvin ve yazı âlemi diye isimlendirilmiştir” der ve Şeyh-i Ekber’e göre Kitabın Anası’nın, Hakk’ın zât’ı olduğunu ifade eder. Zaten Necdet Ardıç da, “İkra” için “zatî tecellinin tarih başlangıcı” diye yazar.

O halde biz de Heidegger’in “zaman nedir?” sorusuna yanıt aradığı ünlü “Zaman Kavramı” adlı denemesinin sonunda yaptığı gibi; “Kitap nedir?” sorusunu “Kitap kimdir?” olarak değiştirebiliriz.

Allah, varlık kitabının okunmasını istemiş; buna karşılık bu muazzam teşbihin zamanla anlam kaymasına uğraması sonucu, kelamcılar Hira dağındaki mağarada parşömen aramaya başlamışlardır.

Kitabın (algı) tarihi


Yukarıda uzun uzun bahsettiğimiz teşbihin yanı sıra; eski insanların dillerinde zahirî anlamıyla, yaşamlarında da maddi varlığıyla kitap, dilbilimsel bir gösterge ve elle tutulur bir nesne olarak vardı. Ancak bu kitabın niteliği ve işlevi, bugünkünden farklıydı.

Şu hikâyeye kulak verelim: Gazali’nin Nasr al-İsmaili’den aldığı derslerin notlarına, bir yolculuk sırasında kervanı yağmalayan haydutlar el koyar. Gazali haydutların reisine, uzun yıllarını harcayarak elde ettiği bilgilerin bu notlarda olduğunu söyleyerek, onları geri ister. Haydutların reisi onunla alay eder ve “Elinden kâğıt parçaları alınınca cahil kalıyorsun. Bilgi böyle mi olur?” der. Bu söz üzerine Gazali üç yılını harcayarak ders notlarını ezberler. (bkz. Gazali, El-Munkızu min ad-Dalal, çev. Hilmi Güngör, İslam Ansiklopedisi, “Gazali” maddesi, cilt 4.)

Bu misal, kitabın eskiler için bilgiyi saklama aracı olduğunu doğruluyor ve ötesine de işaret ediyor. Fakat kitabın aynı zamanda “bilgiyi yayma aracı” olduğunu söylemek zor. Zaten birçok kitabın içeriği, yaygınlaşması durumunda yazarının yaşamını tehlikeye atacak nitelikteydi. Bu konuyla ilgili, sayısız tasavvufi kitap örnek olarak gösterilebilir. Bir Cavidanname nüshası ile yakalanmak, 15. yüzyılda canınıza mâl olabilirdi. Bu kitaplar yalnızca ehli olan birkaç kişi arasında paylaşılmak ve içeriğini gelecek kuşaklar için saklamak amacıyla sınırlı sayıda çoğaltılıyordu.

Eski Mısır’da, bu ülkeye özgü bir üretim olan papirüs üzerine yazılan kitaplar vardı. Bu kitaplar papirüs tomarlarından oluşuyordu. Genelde 6 ile 10 metre arasında değişen papirüs uzunlukları, bazen aşırıya kaçabiliyordu. Bu dönemin en yaygın kitabı, Ölüler Kitabı’dır. Mezarlarda cesetlerin yanına konan bu kitap, ölülerin ruhlarını korumak amacıyla yazılmış dualardan oluşuyordu. (bkz. Albert Labarre, Kitabın Tarihi, çev. Galip Üstün)

Benzer şekilde, kâğıt ve baskı tekniği Doğu’da 8. yüzyıldan beri kullanılsa da, şairlerin şiirlerini raviler aracılığıyla yaymaya devam etmesi, dolayısıyla baskı tekniğinin üzerine fazla gidilmemesi de Doğu’daki kitap algısını anlamak konusunda önemli bir ipucu veriyor. Arkeolojik buluntular, Uygur Türklerinin söz konusu dönemde hareketli harflerle dizgi yaparak kitap bastığını kanıtlıyor. 981-984 yılları arasında Uygur kentlerini gezen Çin elçisi, Turfan, Hoço ve Beş-Balık’taki mabetlerin tümünde kitaplık bulunduğunu yazar. Yine A. Grünwedel, A. von Le Coq ve Aurel Stein, Orta Asya’da yaptıkları arkeolojik kazılarda minyatürlü ve ciltli, yazma ve basma Türkçe kitaplar bulmuş ve bunları Berlin Etnoğrafya Müzesi’ne taşımışlardır. Ayrıca, 1902-1907 yılları arasındaki araştırma gezilerinde baskı amaçlı üretilmiş Uygur alfabesine ait çok sayıda ağaç harf bulunmuştur. (bkz.İsmet Binark, “Türk Matbaacılığının Tarihçesi-Uygurlar’da Matbaa”, Türk Kitap Medeniyeti.)

Seri üretim Batı’nın işi

Avrupa’da ise 12. yüzyıla kadar kitapların üretildiği merkezler manastırlarla sınırlıydı. Ancak 13. yüzyılda üniversite öğrencileri ve şehir burjuvazisi kitap konusunda yeni bir müşteri kitlesi olarak ortaya çıktı. Asyalıların icadı olan kâğıt, 14. yüzyılda Avrupa’da parşömenin yerini aldı; böylelikle kitabın maliyeti düştü ve büyük şehirlerde kitapçı dükkânları ortaya çıktı. (Albert Labarre, a.g.e.) Gutenberg, Asya’da yüzyıllardır bilinen baskı tekniğini Avrupa’da 15. yüzyılda kullanmış ve yazılması oldukça masraflı olan İncil’den 180 adet basarak, bunları satmıştır.

Burada bir kitabın yüksek bir adette çoğaltılması, yaygın bir biçimde satılması ve bundan kazanç elde edilmesinin, Batı zihniyetinin ürünü olduğunu belirtmek gerekiyor. Seri üretim kavramı, biz Doğuluların geleneksel kültürüne aykırıdır.

Örneğin, kitap ciltçiliğinde kullanılan ebru, Orta Asya kökenli ve İstanbul’da zirveye ulaşmış bir sanattır. Doğu’ya yaptıkları gezilerde ebru sanatını keşfeden Batılılar, Avrupa’da bunun seri üretimine geçtiler; bu yolla ebru ucuz ve kolay erişilir bir hal alırken, sanat olmaktan çıkarak bütün özelliğini yitirdi. Çünkü her ebru eşsizdir, bir ebrudan ikinci defa yapılamaz. Oysa seri üretimlerin hepsi birbirinin aynıdır.

Albert Labarre, Avrupa’daki 15. yüzyıl matbaacılığını şu cümlelerle sorgular: “Dolayısıyla, demek ki XV. yüzyıl yayıncıları Ortaçağ düşüncesine umulmadık bir yayılım sağladılar. Ama hangi Ortaçağ’ı aktarmışlardır? Her şeyi basmadılar ve ticari ölçütlere göre bir seçme yapmak durumunda kaldılar. Ürettiklerini piyasaya sürerek kâr sağlamak tasasında oldukları için, olabilecek en çok sayıda müşteriyi ilgilendirebilecek yapıtları arıyorlardı ve yaptıkları seçme, Ortaçağ düşüncesini, ancak XV. yüzyıl insanının düşünce ve kaygılarını değiştiren prizmanın ötesinden ortaya koymaktadır.” (a.g.e.)

Bu noktada, “Osmanlı’ya matbaanın geç ulaşması” tartışmalarına değinmek gerekiyor. Orlin Sabev, ülkemizdeki ilk Türk matbaası olan Müteferrika Matbaası hakkında pek çok gerçeği gün ışığına çıkaran İbrahim Müteferrika ya da İlk Osmanlı Matbaa Serüveni adlı kitabında,  matbaanın Osmanlı ülkesine geç gelmesinin nedenlerini sorgularken; Francis Robinson’ın görüşlerine de yer veriyor: “Robinson’a göre Batı Hıristiyanları arasında yazı duyulan sözden daha güvenilirken, Müslümanlar yazıların yeterince doğru yazıldığından şüphe duyarak insandan insana, ya da öğretmenden öğrenciye veya bilenden bilmeyene aktarılan sözlü bilgiye daha çok güvenirler. Bu bakımdan Müslüman topluluklarında bilgi ağız-kulak yoluyla dolaştığı için kitapların basma teknolojisi yoluyla çoğaltılmasına uzun zaman ihtiyaç duyulmaz ve ancak dinini muhafaza etmek zorunda kaldıkları dönemde matbaanın gerçek gücünü keşfederler.”

Dolayısıyla, kitabın baskı yoluyla çoğaltılmaması Osmanlı ülkesinde kitabın olmadığı anlamına gelmez. Aksine Osmanlı İmparatorluğu, kitap sanatında bir zirvedir. Bu kitapların ciltleri, ebruları, yazıları, tezhipleri ve minyatürleri birer estetik harikasıdır. Bu yüzdendir ki İstanbul’a gelen yabancı diplomatların ve gezginlerin en çok ilgi gösterdiği konu, ülke dışına kitap kaçırmaktı. Bazı kitapları elde etmek için, ülkemizi ziyaret eden yabancılar ölümün göze alındığı serüvenler yaşamışlardır. 

Ticari bir meta olarak kitap

Modern zamanlarda ise kitabın, bilgiyi saklama ve gelecek kuşaklara aktarma aracından ziyade ticari bir metaya dönüştüğünü söylemek mümkün. Örneğin, Robert Escarpit, Edebiyat Sosyolojisi (çev. Ali Türkay Yazıcı) adlı eserinde kitabın çeşitli tanımlarına yer verir: “Kitabı tarif etmek zor bir şeydir. Bugüne kadar yapılan aşağı yukarı eksiksiz tek tarif o kadar bulanıktır ki, bir işe yarayamaz: ‘(Kitap) belirli düşünce verilerinin canlandırıcı işaretlerinin üzerine düşürüldüğü, belirli maddeden yapılmış, belirli boyda, katlı veya sarılı olabilen bir taşımalık (support)tır’… Kitap tarifi tek değildir. Her ülkenin, her idarenin kendi tarif veya tarifleri vardır… Bu tariflerin eksiği, kitabı kültürel bir değiş-tokuş aracı olarak değil de bir maddi nesne olarak görmektir. Birçok tarif, Racine veya Moliere’in bir oyununun okullar için yapılmış baskısını almaz da, demiryolu tarifesini içine sokar.”

Bugün, roman türü artık edebiyat olmaktan çıkmış durumda. Ekonomi dergilerine konu olan çok satan romanlar, bir yazarın dehası yerine bir ekip çalışmasının ürünleri olarak karşımıza çıkıyorlar. Bu ekip, kamuoyunun ilgi gösterdiği popüler konuları takip eden, bunlarla ilgili malzeme toplayan; daha sonra bu malzemeyi bir kurgu çerçevesinde harmanlayan insanlardan oluşuyor. Söz konusu romanların sayfa sayısı ve kapak tarzları, kitap dağıtım şirketlerinin taleplerine göre belirleniyor. Ve tabii ki bu romanların yazarı olarak karşımıza, reklam panolarında ve televizyon ekranlarında güzel kadınlar ve saçı fönlü erkekler çıkıyor. Çünkü pazarlama stratejisinin bir parçası olarak, yazar fotojenik olmak zorunda. Çünkü çok satması arzu edilen bir romanın çirkin, bakımsız bir yazarı olamaz. 

Tüm bunlar bize Albert Labarre’ın Ortaçağ matbaacılığına getirdiği eleştiriyi hatırlatıyor. Seri üretim ile yayıncılık, tamamen piyasa şartları tarafından biçimlendiriliyor, yayımlanacak kitaplar piyasa şartlarının talepleri doğrultusunda seçiliyorlar.

Kısa bir süre öncesine kadar kullanılan baskı tekniği, maliyetin karşılanması endişesi yüzünden 1000 adedin altında kitap basımını mümkün kılmıyordu. Oysa son yıllarda ortaya çıkan dijital baskı tekniği, tek bir kitabın bile en düşük maliyetle basılmasını sağlıyor. Bu teknoloji henüz gelişmediği için, dijital olarak basılmış kitapların görsel açıdan kalitesi iyi değil. Ancak dijital baskı yöntemi, kitaba geleneksel anlamını yeniden kazandıracak bir umut ışığı olabilir. Örneğin internet ortamındaki pazarlama sitelerinde bazı kitaplar, önce satılıp daha sonra dijital teknikle basılarak, okuyucuya postalanıyor. Bu sayede, ticari meta olmaktan uzak kitaplar, yeniden sınırlı sayıdaki ehil insanlar arasında dolaşıma girebiliyor. Gelecekte dijital baskı tekniği, özellikle şiir kitapları açısından bir çıkış yolu olacak gibi duruyor.