๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Dosya Yazıları => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 22 Haziran 2012, 16:25:52



Konu Başlığı: Doğa durumu ve Pakistan
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 22 Haziran 2012, 16:25:52
Doğa durumu ve Pakistan
Ayşe SARIOĞLU • 68. Sayı / DOSYA YAZILARI


Bir sel felaketi ile tüm dünyanın bakışlarını bir anlığına da olsa üzerine çeken Pakistan’daki insanlık dramı son bulmuş değil. Yersiz yurtsuz kalan yaklaşık 20 milyon Pakistanlı için hayatta kalma mücadelesi her gün daha zor şartlarda devam ediyor. Yaklaşan kışla birlikte akıbetleri belirsiz olan bu insanlar, Thomas Hobbes’un Leviathan’inde bahsettiği gibi “doğa durumu”nda ölmeden bir gün daha geçirmenin peşinde. Sürekli teyakkuz halinde ve asla mücadeleyi bırakmadan…

Thomas Hobbes, ünlü eseri Leviathan’de mutlak bir gücün olmadığı doğa durumunda insanların istediklerini elde etmek için sadece diğerlerinden daha güçlü olmalarının yeterli olduğunu söylüyor. Herkes istediğini yapmakta ve elde etmekte eşit. Eşitler arasında en güçlü olan kazanır, dilediğini alır. Doğa durumunda “herkesin herkesle savaşı” sürgit devam eder. Ne huzur ne barış ne de sükûnet oluyor böyle bir durumda. Doğa durumu, bireylerin iradi olarak güçlerini bir egemene yani modern anlamda devlete teslim etmeleriyle son buluyor. Tek tek güçlü olan bireyler kendi güçlerinin ötesinde bir egemene sığınarak sınırsız güç kullanmanın verdiği özgürlüklerinden vazgeçerek huzuru ve düzeni elde ediyorlar. Peki, Pakistan gibi devletin var göründüğü fakat olmadığı ülkelerde hayat nasıl? Bir de bu kaosun üzerine bol su ve çamur eklerseniz ortaya nasıl bir tablo çıkıyor?

Bir felaketin ardından, selin izini sürmek için gittiğimiz Pakistan’da Hobbes’un bahsettiği doğa durumunun geçerli olduğunu söylemek haksızlık olmaz. Yalnız bu durumun selle başlamadığının altını çizmek kaydıyla. 1947’de İngiliz sömürgesinden resmî olarak kurtulan, fakat gayr-i resmî olarak sömürünün her türlüsünün devam ettiği Pakistan örneğinde siyaset biliminin en temel unsuru olarak kabul edilen devletin varlığından söz etmek neredeyse mümkün değil. Yönetimin, feodal üst sınıf ile askerî otorite arasında sürekli el değiştirdiği ama asla halkın iradesine bırakılmadığı; adındaki Pakistan İslam Cumhuriyeti ibaresinden başka İslam’ın en temel unsurlarından biri olan “kullar arasında eşitliğin” asla söz konusu olmadığı bir ülke burası. Feodal yapı ve kast sistemi herkese ve her yere öyle bir temayüz etmiş ki bu acımasız sistemin kırılması yine sistemin öznesi olan insanlar tarafından imkânsız hale getiriliyor. Zira herkes dedelerinden gelen kaderini bila kayd-u şart kabullenmiş. Kast sisteminin en tepesindeki insandan en altındakine kadar herkes ne içinde bulunduğu durumdan şikâyet ediyor, ne de başka bir hayat tahayyül edebiliyor. Pakistan kaderine razı insanların, sürekli kendilerinden üstün kabul ettikleri feodal yapı tarafından sömürüldüğü bedbaht bir ülke. Bu durum, gece gündüz beraber yol aldığımız şoförlerimizi bizlerle birlikte aynı masada yemek yemeğe ikna edemememizden belli.

Pakistan’dan sel manzaraları
Pakistan’da selin izini sürmeye, felaketten en çok etkilenen Pencap’ın Muzaffergarh bölgesinden başlıyoruz. Ülkenin tahıl ambarı olarak bilinen bu bölgede, tarlalar sular altında kalmış, evlerin büyük bir çoğunluğu yerle bir olmuş, kalanlar ise artık yaşanamayacak durumda. Muzaffergarh’da gıdadan sağlığa, barınmadan temiz içme suyuna kadar her şey çok büyük problem. Artık adacıklar haline gelmiş evlerinin yanı başında kalan insanlar ise gelecek yeni bir sel tehlikesine karşı bölgeyi terk edip etmemek arasında kararsız. Sahip oldukları küçücük toprak parçaları kendi hayatlarından daha kıymetli. Zira kendine ait bir toprağı olmayanlar, hayat boyu feodal ağaların modern köleleri olarak yaşamak zorunda. Günü kurtaracakları gıda yardımları kesilirse ne yapacakları belirsiz olan bu insanlar, paylarına düşeni alabilmek için de her gün daha çetin bir mücadele vermek durumundalar.

Pakistan’da ikinci durağımız, kuzey eyaleti Peşaver’deki selin ilk vurduğu Novşera şehri. Burası için artık yok demek mümkün. Taşın taş üstünde kalmadığı şehir adeta bir enkaz yığını haline gelmiş. Evlerinden geriye kalan tuğla parçalarını toplamaya çalışanların görüntüsü, bu insanların yakın zamanda başlarını sokacakları bir yer bulma umutlarının olmadığının göstergesi. Selin evsiz bıraktığı insanlar, yardım olarak dağıtılan çadırları en güvenli buldukları yerlere, yani yüksek yerlerdeki mezarlıklara kurmuşlar. Henüz hayattayken mezarlıktaki yerlerini alanlar artık iyice kurtlanmış hayvan leşleri ile bir arada yaşıyorlar. Altı kuru toprak, üstü muşambadan oluşan yeni evlerinin içinde enkazdan çıkartabildikleri birkaç parça eşya var. Girdiğimiz çadırlardan birinde on iki kişiden oluşan bir aile, selden kurtardıkları keçileri ile birlikte yaşıyor. Evin oğlu felaketten birkaç gün önce evlenmiş. Ailesinin bin bir zorlukla düzdüğü evini bir anda kaybettiği için çok üzüldüğünü söylüyor. Bir başka çadırda ise iki aile bir arada kalıyor. Toplam on sekiz kişiler… “En büyük sıkıntınız ne?” diye sorduğumuz herkesin cevabı “temiz su” oluyor. İnsanlar günde bir kez gelen tankerden pet şişelere su doldurmak için adeta birbirlerini ezmek zorunda kalıyorlar. Son yapılan resmî açıklamalara göre, her gün en az on beş kişi sudan kaynaklanan hastalıklardan hayatını kaybediyor.

Sineklerin istila ettikleri şehirde hava sıcaklığı, tahammül sınırlarının çok ötesinde. Hava nemli ve boğucu. Termometreler 48 dereceyi gösteriyor. Biraz serinlemek için hayvan leşlerinin de bulunduğu su birikintilerinin içinde oynayan çocukları görünce dehşete kapılmamak elde değil. Kadınlar çamaşırlarını yine o pis sularda yıkıyor.

Pakistan’da sel felaketinin en son vurduğu ve en az can kaybının yaşandığı bölge, ülkenin güney eyaleti Sindh. Kuzeyden gelen sel suları, kuzeybatı dağlarını aşarak, muson yağmurlarıyla birlikte yine bu bölgeden Hint Okyanusu’na dökülen Indus Nehri’ni taşırmış. Ziyaret ettiğimiz Thatta bölgesinde önceden verilen sel alarmı ile 800 bin kişilik nüfusun yüzde 90’ı evlerini terk edip yüksek yerlere taşınmış. Göçle birlikte can kaybı az olurken, nüfusun yüzde seksen beşi tamamen evsiz kalmış durumda.

Thatta’da göze ilk çarpan, insanların başlarını sokacak bir çadırlarının bile olmadığı. Kızgın güneşin altında buldukları çalıların arasına sığınmış insanlar görüyoruz. Şanslı olanlar dört direğin üstüne bir bez parçası atabilmiş. Yine altında kaç kişinin barındığı belirsiz olan bu gölgeliklerde, yaşamaya çalışan insanlar, selden kurtarabildikleri birkaç parça eşyalarını kurutmak üzere güneşe sermişler. Thatta’dakilerin halini görünce, çadırın bile ne büyük nimet olduğunu anlıyoruz. Çünkü buradakiler kuru toprak üstünde, gölgesiz, suyun uzaklardan getirdiği çöp yığınları ve sineklerle birlikte bir hayat sürdürmeye çalışıyorlar. Zaten selden önce de çok iç açıcı şartlarda yaşamadıkları aşikâr.

Thatta’da, hasar tespit çalışmaları yapan Pakistan Genelkurmay Başkanı Tarık Macid ve diğer kuvvet komutanları ile karşılaşıyoruz. Hiçbir engele takılmadan yanına yaklaştığımız Macid’e, askerî botla selden zarar gören fakat karayolu ile ulaşımın imkânsız olduğu yerlere gitmek istediğimizi söylüyoruz. “Tamam” diyor kibarca. Komutanın hızla yanımızdan uzaklaşmasıyla, kalanlar arasında bir paniktir başlıyor. Genelkurmay Başkanı’nın maiyetindeki askerler, güvenlik zaafını görünür hale getirdiğimiz için, bize kızmakta haklılar mıdır bilinmez, beş büyük nehrin birleşme noktası olan, suların en yoğun olduğu yerde askerî botla bölgeyi keşfe çıkıyoruz.

Askerî botla, artık hiçbir canlının yaşamadığı, evlerin çatılarına kadar suya gömüldüğü köylere gidiyoruz. Üç saat süren yolculuğumuz boyunca gördüğümüz manzaralar insanın ömründe ancak bir kez göreceği cinsten. Çatılarına kadar suya gömülmüş evlerin arasından neresinin nehir neresinin yerleşim yeri olduğunu güçlükle ayırt ederek ilerliyoruz. Suyun ortasında gördüğümüz üç kişi askerlerden yardım almak için ellerini uzatıyor. Botta yardım malzemesi olmadığından, askerler birer paket krakerle yardım için uzanan elleri geri çevirmiyor. Fakat içme suyu gibi en temel ihtiyacın bile çok büyük lüks sayıldığı bu şartlarda bir paket krakerin ne anlama geldiğini bizim anlamamız mümkün değil. Suların ulaşmadığı yüksek yerlerde insan kalabalıkları görüyoruz. Onlarca kişi, yaklaşan bota orada olduklarını hatırlatmak isterlercesine ayakta duruyorlar.

Selden canlarını kurtarmayı başaran halkı açlık ve salgın hastalıklar karşılamış. Sağlık görevlilerinin gerekli tahlil işlemlerini yapamadıkları için “sıtma salgını” demekte temkinli davrandıkları fakat tüm belirtilerinin sıtma ile aynı olduğunu söyledikleri hastalık bölgede kol geziyor. Acil olarak yapılması gereken tıbbî müdahale için ne steril bir ortam ne de yeterli miktarda ilaç var. Bölgede hizmet veren sağlık ekipleri ise kendi hayatlarını da tehlikeye atarak, türlü imkânsızlıklar içinde enfeksiyonlar, deri ve bağırsak hastalıkları ile mücadele etmeye çalışıyorlar.

Sonuç
Temmuz ayında mevsim normallerinin üzerinde seyreden muson yağmurları ile sular altında kalan Pakistan’a dünya kamuoyu her zaman olduğu gibi, önce çılgın bir iştahla saldırdı ve sonra öylece unutmaya bıraktı. Çeşitli uluslararası kuruluşların istatistiklerinde ancak sayısal değerlerle ifade edilen, “haber soğuduğu” gerekçesiyle artık günlük gazetelerde yer verilmeye layık görülmeyen Pakistan’daki dram gelişmiş ülkelerin bile başa çıkabileceğinin çok üstünde. Peki, yetkililere göre normale dönmesi için en az on yıla ve milyarlarca dolar yatırıma ihtiyacı olan Pakistan neden diğer felaketzede ülkeler kadar ilgiye layık görülmüyor? Bu durumu adları yolsuzlukla bir anılan Pakistan hükümetine duyulan tepki ve ülkede hüküm süren ve artık vaka-ı adiyeden kabul edilen kaosa dünyanın duyarsız kalması olarak açıklamak mümkün. “Sadece 1700 kişi öldü. Yeterince ölmediklerine göre yardımı hak etmiyorlar. Zaten onlar için değişen bir şey yok” cümlesi ise acımasız da olsa felaketleri istatistikî olarak değerlendiren bir grubun hislerine tercüman olacak nitelikte. Batılı devletlerin hali hazırda dillerine pelesenk ettikleri “İslam-terör-Taliban” üçgeni ve “Yardımlar onlara mı gidiyor acaba?” söylemini de hesaba katarsak, Pakistan’a sırt çevirirken vicdanlarımızı da temize çekmemek için bir engel kalmaz geriye. Peki, bu tabloda dünya gerçekten kimi cezalandırmış olur?