๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Dosya Yazıları => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 08 Temmuz 2012, 16:15:23



Konu Başlığı: Doç. Dr. Celalettin Yavuz
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 08 Temmuz 2012, 16:15:23
Doç. Dr. Celalettin Yavuz: NATO kuruluşundan beri en başarısız dönemini yaşıyor
İbrahim BARAN • 71. Sayı / DOSYA YAZILARI


Sovyet tehdidine karşı kolektif bir savunma yapma amacıyla kurulan NATO’nun varlığı Sovyetlerin dağılmasının ardından tartışılır hale geldi. Dünyanın en büyük uluslararası kuruluşu olan NATO’nun bağımsız hareket etmesi gerekirken birçok karar ve uygulaması taraflı bir politika izlediğini gösteriyor. NATO’nun mevcudiyetini, gerçekleştirdiği uygulamaların meşruiyetini ve bugünkü amacını TÜRKSAM Başkan Yardımcısı Doç. Dr. Celalettin Yavuz ile değerlendirdik.

NATO neden var?

9 Nisan 1949’da Washington Antlaşması ile kurulan NATO bir kollektif savunma örgütü. NATO, II. Dünya Harbi’nden sonra dünyadaki politik ayrımda, İngiliz Lord Ismay’ın ifadesiyle, “Rusya’yı dışarıda, Almanya’yı aşağıda ve ABD’yi içeride” tutmak maksadıyla kurulan dünyanın en önemli güvenlik örgütü. Kuruluşundaki amaç sadece o dönemde Avrupa’nın en büyük ve egemen gücü SSCB’ye karşı güvenlik değil, aynı zamanda bu güvenliğe ABD’nin katkısın sağlamak, Almanya’nın yeniden silahlandırılmasını bölgeye tehdit oluşturmadan gerçekleştirmekti. Kurucu antlaşmanın üçüncü, dördüncü ve beşinci maddeler gereği üye ülkeler, ortak savunma için yeteneklerini geliştirmeye, herhangi bir üyenin toprak bütünlüğü, siyasi bağımsızlığı ve güvenliği tehlikede olduğunda bir araya gelmeyi ve herhangi birine saldırıldığında bu saldırıyı hepsine karşı yapılmış bir saldırı olarak kabul etmeyi taahhüt etmişlerdi. Günümüzde kuruluş amacı olan SSCB ve Doğu Bloku’nun dağılması nedeniyle savunduğu değerler tartışılan NATO, kendisine yeni amaçlar ve hedefler arayışı içerisinde. Artan uluslararası terör olaylarına karşı etkin rol oynamak, şu sıralardaki en belirgin hedefi. Bugün “NATO’nun varlığı”, ya da NATO üyeliği sıkça sorgulanıyor.

NATO iddia edildiği gibi bir savunma sistemiyse kimi kime karşı savunacak?
Örgüt, BM şemsiyesi altında silahlı güç oluşturulamadığında ve özellikle ABD’nin istekleri doğrultusunda, “terörist” ya da “küresel terörü desteklediği” ileri sürülen devlet ya da oluşumlara karşı kullanılacak silahlı ve siyasi uluslararası bir organizasyon haline geldi. Bu durumu Bosna-Hersek, Kosova, Birinci Körfez Krizi ve Afganistan’daki müdahaleler sırasında açıkça görme imkânı bulduk. “Küresel Terör” 11 Eylül 2001 tarihinde ABD’de yaşanan El-Kaide kaynaklı terör olayları üzerine NATO’nun öncelikli gündemleri içerisinde yer aldı. 2001 yılı sonlarında ağırlıklı olarak NATO üyesi ülkeler Afganistan’a girerek, El-Kaide destekçisi Taliban rejimini devirdi. Ardından NATO üyeleri diğer bazı ülkelerle birlikte Afganistan’da istikrarı sağlama rolüne soyundu. Ancak, bu rol 2008 yılı sonlarından itibaren yetersiz kaldı. 2010 yılı başlarında ABD’nin 30 bin, diğer ülkelerin 10 bin civarında yeni kuvvet takviyesi ile Taliban’la mücadele için “Obama’nın Afganistan Stratejisi” devreye sokuldu. Ancak şu âna kadar mücadele için olumlu bir şeyler söylenemediği gibi, savaş Pakistan’a da sıçradı. NATO, belki de kuruluşundan beri en “başarısız” dönemini yaşıyor. Örneğin Baltık ülkelerinden NATO üyesi Estonya’ya 2007’de yapılan “siber saldırı” sonucunda NATO ve ülke savunma sistemleri felç oldu. Benzer siber saldırılar Almanya’da, hatta ABD’de bizzat Pentagon’da yaşandı.

Sovyet tehdidine karşı kurulan NATO’nun içerisinde bugün Rusya da var. Fransa Başbakanı hedef İran diyor. Acaba NATO kuruluş amacından mı saptı, yoksa dünyanın tehdit algılaması mı değişti?
NATO’nun kuruluş amacı; üyelerinin “kolektif savunma” şemsiyesi altında ve güvende kalmasıydı. Buna bakıldığında ve Lizbon Zirvesi’nde de ünlü 5. madde (“saldırıya uğrayan tüm üye ülkelerin savunmasının NATO’nun tüm üyeleri tarafından, kendilerine yapılmış bir saldırıymış gibi savunmaya katkı sağlama” hususu) hâlâ geçerli. 2006’dan itibaren Polonya ve Çek Cumhuriyeti’nde kurulması düşünülen “Nükleer Başlıklı Balistik Füzelere karşı Füze Savunması” (Füze Kalkanı) projesi, Rusya’nın şiddetle karşı çıkması üzerine, Kasım 2010’daki NATO Lizbon Zirvesi’nde alınan kararla Türkiye ve Balkanlar ağırlıklı kurulacak bir projeye dönüştürüldü. Hatta bu korunma şemsiyesine Rusya da destek vereceği gibi, ayrıca Avrupa’daki Rus toprakları da Urallar’a kadar aynı koruma şemsiyesinden yararlanabilecek. Projenin ise “İran’a karşı” olduğu ileri sürülüyor. Ancak, NATO’nun bu son zirvesinde ABD, AB ve Rusya (BM Güvenlik Konseyi’nin 4 daimi üyesi ABD, Rusya, İngiltere ve Fransa) bir araya geldi. Bu bir bakıma BM Güvenlik Konseyi’nin tek daimi üyesi ve geleceğin en büyük küresel gücü olacağı anlaşılan Çin’e karşı yeni bir “ittifak”ın temellerinin atılması gibi algılanabilir. Yani Füze Kalkanı, görünürde İran’a gibiyse de, aslında orta ve uzun vadede sanki Çin’e karşı düşünülebilir.

Uluslararası örgütlerin en büyüğü diyebileceğimiz NATO bugün vazifesini icra edebiliyor mu?
Afganistan’daki harekâta bakılırsa, “evet” diyebilmek mümkün değil. Ama çok yakın bir geçmişte Balkanlarda (Bosna-Hersek ve Kosova’da) vazifesini yaptığı söylenebilir. Küresel teröre karşı henüz üye ülkeler ve ilaveten diğer ülkelerle işbirliği hususlarında sorunlar mevcut. Siber terör ya da siber saldırı konusunda ise hâlâ “emekleme” döneminde. Bunun en basit örneği de ABD’nin dışişleri ve savunma bakanlıklarına ait arşivlerin “Wikileaks” belgelerinin tüm dünya kamuoyuna açıklanması olayı. Bugün ABD’nin başına gelen, yarın başka bir NATO üyesi ülkenin, hatta NATO karargâhının da başına gelebilir. Bu zayıflıkları dikkate alındığında NATO hakkındaki düşünceler iyimserlikten uzaklaşabilir. Ama daha etkin bir başka uluslararası savunma organizasyonu da mevcut değil. Üstelik NATO’nun geçmişte Varşova Paktı’nın çöküşüne sebebiyet vermesi bile onun ne derece güçlü olduğunu hatırlatıyor. NATO’nun geçmişteki bu gücü, gelecekte “mütecaviz” olma düşüncesini taşıyanlara “caydırıcı” olacak.

Türkiye değişen konjonktürde NATO için neyi ifade ediyor ya da Türkiye için NATO olmazsa olmaz mı?
Türkiye bölgesinin önemli bir gücü olarak yükselmesini sürdürüyor. Bulunduğu coğrafyada tüm komşularıyla mevcut tarihî, kültürel ilişkileri ve son yıllarda da önemli ölçüde geliştirdiği siyasi ve ticari ilişkileri sebebiyle de Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu’da çekim alanı oluşturabilecek bir konuma sahip. Benzer şekilde, Slav dünyasında (Rusya, Ukrayna, Moldova) ile Türk Cumhuriyetleri’nde, hem mevcut Türklerin varlığı sebebiyle tarihî ve kültürel, hem de tarihte Slav dünyasıyla sürekli temas (mücadele şeklinde) halinde bulunulmuş olması sebebiyle, Türkiye gerektiğinde etkin olabilir. Ayrıca kuzeyindeki Karadeniz’den itibaren sınırlarının üç tarafı denizlerle çevrili, adeta bir deniz devleti. Bir NATO ülkesi olarak Türkiye Adriyatik’ten Somali’ye, Bosna-Hersek’ten Afganistan’a kadar faaliyet sergiliyor. Türkiye’nin NATO güvenlik sisteminden kısa ve orta vade içinde kendiliğinden çıkması da savunma sistemlerinin idamesi ve sağlıklı silahlanma açısından mümkün görünmüyor. Şayet nükleer silaha sahip olmuş olsaydı, en azından yeterli caydırıcılığa ya da savunma konusunda yeterli dengeye sahip olacağından, konvansiyonel silahlar bakımından yeniden silahlanma konusunda ağır faturalar ödemeyi kısa sürede yapmak zorunda kalmazdı. Kaldı ki, böyle bir durumda bile yetişmiş silahlı kuvvetlerinin harp silah ve araçlarındaki gelişmeyi, bu silahlara uygun taktik ve askerî stratejiyi takibinde güçlükler çıkabilir. Tabii ki, her şeye karşın önemli bir mesafe kat eden savunma sanayi ve yan sanayisinin yeni silah sistemlerine uyumda “yanlış diş kaparak” sorunlar yaşaması da muhtemel. Türkiye’nin Batı ittifakından ayrılması, tüm yukarıdaki endişelere rağmen mümkün. Bunun için esas olan, Türkiye’de iç barışı bozmayacak bir uzlaşmanın gerçekleşmesi. Yani Türkiye, dış politikasını Batı ekseninden başka bir yöne kaydıracaksa, bunu mevcut siyasi partilerin uzlaşması halinde hafif hasarlarla gerçekleştirebilir. Ancak, mevcut iç siyasi yapıya bakıldığında, bu düşüncenin “laik-laiklik karşıtı” bir kutuplaşmaya dönüşmesi kuvvetle muhtemel. Bu ise, iç barışı ve huzuru bozacağı gibi, ülkede ara rejim riskini de artıracak. Ara rejim de, Türkiye’nin kalkınmasını olumsuz etkileyebilecek. Tabii bu arada, Türkiye’nin “eksen değişikliği”, bazı Batılı ülkelerin hoşuna gitmeyeceğinden, Türk basınının -en azından bir kısmının- desteğiyle, ayrılıkçılık ve iç huzurun kaçırılması da kamçılanabilecek.