๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Dosya Yazıları => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 22 Mayıs 2012, 11:47:29



Konu Başlığı: Anadoludaki Selçuklu mimarlık geleneği
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 22 Mayıs 2012, 11:47:29
ANADOLU’DAKİ SELÇUKLU MİMARLIK GELENEĞİ

Uğur TUZTAŞI • 46. Sayı / DOSYA YAZILARI


Anadolu coğrafyasında günümüze ulaşmış Selçuklu mimarlık yapıtlarına her tesadüf edişimizde tarihsel dökümlü (karşılaştırmalı) tasvir ve tasavvurlar yaparız. Böylelikle zihnimiz o uygarlığın donanımları ile cebelleşir. Gerçi birçok tarihî anıt karşısında bu duygulara kapılırız. Anıtı anlamlandırmaya çalıştığımız bu donanımlar, bir uygarlık karşısındaki sorularımızı çözmemiz için bir gereklilik de olabilir. Çünkü uygarlıklara ait gerçekçi zihinsel donanımlara ulaşmamız, böylesi bir tanıma yolculuğu sayesinde gerçekleşebilir. O zaman bu zihinsel donanım nedir, nelerden oluşur? Febvre, 1942 yılında yayımladığı Rabelais adlı kitabında  zihinsel donanımı şu şekilde anlatır: Her uygarlık, kullanmış olduğu tekniklerinde veya birimlerinde bir zihinsel donanıma sahiptir. Febvre’ye göre yenilenebilen, gelişen hatta aksayan yanlarıyla ve yeni özellikleriyle var olan bu donanımlar uygarlıkların sınırlı iç evrimleri boyunca bile geçerli olamayacağı gibi, ayrıca ebediyen ve bütün insanlık için geçerli olmayabilir.

Febvre’nin uygarlıklara ait zihinsel donanım ifadelerinde yer alan kaidelerini Selçuklu Mimarlık Kültürü açısından değerlendirdiğimizde, bu üretimde ne tür bir gerileme ya da ilerleme olduğu veya yine bu kültürün öncesinde ve sonrasında var olan uygarlıklarla ne tür bir etkileşim içerisinde olduğu sorularının cevaplarına, ayrıca bu mimarînin sanat programı içerisindeki genel kaideleri ve özgünlüğü konusunda aydınlatıcı bilgilere ulaşırız.

Anadolu Selçuklu Sanatı’ndan ne anlıyoruz? Bu sanat içinde mimarlığa ait genel kaideler neler?

11. yy’ın son çeyreğinde kuruluş döneminden başlayarak Anadolu Selçuklu Devleti’yle birlikte Anadolu’da varlıklarını sürdürmüş beylikler (Danişmendliler, Mengücekliler, Saltuklular, Artuklular, İnaloğulları, Dilmaçoğulları, Ahlatşahlar) yoğun imar faaliyetinde bulunmuşlardı. Başta başkent Konya olmak üzere birçok şehir 13. yy’ın ortalarına kadar anıtsal, dinî, sosyal ve askerî yapılarıyla donatılmıştı. Bu yapı üretimleri içerisinde çini, ahşap ve taş işleme sanatlarının ilişkileri de göz önünde bulundurulduğunda, Anadolu Selçuklu Sanatı içerisinde en ağırlıklı sanatın mimarlık olduğu söylenebilir. Anadolu Selçuklu Sanatı terimi ifadesinde bulacağımız anlamlar neler? 14. yy’ın öncesinde Anadolu Türk Sanatı’nın bütünsel olarak değerlendirilmesi mümkün mü? 11-13. yy arasında sınırların belirsizliği, “baskın bir geleneğin neden oluşamadığı” veya “bu parçalanmış yapıya nasıl nüfuz edildiği” soruları akıllara geliyor. Bu ortam Anadolu’nun kimliğinden kaynaklanıyor. İslam ülkelerinden sanatçı ve üslup transfer edilmesi, ayrıca Anadolu’nun yerli gelenekleri, Anadolu Selçuklu Mimarlığı’nı oluşturan önemli kaynaklardı. Bu nedenle, Anadolu Selçuklu Sanatı terimi içerisinde Anadolu’da inşâ edilen mimarî eserlerin bütünsel içeriğini bulmalıyız.

Bu bütünsellik içerisinde 11. yy’dan 14. yy’a kadar olan mimarî üretkenlikte ilk dönemler her türden eğilim ve anlayışın değerlendirildiği araştırma dönemleri olarak kabul görmüş. Bu dönemdeki yapıların çoğunluğu ise Güneydoğu Anadolu’da bulunuyor. Ayrıca bu bölgedeki yapılar Selçuklular Dönemi İranı’nda gelişen bir anlayışın devamlılığı içinde tektonik açıdan Anadolu’nun diğer bölgelerdeki yapılara nazaran farklı özellikler sergiler. Aslında bu farklılıklar üslupsal gelişmeleri sağlayan ortamı hazırlar. Anıtsal gelişimler dikkate alındığında kesme taş mimarînin yaygınlaşması, tuğlanın çok az örnekte kullanılması (çoğunlukla minarelerde veya süs elemanı) , gibi özellikleriyle Selçuklu yapılarından farklılaşan bu araştırma yapıları, 14. yy Anadolu Beylikler Mimarlığı ve Osmanlı Mimarlığı’na temel hazırladı. Ayrıca Timurlu ve Büyük Selçuklu Mimarî’lerinin önemli bir özelliği olan çini cephe kaplaması da, Anadolu Selçuklu Dönemi’nde sınırlı bir uygulama alanına sahipti (Konya’da Sırçalı Medrese, Sırçalı Mescit, Kayseri’de Sırçalı Kümbet gibi). Kubbeli yapı geleneği ise Anadolu Selçuklu Mimarîsi’nde devam ettirildi. Başlangıçta kubbe; medreselerin avlularında, odalarında, kümbetlerin iç hacimlerinde ve çok sayıda sütun ile parçalanan ulu camilerin mihrap önünde yer alıyordu. Bu dönemde ulu cami tipinden ayrılan kubbeli, ikinci bir ibadet yapısı da mahalle mescidleriydi. Bu küçük yapılar, kare planlı ve üzeri kubbe ile örtülü ana mekânları, giriş cephelerinde yer alan kapalı ve yan açık giriş bölümleri ile 13. yy’da yapılmış olan anıtsal boyutlardaki cami ve medreselerin yanında önem taşıyorlar. Ayrıca Anadolu’nun cami-medrese ikilisinin tek bir yapı olarak tasarlanmayışı (birkaç anıtsal örnek dışında) da dönem açısından önemli bir farklılık. Anadolu Selçuklu Mimarlığı’nda ortaya çıkmış yolculuğun ve ticaretin önemini gösteren Kervansaraylar ise en gelişmiş biçimiyle Ortaçağ’ın önemli mimarlık örnekleri. Mimarîde kubbe-mekân ilişkileri açısından Anadolu Selçukluları’ndaki kullanımlar, Büyük Selçuklu yapılarıyla, Beylikler ve Osmanlı Dönemi için bir evrimin basamağı olarak görülebilir. Ancak, Selçuklu Dönemi’nin dekorasyon konularındaki tematik değişimler ve ikonografik farklılıklar aynı mantıkla açıklanamaz. Çünkü kullanılan motif, figür ve şekiller farklılık gösterir.

ÖZGÜNLÜK VE ETKİLEŞİMLER TARTIŞMASI

Anadolu Selçuklu Mimarlığı’nın oluşumuna dair genel kaidelere ilişkin çokça tartışma var ki, bu aslında özgünlük ve köken konusundaki tartışmalarının da temelini oluşturuyor. Anadolu Selçuklu “Türk” Mimarîsi’ni ve genel olarak sanatını özgünlükten uzak kopyalar olarak gören anlayış, Batı’da 19. yy.’da “kökenler” üzerine kurulmuş sanat tarihi anlayışıyla ortaya çıkıyor.

“Anadolu Selçukluları’nda yapı elemanları eski hermonotik bağlamından ya kısmen ya da tamamen koparılmış ve yeni bir hermonotik bağlam oluşturmak üzere bir araya getirilmiş fragmanlardan oluşmaktaydı. Bu fragmanlara alıntıcılık bağlamında ‘devşirme’ de diyebiliriz. Mimarîye ait unsurlar ve yapım teknikleri (pencereler, duvarlar, eyvanlar, kubbeler, mukarnaslar…vs) muhtelif mimarîlerden, değişik yerlerde ve zamanlarda devşirilmiş ama yeni bir hayata başlamak üzere Anadolu topraklarında bir araya getirilmiş fragmanlardı”.  Bundan dolayı, Anadolu Selçuklu Mimarîsi’nin meçhul kökenleri üzerinde çok durulmuş ama ya bir noktadan geliştiği, ya da Fars, Arap, Bizans Mimarîleri’nin taklidinden öte bir şey olmadığı düşüncesiyle, bu mimarînin asıl özgünlüğü olan fragmanları yeni anlamlar çerçevesinde bireştirme (composition) geleneği gözardı edilmiştir. Zaten mimarî unsurların kökenlerinin izini bulma çabası, zor bir çabadır.

Ali Uzay Peker, bu önyargının altını çizerek şu saptamayı yapıyor: “Aslında sıradan önyargıları doğuran tavrın, bir bireşim (composition) oluşturan sanat yapıtını, öğeleri olan farklı fragmanlar ile değerlendirecek kimliklendirişlerden kaynaklandığı bilinmez bir gerçek değildir. Böyle bir bakış, yalnızca öğelerin farklı kültürel aidiyetlerini ortaya koyduğu ve ardından yapılması gereken bir bileşimin (synthesis) gerçekleştirilip gerçekleştirilmediği soruşturmasını es geçtiği oranda, her sanat yapıtını doğaldır ki karma nitelikli sayacaktır”. 

Peker’in Titus Burchardt’a atfen kullandığı sentez kavramı ise Hegelci bir tarih anlayışını çağrıştırdığı için sorgulanabilir. Hâlbuki “bireşim” terimi konuyu anlatmak için zaten yeterli bir kavram olarak görülüyor.

Eğer Anadolu Selçuklu Mimarlığı’nın bu bireşimlerden dolayı özgün olmadığı söylenebiliyorsa o zaman bu mimarlık kendinden önceki uygarlıkların mimarlık üretimindeki özgünlükleri kendi çağında çok iyi kullanmış ve geliştirmiştir. Tersinden düşünmek de mümkün tabiî ki; Anadolu Selçuklu Mimarlığı’nın Anadolu Beylikleri vasıtasıyla Osmanlı Mimarlığı’na etkileri tüm bu değişkenlikler çerçevesinde değerlendirildiğinde, aktarımları aracılığıyla bir köprü vazifesi görmüştür. Zaten bu güzergâhta yapılacak özgünlük konusu tartışmaları bütün uygarlıklar için benzer yanılgıları içerecektir. 

Febvre’den ödünç alarak kullandığımız şekliyle; Anadolu Selçuklusu’na ait zihinsel donanımların ortaya koymuş olduğu mimarlık kültürü, ebediyen ve bütün insanlık için geçerli kurallar inşâ etmemiş olabilir, ama umarız Anadolu coğrafyasında renklilikleriyle ve gizemleriyle ebediyyen bizlerle yaşarlar. Tasvir ve tasavvurlarımızı zihinsel yolculuklarla kendi dünyalarına götüren bu mimarlık ürünleri bize sunduğu ödüllerle korunmayı hak ediyor olsa gerek.