๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Dosya Konusu => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 22 Haziran 2012, 16:21:33



Konu Başlığı: Pakistan’ın çile yolculuğu
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 22 Haziran 2012, 16:21:33
Pakistan’ın çile yolculuğu
Ali ŞAHİN • 68. Sayı / DOSYA KONUSU


Hint Okyanusu üzerinden sökün ederek Karaçi’yi istila edercesine şehrin semalarını kaplayan muson bulutları, koyu yeşile çalan rengiyle son derece ürkütücüydü. İlk kez gördüğüm bu manzara, yağmur ruhlu birisi olarak beni bile tedirgin etmişti. Apansız başlayan bir hava akını gibi şehir bir anda karanlığa bürünmüş, bastıran sağanakla birlikte “bardaktan boşanırcasına” dedikleri işte bu olsa gerek demiştim. Muson yağmurlarıyla ilk tanışmam Pakistan’da süren öğrencilik yıllarımda bu şekilde oldu.

Haziran ve Temmuz aylarında soğuk Hint Okyanusu üzerinden özellikle Pakistan, Hindistan ve Bangladeş’i içine alıp ana karaya doğru esen nemli rüzgârlar, burada oluşturdukları alçak basınçla yoğun yaz yağmurlarına dönüşürler. Çorak Pakistan topraklarını Pencap’ta mümbit pirinç ve pamuk tarlalarına dönüştüren muson yağmurları, özelikle Karaçi gibi güney kentlerde yaşayan Pakistanlılar için bir eğlence kaynağı aynı zamanda. Kendilerini evlerinin çatı ya da balkonlarına atan Pakistanlılar, ılık muson yağmurları altında ıslanarak adeta transa geçerler.

Ancak bu kez muson mevsimi, alışılmışın dışında, bereket ve huzur yerine felaket ve hüzün yüklü yağmurlar bıraktı Pakistan’ın pak topraklarına… Tahmin edilemeyen ve aralıksız, günlerce devam eden muson sağanakları, azgın nehirlere ve denizlere dönüşerek ülkeye adeta Nuh Tufanı’nı yaşattı. Sayıları binlerle ifade edilen can kayıpları ve her şeylerini kaybetmiş 30 milyon Pakistanlı kadını, erkeği, yaşlısı ve çocuklarıyla şimdi gerçek bir dramın aktörleri.

Pakistan ya da çile yurdu
İsmi ne zaman zikredilse, zihnimde çile ifadesiyle özdeşleşir Pakistan. 1947’de İslamî nizamın hüküm sürdüğü “Pak” bir coğrafyada yaşam sürmek isteyen Hint Müslümanları tarafından kurulan Pakistan İslam Cumhuriyeti, İslam’ın tebliğ yıllarında yaşadığı çile dolu kaderi yaşıyor adeta. Hindistan’dan ayrılmasının ardından Hindistan’da yaşayan Müslümanların büyük hicretiyle başlayan Pakistan’ın çileli yolculuğu, Keşmir dramı, askerî darbeler, siyasi suikastlar, etnik ve mezhep gerginlikleri ve terör gibi kronikleşen acılarla zaman içinde bir yaşam mücadelesi halini aldı. Siyasi, sosyal ve ekonomik krizlerin yanı sıra yıkıcı depremler ve sel felaketleri gibi büyük doğal afetler de Pakistan’ın yakasını bırakmadı.

Hindistan, Çin ve Sovyetler Birliği tarafından çevrili zor bir coğrafyada dünyaya gelen Pakistan, “güvenlik öncelikli” bir kader belirlemek zorunda kaldı kendine. “Bizler Hint fili, Çin kaplanı ve Rus ayısı ile kuşatılmış bir ülkeyiz” ifadeleriyle verdikleri yaşam mücadelesinin güçlüğünü ortaya koyan Pakistanlılar, göz bebekleri saydıkları Pakistan ordusunu varlık sebebi bildiler. Ne var ki, siyasi arenada yaşanan liderlik sorunu ve sonu gelmeyen yolsuzlukların doğurduğu darbe zeminleri, ihtiraslı Pakistan generalleri için kusursuz darbe gerekçeleri sundu. Kronikleşen darbe süreçleri, dizleri üzerinde doğrulmaya çalışan Pakistan’ı her defasında yeniden yere serdi. Yolsuzluklar ve gelir dağılımındaki adaletsizlik Beluci, Peştu, Pencabi, Sindi ve Bengali gibi etnik kimliklerden oluşan ülkede sebep olduğu buhranla 1972’de Doğu Pakistan’ı yani bugünkü Bangladeş’i Pakistan’dan kopardı.

170 milyona varan nüfusuyla ve maalesef yüzde 30 seviyelerinde seyreden okuryazarlık oranı ile Pakistan, halen Urdu dilinde “Jagirdar” ya da “Zemindar” şeklinde adlandırılan ve ordudan bürokrasiye, parlamentodan pamuk ve pirinç tarlalarına kadar geniş bir alanda hüküm süren büyük toprak ağalarının ve nüfuz sahibi feodal ailelerin ülkesi. Feodal bir zemin üzerinde şekillenmiş ekonomik, sosyal ve siyasi yaşam, Pakistan’ın karşı karşıya kaldığı krizleri, adaletsizlikleri, yoksulluğu, cehaleti, devlet ve millet olma yolundaki zorlukları çözümsüz kılan fasit bir daire halinde. Çocuğu yaşlısı, kadını kızı ile yediden yetmişe Pencap’ın geniş pirinç ve pamuk tarlalarında karın tokluğuna çalışarak sefalet içinde yaşayan milyonlarca Pakistanlı, feodal siyasilerle feodal generallerin tepişmeleri arasında ezilip gidiyor adeta.

“Orda bir köy var uzakta”
Pakistan, birçok açıdan Türkiye’nin adeta bir izdüşümü. Darbe geleneklerinden tutun da, bayrağındaki hilal ve yıldıza, milli şairlerimiz Mehmet Akif Ersoy ve Muhammed İkbal benzeşmesine kadar nereye baksanız Türkiye’den esintiler bulursunuz. Pakistan bana Ahmet Kutsi Tecer’in “Orda bir köy var uzakta” şiirindeki şirin köy gibi gelir hep;

“Orda bir köy var, uzakta
O köy bizim köyümüzdür.
Gezmesek de, tozmasak da
O köy bizim köyümüzdür…”

Birçoğumuz hiç gitmemiş ve görmemiş olsak da, Pakistan’ı anayurdumuz kadar sıcak ve yakın hissediyoruz kendimize. Milletçe acılarıyla kederlenir, tebessümleriyle mutlu oluruz. İçimizdeki Pakistan sevgisi, beklentisiz bir aşk hikâyesi gibi. Pakistanlılarla olan kardeşlik bağlarımız aslında oldukça kadim ve köklü bir geçmişe uzanıyor. 1001 yılında Gazneli Mahmut’un Orta Asya’dan güneye doğru başlattığı Hint seferleri yaklaşık 20 yıl sürdü. Bu seferler sonunda fethedilen bölgelerde yerleşik hayat sürmeye başlayan Türk komutanlar, bugüne kadar uzanan Pak-Türk kardeşliğinin ilk temellerini attılar. O günden bugüne bölge üzerinde hâlâ yaşayan en belirgin “Türk Kültürü” etkisi Urdu dilinde görülüyor. Gazneli komutanların bölge halkı ile kaynaşmasıyla birlikte gelişen Urdu dili “Ordu” kelimesinden türedi ve yoğun bir şekilde Türkçenin etkisi altında kaldı. Bugün kimi kaynaklara göre Urduca ve Türkçe arasında 2000’i aşkın ortak kelime bulunuyor. Bunlardan 500’e yakın kelimenin ise halen günlük hayatta kullanılmakta olduğu biliniyor. “Damat”, “cehiz”, “dost”, “ümid”, “elvida” Urdu dilinde halen sıkça kullanılan Türkçe kelimelerden bazıları. Urduca, Türkçe’yle birlikte Arapça, Farsça, Hintçe ve İngilizce’den etkilenmiş hatta bu dillerin kaynaşmasıyla oluşmuş bir dil.

Türkiye ile Pakistan arasındaki manevi köprünün temel taşlarından birini de doğunun şairi Muhammed İkbal oluşturuyor. Bir Türkiye ve Hz. Mevlânâ aşığı olan Muhammed İkbal, İslam coğrafyalarının dertleriyle hemhal olmuş, mütefekkir bir yazar ve şairdi. Pakistan fikrini ilk ortaya atan aydınlardan biri olan Muhammed İkbal, Türk topraklarının işgale uğramasının ardından işgali protesto etmek ve Hint Müslümanlarını harekete geçirmek için Lahor’da büyük bir kalabalığa coşkulu bir konuşma yaptı. Konuşmasında rüyasında gördüğü Âlemlerin Efendisi’nin (s.a.v) kendisine; “Ey Hicaz bülbülü bana ne hediye getirdin?” diye sorduğunu, kendisinin de “Ey Allahın Resulü, size hediye olarak Çanakkale’de şehit düşen Mehmetçiğin mübarek kanının bulunduğu bu şişeyi getirdim” diyerek şişeyi Hazreti Peygamber’e sunduğunu anlatıyor. Bunun üzerine meydanı dolduran yüzbinler üzerlerinde ne varsa Türkiye’de Kurtuluş Savaşı’nı yürütenlere gönderilmek üzere meydana bıraktılar.

Türkiye’ye gönülden bağlı olan Muhammed İkbal, Türkiye’ye düzenleyeceği bir ziyaret esnasında bulunduğu uçağın Türk hava sahasına girdiği anons edilince, aniden ayağa kalkmış ve birkaç dakika sessizce kımıldamandan ayakta beklemişti. Tekrar bulunduğu yere oturduğunda bu hareketinin nedenini soran heyetteki arkadaşlarına; “Bu topraklarda yaşayan millet öyle bir millet ki, yıllarca İslam’ın muhafızlığını yapmışlardır. Bu millet olmasaydı İslam, Arap Yarımadasına hapsolurdu. Ayrıca bu topraklar Mevlana hazretlerinin yattığı topraklardır. Bu millete ve Mevlana’ya hürmeten ayağa kalkma gereği duydum” diyerek Türkiye’ye ve Mevlana’ya olan sevgisini dile getirmişti.

Çeyizlerini gönderen Pakistanlı genç kızlardan, gelirini Türkiye’ye göndermek için sahip olduğu her şeyi satışa çıkaran Pakistanlı anneye kadar, Pakistan’la Türkiye arasındaki kardeşlik bağlarını müstesna kılan birçok tarihî hadiseyi tarih sayfalarında bulabiliriz. Ne var ki, Türkiye ile Pakistan arasındaki müstesna kardeşlik bağları, gücünü acıların paylaşımından alarak anlam kazanmış ve kök salmıştı.

Pakistan şimdi bir başka acının kollarına düşmüş durumda… Selin oluşturduğu küçük adacıklara sığınmış, varını yoğunu, çoluğunu çocuğunu yitirmiş mütevekkil Pakistanlı anaları, simalarında açmış çile çizgileri ile “Allah Malik” yani “Mülk Allah’ındır” derken görmek göz pınarlarımızı zorluyor.

Hamiyetperver bir imparatorluğun genlerini taşıyan kadirşinas Türk halkı, sivil toplum örgütleri, fakiri, zengini, başbakanı, işçisi, köylüsü, kadını, erkeği ve çocuklarıyla bir kez daha Pakistanlı kardeşlerinin yanında. Ülkemizin sınır ötesi misyonlar üstlenmiş, rıza-i ilahi için yeryüzünün doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine din, dil, ırk ayırt etmeden mazlum ve muhtaç halklarına el uzatan yardım kuruluşları, dış politikada eksen genişleten küresel güç Türkiye’nin akıncıları gibi yetiyorlar her yere.

Türkiye’nin Pakistan yaklaşımı değişmeli
Siyasi rengi ne olursa olsun tüm hükümetlerin ve Türk devletinin Pakistan yaklaşımı, bugüne kadar son derece pozitif olmakla beraber genelde felaket ve zor günlerde karşılıklı yardımlaşma şeklinde, yani duygusal bir çizgide gelişmişti. Şurası çok iyi bilinmeli ki Pakistan, nüfuz coğrafyamızın merkez üssü. Türkiye’nin bölgesel ve küresel anlamda nüfuz gücünü artırarak imparatorluk misyonlarını yeniden üstlenmeye başladığı bir dönemde, Pakistan yaklaşımımızın da vizyonel bir değişime girmesi gerekiyor. Türkiye’nin Pakistan politikaları duygusal ruh giydirilmiş rasyonel bir yapıya kavuşmalı. Türkiye insanî yardımların da ötesine geçerek, tarihî ve kardeşlik bağlarından doğan haklarla Pakistan’a sosyal ve siyasal anlamda da dokunabilmeli.

Bu yönde Türkiye’nin Pakistan üzerinde gerçekleştireceği en önemli hamle bir toplumsal bilinçlenme hamlesi olmalı. Pakistan’ın içinde bulunduğu kısır döngünün tek kilidi eğitim merkezli toplumsal bir bilinçlenme ve dönüşüm projesi olabilir. Pakistan halkının son derece düşük olan okuryazarlık düzeyi ve maalesef mevcut feodal sistem ülkedeki toplumsal dönüşüm ve sosyal reformların önünde yatan en büyük engel.

Ülkedeki sosyal dönüşümün gerçekleşebilmesi için Pakistan’daki sivil toplum kuruluşları güçlendirilmeli. Pakistan, sivil toplum örgütlerinin son derece zayıf olduğu bir ülke. Köklü bir vakıf medeniyetine sahip olan Türkiye’nin Pakistan’a sosyal anlamdaki en etkin dokunuşu vakıf modelinin Pakistan’a transferi olabilir. Ülkemizde olduğu gibi eğitimden sağlığa, insan haklarından, demokrasiye yaşamın her evresinde misyonlar üstlenecek olan vakıflar, Pakistan’ın kronikleşmiş toplumsal sorunlarına nihai çözümler sağlayarak gerekli dönüşüm sürecini hızlandıracaktır.

Pakistan’ın sivil toplum dinamikleri güçlendirilmeli
Türk ve Pakistan Sivil Toplum Kuruluşları (STK) bir araya gelerek özellikle eğitim, kadın ve çocuk konularında Pakistan’da ortak projeler geliştirmeli ve uygulamalılar. Ülkemizde bulunan sivil toplum örgütlerinin dış politikamızda yaşanan eksen genişlemesine paralel olarak vizyonlarını genişleterek uzak coğrafyalarda misyon üstlenmeleri gerekiyor. Emperyalist devletler sivil toplum hareketleriyle başta Afrika ve Asya olmak üzere dünyanın birçok noktasına uzanarak yardım adı altında fakir ve yoksul halkları köleleştirip zenginliklerini sömürdüler. Bununla da yetinmeyerek yürüttükleri misyonerlik çalışmalarıyla insanları aç kalmak ya da din değiştirmek tercihi arasında bıraktılar. Tarihinin en güçlü dönemlerinde dahi bu tür gayr-i ahlakî tavırların uzağında duran ve hiçbir ayrım yapmadan muhtaç tüm halkları himaye eden bir imparatorluğun temsilcileri olarak sivil toplum örgütlerimiz sınır ötesi stratejiler geliştirmeliler. İslam ülkeleri arasında en deneyimli ve cesur sivil toplum geleneğine sahip STK’larımızın Pakistan’daki STK’larla ortak projeler yürütmeleri hem mevcut sosyal sorunların çözümü noktasında hem de STK deneyimlerimizin Pakistan’a aktarılmasında son derece yararlı olacak.

Mavi Marmara hareketinde de görüleceği üzere sivil hareketler, kemikleşmiş, çözümsüz ve el sürülemezmiş gibi görülen uluslararası meselelere dahi müdahale ederek, tarihin akışını müspet yönde değiştirecek süreçleri tetikleyebiliyorlar. Önümüzdeki çağın sivil toplum çağı olduğu gerçeğini görerek, sosyal, ekonomik ve siyasal yaşama ilişkin her alanda güçlü, dinamik, vizyon ve misyon sahibi sivil toplum örgütleri geliştirerek yeryüzüne dağılmalıyız. Pakistanlı büyük mütefekkir Muhammet İkbal’in “Pakistan bizimdir, Hindistan bizimdir, Çin bizimdir. Müslüman’ız biz bütün cihan bizimdir” sözündeki evrensel misyonu düstur edinmeliyiz.

Yaşanan büyük sel felaketinin ilerleyen süreçte Pakistan’da ekonomik, sosyal ve siyasi anlamda artçı şoklarının hissedileceğini söyleyebiliriz. Pakistan halkı, hükümetin sel felaketindeki çaresizliği ve çözümsüzlüğü karşısında bir kez daha iyi yönetilmediğini ve kendi kaderi ile baş başa olduğunu acı bir şekilde yaşayarak öğrenmiş bulunuyor. Şeker ve un felaket öncesinde de sonrasında da ülkede karaborsa satılıyor. Ülkenin sanayi kenti Karaçi’de bile sık aralıklarla enerji kesintileri uygulanıyor. Ülkeyi yöneten feodal azınlıkla toplumun köylü ve işçileri arasındaki hayat standardı dipsiz bir kuyu gibi. Kısacası Pakistan, sosyal, ekonomik ve siyasi gerilimin biriktiği ve yıkıcı depremlere gebe bir fay hattı üzerinde. Ülkenin son derece kırılgan ve kaygan etnik bir federal sistem üzerinde oturduğu, terör tehdidi altında olduğu da düşünülürse söz konusu fay hattının her an güçlü bir deprem üretebileceği ihtimalinin oldukça yüksek olduğunu görüyoruz.

Büyük felaketler kimi zaman beraberinde büyük değişim ve dönüşümler getiriyor. Yaşanan son sel felaketinin Pakistanlı kardeşlerimizin çile yolculuğundaki son menzil olmasını ve “Pak” ülkenin “Pak” insanlarına aydınlık bir gelecek sunmasını diliyoruz.