๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Dosya Konusu => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 06 Haziran 2012, 11:02:54



Konu Başlığı: Güvenlikli Siteler
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 06 Haziran 2012, 11:02:54
Güvenlikli Siteler: İdeal kent miti gerçekte ne vaad ediyor?
Yusuf CİVELEK, Tülin Vural ARSLAN • 55. Sayı / DOSYA KONUSU


Dünyadaki her türlü olumsuzluklardan kendinizi sıyırıp, herkesin gülen bir yüzle dolaştığı, yaşadığınız kentin her bir köşesinin güvenli olduğu, kendi sosyal sınıfınıza mensup olanlar haricinde başka hiç kimseyle karşılaşmadığınız, bürokratik sistemin hiçbir şekilde aksamadığı, tümüyle sterilize bir kentte yaşasanız, bunun gerçekliğinden şüphelenir miydiniz? Peter Weird’in Truman Show (1998) isimli filminin arka fonunu oluşturan bu yaşantı biçimi, küreselleşen dünyamızın farklı köşelerinde oluşturulmaya çalışılan Amerikan rüyasının bir eleştirisidir. Film boyunca paranoid bir şekilde kendisinin ve yaşadığı ortamın gerçekliğini sorgulayan ana karakter, sonunda bunun yalnızca kendisine sunulmuş bir kurgu yaşam olduğunu anlar ve kendi gerçekliğini bulmak üzere farklı bir yolculuğa çıkar.

Weird’in Truman Show’da eleştirdiği sosyal düzenin kendisi, küreselleşen dünyamızın farklı coğrafyalarında sosyal ve mekânsal olarak ayrışma üzerine kurgulanmış yeni hayat biçimlerini de beraberinde getirmişti. 20. yüzyılın ortalarından itibaren ortaya çıkan alışveriş merkezleri, temalı tatil köyleri ve kapalı konut siteleri bu yeni mekânsal düzenin birer örneği. Dış dünyanın her türlü olumsuzluklarından soyutlanarak oluşturulan bu yeni mekânlarda kullanıcılara, güvenli birer hayâl ülkesi imgesi sunuluyor. Kentlerin çeperlerinde, kendi içlerine kapalı öbekleşmeler olarak ortaya çıkan bu olgu, kentin kendi sosyal, mekânsal ve ekonomik gerçeklerinden, kolektif belleğinden bağımsız vahalar olarak karşımıza çıkıyor. Korumalı yerleşkeler, bir diğer adıyla kapalı konut siteleri, bu gelişiminin tipik örneklerinden biri.

Korumalı yerleşkelerin sunduğu sosyal ve mekânsal ayrışma sadece 20. ve 21. yüzyılların kendi dinamiklerine has olgular değil. Hatta bir iddiaya göre korumalı yerleşkelerin tarihi MÖ 300’lerde İngiltere’de, Romalı askerlere ordudaki hizmetlerine karşılık kentlerin duvarlarla çevrili kısmında arazi ve mülk verilmesiyle başlatılabilir.1 Nerdeyse bütün antik yerleşkelerin kentlilerin oturduğu merkezinin surlarla çevrili olduğu, dahası Hattuşa’dan Truva’ya, Pergamon’dan Atina’ya kadar önemli antik kentlerin çoğunda surlarla çevrili bir iç-kale olduğu düşünülürse, kapalı yerleşkelerin ortaya çıkışının düşman saldırılarından korunmak olduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz.2 

Ancak yabancı topraklardaki Romalı asker örneğinin önemli bir farkı, toplumun farklı bir unsurunun kendisini sadece düşmandan savunmak için değil, yan yana yaşadığı diğer unsurlardan da uzak durmak maksadıyla etrafına duvar örmesindedir. Çeşitli toplumların tarihinde benzeri duvarların bazen fizikî olarak mevcut olduğu, bazen de gözle görülmez bir malzemeden örüldüğü söylenebilir. Mesela, Abbasi halifesi El-Mutasım’ın 836 yılında Samarra’daki Orta Asya kökenli askerler için kurdurmuş olduğu Samarra Yerleşkesi, Romalı asker örneğine benzer. Öyle ki, Halife’nin ordusuyla Bağdat’ı terk etmesine sebep olarak yabancı askerlerle şehir halkı arasında çıkan sürtüşme gösterilir. Halife El-Mütevekkil’in 861 yılında katledilmesinden sonra bu yerleşke terkedilmiş, 870 yılında ordunun da buradan ayrılmasıyla 892 yılında Bağdat tekrar halifeliğin başkenti olmuştu.3 Zaman içerisinde bir garnizon kentten metropole dönüşmüş sonra da tamamen terkedilmiş olan Samarra kenti, Abbasi halifelerinin yüksek güvenlikli yerleşke arayışlarının ilki değil. Halife El Mansur’un 762 yılında inşa ettirdiği daire planlı Bağdat şehri ise, o kadar yüksek güvenlik tedbirleriyle şekillendirilmişti ki, içerdeki elit kitle için hayat oldukça zorlaşmıştı. Etrafı hendek ve surlarla çevrili, dört yönde dört ana kapısı olan 2600 metre çapındaki bu yerleşkenin iç düzenlemesi, ortasında büyük bir bahçe içerisinde Halife’nin sarayı bulunan iç içe halkalar şeklinde garnizon, evler ve dükkânlar şeklindeydi. Bu yerleşke de, Bağdat’a geri dönmek için 830’larda terk edilmişti.4 Nitekim kapalı yerleşkelerin hem kısıtlayıcı olanlarının, hem de gelişime açık olanlarının önünde sonunda terk edildikleri tarihî bir vakadır. Başka bir alternatifin bulunmadığı antik kentler bir yana bırakılırsa, “yabancılar” veya “farklı olanlar” için inşa edilen kapalı yerleşkelerin tabiatında bir geçicilik olduğu anlaşılıyor.

Öte yandan, farklılığın korunmasının kaçınılmaz olduğu geleneksel toplumlarda görünmez duvarları olan kapalı yerleşkelerin olduğu da malum. Osmanlı-İslam coğrafyasında birbirine kıyısından köşesinden temas eden, ama çoğunlukla ayrı duran Müslüman, Hıristiyan, Yahudi vs. mahalleleri vardı. Bilindiği gibi, Müslüman mahalleleri, yakın zamana kadar sadece diğer dinlere mensup tebaanın oturduğu mahallelerden ayrılmamış, aynı zamanda diğer Müslüman mahallelere “mensup” yabancılara karşı da bir tür koruma altında olmuştu. Avrupa kentlerindeki Yahudi gettoları, belki de bu tür kapalı yerleşkelerin en eskilerinden sayılabilir. Üstünde yaşadığı toprağa yüzyıllardır aşina olan, ama o toprağın diğer unsurlarından farkını korumak isteyen bu geleneksel ayrışma kültürü, tarih boyunca Doğu ve Batı’daki bütün toplumlarda makul ve faydalı görülmüştü. Hindistan’ın bazı bölgelerinde farklı kastların bugün dahi aynı mekânda yaşayamadığını görüyoruz. Öte yandan ülkemizde hâlâ bir “yabancının” girmesi çıkması “kullanıcılarının sözlü iznine tabii” olan Roman mahallelerinin bulunduğunu da biliyoruz. Demek ki, aynı toplumun unsurları arasında din, soy veya mevkie bağlı farklılıklara dayanan ayrışma kültürü yeni bir şey değil. Hatta bu tür ayrışma alanlarının, yönetici askerî sınıfın garnizon kentleri gibi duvarlarla çevrili olmasa dahi, onlardan çok daha uzun ömürlü oldukları da bir gerçek. Ancak burada ilginç ve belki de vahim olan, ülkemizde sayıları hızla artan modern kapalı “site” yerleşkelerinde, aşina olduğumuz “bizim mahalle” geleneği ile askerî garnizonun duvar çekme gereğinin birleşmiş olması. İşte bu üzerinde ciddi olarak düşünülmesi gereken bir durum, çünkü hem kültürel ayrışmanın kabul edildiği, hem de fizikî olarak çok sıkı bir şekilde kontrol edildiği tarihî örnekler, marazi bir durum arz etti. Mesela, Venedik gettosu gibi bazı gettolar gerçek duvarlarla tecrit edilmişti. Hindistan’daki kast sisteminin bir mekânsal yansıması olarak ortaya çıkan soyutlanmış konut yerleşkelerin izlerini bugün Eski Delhi’nin sokaklarını dolaşırken görebilmek mümkün. 5 ile 60 arasında konutu bir arada barındıran duvarlarla çevreden kopartılmış olan bu yerleşkeler, ana dolaşım akslarına yalnızca birer kapı ile bağlanıyor.5 Bugün duvarların ülkelerin etrafına çekildiği, dışarıda kalanların veya alt kasta mensup olanların ayaklanma temayülünde oldukları düşünüldüğünde, aynı marazi durumun sürdüğü iddia edilebilir. Yukarıda belirtildiği gibi, modern korumalı yerleşkelerin tarihinin, kentlerin oluşumu kadar eski olduğu söylenebilir. Ancak 20. ve 21. yüzyılın kendine has sosyal, ekonomik ve politik dinamikleri, bu tip yerleşkeleri dış dünyanın etkilerine kısmen veya büyük oranda kapalı, kullanımı bir otorite tarafından sınırlandırılan, gerektiğinde toplumun geri kalanından soyutlanan ve bilfiil kontrol edilen öncüllerinden farklı kılmıştı. Yani, küresel kentlerin yeni şartları içerisinde, eskinin gettoları tersine çevrilerek üst sınıflar için bir Abbasi garnizon sarayları gibi bir ideal kent mitine dönüştürülmüştü. 1960’ların sonu ve 1970’lerde ortaya çıkmaya başlayan bu tip yerleşkeler, bu tarihten sonra hızla arttı ve yüzyılın sonunda da Türkiye’nin büyük kentlerinde bir furyaya dönüştü.6

Edward Blakely ve Mary Snyder, 1997 yılında yaptıkları araştırmada Amerika Birleşik Devletleri’nde 7-8 milyonluk bir nüfusu kapsayan 3 milyon üniteden fazla, yaklaşık 20.000 korumalı yerleşke saptıyorlar.7 Her ne kadar dış dünyadan duvarlarla soyutlanmış korumalı yerleşkeler Amerika’da ortaya çıksa da, günümüzde korumalı yerleşkeler küreselleşmenin de etkisiyle dünyanın farklı coğrafyalarına yayılmış durumda. Bu yayılım içinde en dikkat çekici olanı, bu tip yerleşkelerin sayısının Batı dünyası dışında gelişmekte olan ülkelerde hızla artması. Latin Avrupa ülkelerinden Doğu Avrupa ülkelerine, Arap ülkelerinden Güney Asya ülkelerine kadar farklı coğrafyalarda bu tip yerleşkeler kent yaşamının yeni gerçekleri haline geldiler. Sonia Roitman, Arjantin’deki kapalı yerleşkeleri incelediği yazısında, bu tip yerleşkelerin ortaya çıkışıyla ilgili çok yönlü bir bakış açısı sunuyor. Bu bakış açısına göre toplum içinde gelir dağılımında görülen eşitsizliğin sonucunda ortaya çıkan sosyal kutuplaşma, farklı sosyo-ekonomik grupların birbirlerinden rahatsızlık duymasını ve korkuyu beraberinde getirmektedir. Bu durumun bir yansıması olarak da kent yaşantısı içinde sosyal ve mekânsal ayrışma kaçınılmaz hale geliyor.8 Bu ayrışma ile ilgili olarak homojen bir grubun parçası olma eğilimi, sosyal statünün ortaya konulması isteği ve seçkinci bir anlayış da bu tip yerleşkelerin tercih edilmesinde belirleyici unsurlar. Roitman’ın ortaya koyduğu bir diğer unsur ise, ailelerin çocukları için daha iyi kentsel yaşantılar özentisi içinde bulunmaları. Kentlerin kendilerine has problemlerinden (gürültü, kalabalık, trafik karmaşası, suç) uzak bir hayat tarzı, bu kullanıcılar için çok daha cazip bir alternatif haline geliyor. Leisch ise Güneydoğu Asya ülkelerinde kapalı yerleşkelerin ortaya çıkış sebepleri olarak üç unsuru ortaya koyuyor. Roitman’ın argümanıyla oldukça benzerlik gösteren bu unsurlardan ilki, toplum içinde artan gelir eşitsizliğinin meydana getirdiği sosyal gerilimle birlikte ortaya çıkan hırsızlık, vandalizm gibi suç unsurları. Leisch’ın ikinci olarak ortaya koyduğu unsur ise, orta ve üstü sınıflara mensup olanların kendi statülerini belirtme ve kendi “modernlik” düzeylerini ortaya koyma isteği. Burada modernlik düşüncesi daha çok Amerikan tarzı bir yaşantı ile özdeşleştiriliyor. Leisch’ın tartıştığı üçüncü unsur ise, Güneydoğu Asya ülkelerindeki etnik farklılıkların bu tip korumalı yerleşkelerin ortaya çıkışına önemli bir etken olması.9 Roitman ve Leisch’ın dünyanın iki farklı ucunda yer alan gelişmekte olan ülkelerdeki korumalı yerleşkeleri inceledikleri çalışmalarda, bu yerleşkelerin ortaya çıkışıyla ilgili çeşitli ortaklıklar görülüyor. Bu ortaklıkları kısaca özetlemek gerekirse, sosyal statünün ortaya konularak diğerlerinden ayrılma isteği, toplumsal eşitsizliğin beraberinde getirdiği suçtan korunma isteği, gelişmekte olan ülkelerdeki kentlerin alt yapı eksiklerine bağlı sorunlarından kaçma isteğinin öne çıktığı görülüyor.

Türkiye’de kapalı yerleşmeler

Türkiye örneğine bakmak gerekirse, Türkiye’deki kapalı konut sitelerinin ortaya çıkışıyla ilgili olarak benzer unsurların ön plana çıktığı savunulabilir. Türkiye’de bu tip yerleşmeler, Levent ve Gülümser’in belirttiği üzere 1980’li yıllar sonrasında yeni toplu konut kanunun oluşumu, ekonomik ve politik değişimleri izleyen sürecin sonucunda ortaya çıkmıştı. Bu dönemin, Türkiye için anlamını bu bağlamda tekrar değerlendirmek, bu tip yerleşkelerin ortaya çıkışını anlamayı daha kolaylaştıracaktır. Bu dönemde, liberal bir ekonomik anlayışa geçilmesi, uluslararası şirketlerin Türkiye’deki ekonomik pazara girerek yatırımlar yapmaya başlaması, beraberinde yeni bir tüketim anlayışı ve kültürünü de getirdi. Değişen ekonomik sistem dolayısıyla, toplum içinde bir grubun ekonomik refah seviyesi hızlıca artarken, bir diğer grubun ise düşüşe geçmesi beraberinde toplum içinde gelir dağılımı eşitsizliğine de yol açtı. Gelir düzeyi bakımından yükselişe geçen grubun, ülkemize o dönemde yeni giren tüketim odaklı bir yaşam tarzını benimseyerek, kendi sosyal statüsünü tarifleme isteği toplumsal ayrışmayı daha da körükledi. Bu ayrışmanın bir yansıması olarak toplum içindeki farklı gelir, ekonomik ve sosyal statü grupları arasında karşılıklı bir gerilim doğdu. Bu gerilimin bir başka tetikleyici unsuru ise 1950’lerden sonraki hızlı sanayileşme sürecinin yansıması olarak kırsal alandan, kente göç etmiş olanların ikinci jenerasyonlarının, kendi ebeveynleri gibi kendilerini ne kırsal yaşama, ne de kentli olanlar gibi kent yaşamına ait hissedememelerinin getirdiği bunalımdı. Sosyal ayrışmayı tetikleyen bu unsurların yanında, bu süreçten sonra görülen hızlı kentleşmenin getirdiği olumsuzluklar ile başedilememesi, kentlerin kullanıcılarına yeterli altyapı ve üst yapı olanaklarını sunamamaları, hayat kalitesi konusundaki beklentileri sağlayamaması mekânsal olarak ayrışma isteğini beraberinde getirdi.

Bu bağlamıyla değerlendirildiğinde Türkiye’deki kapalı konut sitelerinin ortaya çıkışıyla ilgili olarak 3 temel unsurdan söz edilebilir:

1.     Türkiye’de 1980’li yıllarda iyice belirgin hale gelmiş olan Amerikan tarzı bir yaşantı özentisinin bir sonucu olarak, geleneksel konut anlayışı dışında başka arayışlara gidilmesi;

2.     Kentsel hayat kalitesi konusundaki beklentinin kentlerin mevcut olanakları dahilinde sağlanamıyor olması, dolayısıyla daha steril ve iyi tasarlanmış küçük kent parçacıklarına kaçma isteği;

3.     Hızlı gelişen kentleşmeye bağlı olarak, toplum içinde homojen gruplar oluşturma ve “diğerleri”nden ayrışarak, kentin her türlü olumsuzluğundan kaçıp, güvenli bir vahada yaşama isteği.

Türkiye’de 1980’li yıllardan sonra korumalı yerleşkelerin sayısı hızla arttı. Levent ve Gülümser’in 2003 yılı verilerine dayanarak belirttikleri üzere, bu dönemde yalnızca İstanbul’da 400 korumalı yerleşke bulunuyor ve bunlarda 60.000-70.000 kişi ikamet ediyordu. Geçtiğimiz 6 yıl içerisinde bu sayının ikiye hatta üçe katlanması mümkün görünüyor.

İçinde bulunulan sosyo-ekonomik düzenin bir yansıması olarak ortaya çıkmış bu yerleşkelerden üst sınıflardan rağbet görmesi sebebiyle kaçınılmayacağı inkâr edilemez. Ancak burada tartışılması gereken Türkiye için çok yeni bir oluşum olan bu yerleşkelerin önümüzdeki yıllarda kentlerin sosyal ve mekânsal ortamları için ne gibi izler bırakacakları. Bu izleri üç boyutta değerlendirebiliriz: İlk boyuttaki kentin geneline ait sosyal hayattaki izlerine bakıldığında, mekânsal olarak ayrışmış ama geleneksel olmayan yaşam tarzlarının sosyal hayattaki ayrışmayı ve gerilimi arttırması kaçınılmaz bir sonuç. Toplum içinde bir grubun ulaştığı ve bunu korunaklı duvarlar arkasına gizlediği bir yaşam tarzı, diğer gruplar arasında hınç ve öfkenin artmasına sebep olabilir. Tabii, mekânsal ayrışma fizikî duvarlar olmadan da mümkün. Ülkemizde ve birçok gelişmekte olan ülkelerdeki gecekondu mahalleleri ve varoşlar, gelişmiş ülkelerde ise göçmen mahalle ve banliyöleri, kapalı yerleşkelerin aslında toplumsal ve ekonomik gelişmelerin bir sonucu olduğunu gösteriyor. Kısacası bu yapıların topluma yapacağı etkileri henüz ortaya çıkarmadığını, içinde biriktirdiğini söyleyebiliriz. Her nasıl ki bazı varoşlar veya göçmen ülke banliyöleri, ezildiğini düşünen insanların toplanma ve bazen de isyan etme merkezi oluyorsa, kapalı yerleşkelerde yetişen nesillerin de kendi sınıf ve hayat biçimlerine ait bir kimlik geliştirmeleri kaçınılmaz.

İkinci boyut olarak, kent genelindeki bu mekânsal ayrışmalar ve öbekleşmeler, kentin fiziksel ve sosyal bir bütün olarak algılanmasını engelleyebilir. Şöyle ki, kent içinde kurtarılmış bölgeler olarak kendilerini gösteren bu yerleşkeler, kentleri bir parçalar toplamı haline getiriyor, kentlerin kendi özgün kimliklerini koruma ve sürdürmelerine engel oluyorlar. Buna ek olarak, kendilerini bu kurtarılmış vahalara hapseden kentlilerin kentsel yaşamdan bir beklentileri de kalmayacağı için, yerel yönetimler üzerinde kentsel yaşam kalitesinin arttırılmasına yönelik olarak baskıların da bir oranda azalacağını tahmin edebiliriz.

Yukarıdaki her iki boyutta da korunaklı yerleşkelerin kent için doğuracağı tehditlerden bahsettikten sonra, bu tip yerleşkelerin kendi kullanıcıları için gelecekte doğuracakları tehditten de bahsetmekte yarar var. Bu tip yerleşkelerin kendi dinamikleri içinde ortaya koydukları, her ânı kurallarla belirlenmiş olan ideal kent yaşantısının, gerçek bir kent yaşantısındaki gibi devingen olmaması, tesadüfîlikler ve kendiliğindenlikler içermemesi, bir süre sonra kullanıcıları, aynen Truman Show filminin ana karekterini rahatsız ettiği gibi rahatsız eder hale gelecektir. Birer tüketim objesi gibi, kullanılıp/tüketilip bitince atılacak olan bu ideal kent rüyası bir süre sonra gerisinde, binlerce kişilik terk edilmiş ya da köhneme sürecine uğramış olan kent adacıkları bırakacaklar. Gerçekten daha gerçek olan yeni rüyaların peşinde koşacak kentliler için buralar artık birer kurtarılmış vaha olmaktan çıkarak, belki de terk edilecekler ve yerlerini yeni ideal dünyaların tasarlandığı mekânlar alacak. Eğer kapalı yerleşkeler kent kültürünü bu noktaya sürüklerse, bu gelişme artık sakatlandığını bilfiil tecrübe etmekte olduğumuz kentsel sürekliliğin daimi bir süreksizliğe dönüşmesi anlamına gelebilir. Kentler kültürün yeşerdiği mekânlar olduğuna göre, kentsel süreksizlik, kültürel süreksizlik anlamına da gelir ki, bunun sonucu bugünkünden de yoğun bir kimlik krizi olabilir. Bugün dahi çoğu İngilizce adlar taşıyan bu yerleşkelerde oturanların genellikle yiyecekten giyime ve sinemaya kadar hâkim küresel kültürün ürünlerini tükettikleri göz önüne alındığında, yerel kültür ürünlerinden ziyade deniz aşırı kültürel üretimi destekleyen bu yapıların kentin fizikî, toplumsal ve kültürel gelişimini akamete uğratabileceği tehlikesi önümüzde duruyor.

Bütün bu olumsuz gelecek senaryolarına karşın, kapalı yerleşkelerin belki de tek yapıcı katkısı, bunların ortaya çıkışına sebep olan kentsel hengâmeye cevaben geliştirmiş oldukları intizam fikri. Bu yapıların duvarlarının ardında, kapitalist rasyonalitenin getirisi olan mükemmeliyetçilik arayışı ile bu mükemmeliyete ulaştığı farzedilen Batılı toplumlara ait kentsel düzen imgeleri bütünleşmiş halde bulunuyor. Bu da demektir ki insanlar, kısmen de olsa yaya yolları, otoparklar, parklar, kreşler, hemen ulaşılabilen “fitness center”lar, “café”ler, “shopping center”lar ve “security”lerde, yerli kent kültüründe bulamadıkları Batı’nın medeniyet seviyesini yaşamayı arzuluyorlar. Yabancı kültürel etkilerin kaçınılmaz olduğu, ama belki de sindirilebileceği düşünülürse, bu naif mükemmeliyet arayışı içinde olan kapalı yerleşkeleri, artık göç ve rant ikilisinin elinde şirazesinden çıkmış olan Türk kent yaşamını sağlıklı bir dönüşüme uğratabilecek kuluçka mekânları olarak görmek mümkün. Ancak içinde hem iyiyi hem de kötüyü barındıran ve sayıları giderek artan bu kuluçka mekânlarının menfi değil de müspet sonuçlarına uğrayabilmek için, onları en kısa zamanda kentle tekrar bütünleşebilecek yapılara dönüştürmenin arayışı içinde olmak gerekiyor. İşte bu sebeple her ne olursa olsun duvarlar inşa etmemeyi düşünmeye başlamalıyız.


1Tüzin Baycan Levent, Aliye Ahu Gülümser, “Istanbul’un değişen yüzü: Korumalı yerleşkeler”, Değişen ve Dönüşen Kent ve Bölge, 8 Kasım Dünya şehircilik Günü 28. Kolokyumu, 8-10 Kasım 2004, s.717-736.
2Rudolf Naumann, Eski Anadolu Mimarlığı, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayını, 1991.
3Alastair Northedge & Derek Kennet, The Samarra Archaeological Survey, http://www.dur.ac.uk/derek.kennet/ samarra.htm
4Henri Sterlin, İmanın ve İktidarın Hizmetinde İslam Mimarisi, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2006, s. 36-38.
5Harald Leisch, “Gated Communities in Indonesia”, Cities, 2002, Vol. 19, No. 5, s. 341–350.
6Levent & Gülümser, a.g.e.
7Edward J. Blakely & Mary Gail Snyder, Fortress America: Gated Communities in the United States, Brookings Institution Press, 1997.
8Sonia Roitman, “Who Segregates Whom? The Analysis of a Gated Community in Mendoza, Argentina”, Housing Studies; Mar2005, Vol. 20 Issue 2, s. 303-321.
9Leisch, a.g.e.