๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Dosya Konusu => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 13 Temmuz 2012, 18:33:22



Konu Başlığı: Adaletin peşinde bir Ortadoğu panoraması
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 13 Temmuz 2012, 18:33:22
Özgürlük ve adaletin peşinde bir Ortadoğu panoraması
Taha KILINÇ • 73. Sayı / DOSYA KONUSU


Ortadoğu söz konusu olduğunda ders alınacak tecrübeleri dikkatle değerlendirmek oldukça lüzumludur. Bu sebeple, Ortadoğu’nun bir noktasında meydana gelen olayları doğru şekilde anlayabilmek için, pergelin ucunu mümkün olduğunca açmak, zaman ve mekânı kuşbakışı seyir melekesine erişmek gerekir.

Örneğin, Osmanlı’nın çoktan sahneden çekildiği 1920’li yıllar düşünüldüğünde, Türkiye’de meydana gelen devrimler, Mısır’da İngilizlerden kurtulmak için gösterilen çaba, Suriye’de İzzeddin el-Kassam önderliğinde Fransızlara başkaldırı, Kudüs’te Filistin’e Yahudi göçüyle birlikte alevlenen çatışmalar, Libya’da Ömer Muhtar’ın devleşen mücadelesi vb. görülecektir. Bunların hiçbiri diğerinden bağımsız olmadığı gibi, hiçbir ayrıntı da es geçilecek kadar kıymetsiz, bir kenara atılacak kadar önemsiz değildir. Bu sebeple Ortadoğu’nun son yüzyılına damgasını vurmuş belli-başlı olayları eş-zamanlı ve eş-mekânlı olarak hatırlamak, günümüze dair bakışlara da netlik kazandıracaktır.

Ortadoğu’da Amerikan yüzyılı

Arap dünyasının amiral gemisi Mısır ve Mısır’ın en önemli toplumsal muhalefet hareketi İhvan-ı Müslimin ile giriş yapalım:

Hasan el-Benna adında bir öğretmen tarafından 1928 yılında İsmailiye şehrinde kurulan İhvan-ı Müslimin teşkilatı, kısa zaman içinde Mısır’da ‘daha İslami bir hayat’ın başlıca savunucusu haline geldi. Ülkedeki baskın İngiliz tesirine muhalif söylemlerini devlet kademelerine kadar ileten İhvan, çok geçmeden devlet tarafından ‘tehlike’ olarak algılanmaya başladı. Mısır’da İhvan-ı Müslimin’in yükselişi devam ederken, Filistin’de Hacı Emin el-Hüseynî tarafından organize edilen İngiltere karşıtı ayaklanmalar, 1936-1939 yıllarının en önemli gündem maddesiydi. Aynı yıllar İkinci Dünya Savaşı’nın cehenneme çevirdiği Avrupa için de ölüm-kalım mücadelesinin verildiği dönemlerdi.

1945 ise, artık Ortadoğu’da yeni bir aktörün devreye girmeye başladığı bir yıl oldu: Yalta Konferansı’ndan dönüşünde, ayağının tozuyla Suudi Arabistan Kralı Abdülaziz’le buluşan Amerikan Başkanı F. Roosevelt, Ortadoğu’da Amerikan yüzyılını başlatmıştı. 14 Şubat 1945 günü, Quincy zırhlısında gerçekleşen görüşme, yalnızca Amerikan-Suudi ortaklığının temellerinin atıldığı sıradan bir iş görüşmesi değildi. Roosevelt, Kral Abdülaziz’den petrol imtiyazı dışında bir söz daha almıştı: Petrolü uluslararası ilişkilerde bir silah olarak kullanmamak. Abdülaziz’in oğullarından biri, Faysal, tam 30 yıl sonra bu sözün dışına çıkmanın faturasını canıyla ödeyecekti.

II. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasındaki birkaç yıl içinde, Arap Birliği’nin kurulması (Kahire, 1945), Türkiye’de Demokrat Parti’nin kuruluşu (1946), Baas Partisi’nin kuruluşu (Şam, 1947) ve NATO’nun kuruluşu (1949) bölgesel ve küresel çaptaki değişimlerin habercisi olan gelişmelerdi.

İsrailli yıllar ve Filistin sorununun doğuşu
Elbette bütün Ortadoğu coğrafyasını tümüyle etkileyen en önemli gelişme, 14 Mayıs 1948’de İsrail devletinin kuruluşunun ilan edilmesiydi. Türkiye, biraz da dünya siyaset sahnesindeki yerini kaybetmeme uğruna İsrail’i ilk tanıyan İslam ülkesi olurken, Arapların İsrail’le tutuştukları savaş Yahudilerce kazanılmış, İsrail bölgedeki yerini almıştı.

Arap dünyasında çeşitli iç kavgaların, bağımsızlık mücadelelerinin, manda rejimlerinin doğurduğu sıkıntıların tam ortasına İsrail’in gelip çöreklenmesi, bölge için tam anlamıyla şok oldu. Bundan sonraki bütün siyasal, ekonomik ve toplumsal mücadelelerin hepsinin merkezinde artık tek bir sorun yer alacaktı: Filistin sorunu.

Filistin sorunu, çevre ülkelere sığınan Arap mültecilerin oluşturduğu acınası tablo dışında, Arapların savaş yeteneklerinin de sınandığı, ancak her seferinde ibrenin Yahudilerden yana döndüğü bir sürecin de başlangıcı oldu.

İsrail’in kuruluşunun üzerinden bir yıl bile geçmeden, her geçen gün popülaritesi artan ve beceriksizlikleriyle halkta nefret uyandıran yönetime karşı tek alternatif haline gelen İhvan-ı Müslimin’in lideri Hasan el-Benna, 1949 yılının 12 Şubat günü Kahire’de vurularak öldürüldü. Bu, İhvan’ın aldığı ilk ciddi darbeydi.

1950’li yıllar oldukça hızlı başladı. Türkiye’de Demokrat Parti iktidara gelirken, 1951 yazında Ürdün Kralı Abdullah, Kudüs’te Filistinlilerce öldürüldü. Bunu ertesi yıl Mısır’da Kral Faruk’un devrilmesi, 1953 Ağustos’unda da İran’ın milliyetçi başbakanı Musaddik’ın CIA destekli bir darbeyle düşürülmesi izledi. ABD, 2000 yılında, darbe öncesindeki halk ayaklanmasını bizzat organize ettiğini resmen kabullendi.

Bağımsızlık hareketleri ve Süveyş Krizi
1950’li yıllar ayrıca Kuzey Afrika’daki bazı ülkelerin bağımsızlıklarını kazandıkları yıllar oldu: Libya – 24 Aralık 1951, Fas – 2 Mart 1956 ve Tunus – 20 Mart 1956. Bir diğer Kuzey Afrika ülkesi Cezayir ise bağımsızlık için 5 Temmuz 1962 gününü bekleyecekti.     

1952 Hür Subaylar darbesinde aktif olarak yer alan İhvan-ı Müslimin’in Mısır rejimiyle yollarının ayrılması çok sürmedi: 1954’te devlet başkanı Cemal Abdunnasır’a İskenderiye’de düzenlenen başarısız suikast girişimi, İhvan’ın illegal ilan edilmesiyle ve mensuplarının da kovuşturulmasıyla sonuçlandı. Cemal Abdunnasır, ülkesindeki en büyük muhalif hareketi bu şekilde etkisiz hale getirdikten sonra, Mısır’ın bölgedeki konumunu sağlamlaştırmak için bazı girişimlerde bulundu. İlk adım olarak Süveyş Kanalı’nı millileştirdiğini açıkladı.

Abdunnasır’ın 26 Temmuz 1956 günü yaptığı açıklama, İngiltere, Fransa ve İsrail ordularının Mısır’a saldırmasına yol açtı. Mısır ağır bir yenilgi almış olmasına rağmen, ABD saldırıların durdurulmasını isteyince diplomasi devreye girdi. Tarihe ‘Süveyş Krizi’ olarak geçen süreç, Süveyş Kanalı’nın Mısır’a devredilmesiyle sonuçlandı. Abdunnasır’ın bir diğer bölgesel atağı, Mısır-Suriye ittifakını gerçekleştirmek oldu. 22 Şubat 1958 günü Suriye Devlet Başkanı Şükri el-Kuvvetli ile Cemal Abdunnasır tarafından imzalanarak resmen yürürlüğe konulan ittifak anlaşması, 28 Eylül 1961’de Suriye’nin çekilmesiyle bozuldu. Suriye tarafı, başından beri Abdunnasır’ın baskın kişiliğinden ve Mısır’ın ‘büyük ortak’ konumundan rahatsızdı.

El Fetih, FKÖ ve Baas’ın kuruluşu
İslami ideallerle hareket eden İhvan-ı Müslimin Mısır’da büyük bir güç kaybına uğrarken, bölgenin bir diğer köşesinde küçük körfez ülkesi Kuveyt, zaman içinde İhvan çizgisine alternatif haline gelecek bir başka hareketin doğuşuna şahitlik ediyordu: el-Fetih. Arafat ve arkadaşları tarafından 1957 yılında kurulan el-Fetih, Filistin’i özgürleştirmek amacını benimseyen, sosyalist çizgide bir örgüttü. El-Fetih mensupları, çıkarmış oldukları süreli yayınlar ve Arap ülkelerine göndermiş oldukları temsilcilerle seslerini duyurmayı sürdürürken, Arap dünyasında Baas Partisi de güçlenmekteydi. Parti 1963 yılı içinde önce Irak’ta, ardından da Suriye’de iktidara geldi.

Suriye ile kurduğu ittifakın bozulmasının ardından, Cemal Abdunnasır, Filistin davasını kendi tekeline almak ve İsrail’e karşı mücadeleyi tek bir merkezden yürütmek için 1964 yılında Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) kurulmasına öncülük etti.

İhvan-ı Müslimin teşkilatı Abdunnasır rejimi tarafından yasaklanmış olmasına rağmen, mensuplarının yaymış olduğu fikirlerin Mısır’daki popülaritesi devam ediyordu. 1948-1951 yılları arasında yaşadığı ABD’den dönüşünde oldukça ‘ateşli’ bir İslamcı olarak ünlenen Seyyid Kutub, 1964 yılında kaleme aldığı Yoldaki İşaretler ile Mısır toplumunda büyük bir sarsıntıya neden oldu. Kutub, bir süre hapiste tutulduktan sonra, 29 Ağustos 1966’da idam edildi.

Abdunnasır’ın bütün propagandalarına rağmen Altı Gün Savaşı’nda (1967) Arap orduları büyük bir hezimet yaşayınca, Arafat liderliğindeki gerilla örgütü el-Fetih, artık Filistin davasının tek temsilcisi olmaya adaydı. Arafat ve ekibi, İsrail’e karşı Ürdün sınırında kazandıkları Kerame Savaşı’nın (1968) da etkisiyle FKÖ’yü kolayca kontrolü altına aldı.

İslam Konferansı Örgütü’nün kuruluşu
21 Ağustos 1969’da Mescid-i Aksa’nın yakılışı, bölgede İsrail marifetiyle yaşanan yeni bir mağlubiyetti. Bu dönemde Türkiye kendi iç çekişmeleriyle meşgulken, 1 Eylül’den itibaren Libya’da Kral İdris’i deviren Albay Muammer Kaddafi’nin iktidarı başlıyordu. Mescid-i Aksa’nın yakılmasının neden olduğu duygusal ortamda, İslam ülkeleri, Suudi Arabistan Kralı Faysal liderliğinde Fas’ın başkenti Rabat’ta bir araya geldi. Tartışmalı toplantıdan İslam Konferansı Örgütü’nün kuruluş kararı çıktı (25 Eylül 1969).

Kerame zaferinin neden olduğu sarhoşluk, FKÖ’nün Ürdün’deki sonunu hazırladı: Kendi özerk idaresini kurmaya kalkışan Arafat yönetimindeki Filistin Kurtuluş Örgütü, 1970’in Eylül ayında Ürdün Kralı Hüseyin’in güçlerinin karşı saldırısıyla büyük bir kayba uğradı. Tarihe ‘Kara Eylül’ (Black September) adıyla geçen saldırılar sonucu, canını kurtarabilen FKÖ gerillaları, Ürdün’den kaçarak, Lübnan ve Suriye’ye dağıldı.

1970 ayrıca Mısır’da Cemal Abdunnasır’ın ölüp yerine Enver Sedat’ın geçtiği, Suriye’de Hafız Esed iktidarının başladığı, Umman’da genç veliahd Kabus’un babası Said’i devirip yerine geçtiği yıldı. Bir yıl sonra, 1971’de Basra Körfezi’nde siyasal açıdan yeni bir dönem başlayacak, Britanya koruması altındaki emirlikler bağımsızlıklarına kavuşacaklardı: Bahreyn, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri. Bir diğer Körfez emirliği Kuveyt ise 1961’de Britanya’dan ayrılmıştı.     

Türkiye’nin gelişmelerin dışında kalması
İlginçtir, 1960 ve 1970’li yıllar boyunca Araplar İsrail’le meşgulken, Türkiye de Kıbrıs meselesi ile meşguldü. Tarihe ‘Johnson Mektubu’ olarak geçen Amerikan muhtırası Türkiye’yi Kıbrıs’a müdahalede bulunmaması için adeta tehdit ederken, Türkiye hâlâ Kıbrıs’taki soydaşlarına yardım edebilmenin telaşındaydı. Öyle ki, Araplar İsrail’le yeni bir savaşa tutuştuklarında (Yom Kipur, 1973), Türkiye de kendisinden hiç umulmayan radikal bir çıkış yapmak üzereydi. Yom Kipur Savaşı’nı uzaktan izlemekle yetinen Türkiye, nihayet 8 ay sonra Kıbrıs’a çıkartma yaparak Ada’daki gergin duruma soydaşları lehine müdahale etti. Kıbrıs çıkartmasının hemen ertesinde Türkiye’de patlayan olaylar, 12 Eylül 1980 askerî darbesine kadar durulmayacak, Türkiye de bu süreçte Ortadoğu’daki bütün gelişmelerin dışında kalarak, sınırlarının hemen ötesindeki sıcak olaylardan uzak duracaktı.

Dengelerin değiştiği yıllar
1975-1980 arası Ortadoğu için birbirinden tesirli olayların geliştiği çalkantılı dönemlerdi: Filistin direnişine verdiği destekle tanınan ve İsrail’e yardım eden Batılı ülkeleri zor durumda bırakmak için petrol ambargosu kararı alan Suudi Arabistan Kralı Faysal, 25 Mart 1975’te sarayında yeğeni Faysal bin Musaid tarafından öldürüldü. Faysal’ın öldürülmesiyle büyük bir şok yaşayan Suudi Arabistan bölgesel çekişmelerin kıyısına doğru çekilirken, kısa zaman sonra patlayan Lübnan iç savaşı, tam 15 yıl sonra yine Suudi Arabistan’ın arabuluculuğunda, 1990 Taif Antlaşması ile sona erdirilecekti.

1977, Mısır ve İslam dünyası için tam anlamıyla bir değişim yılı oldu: Devlet başkanı Muhammed Enver Sedat, tüm ülkeyi kasıp kavuran, arkasında 800 ölü bırakan ve tarihe “Ekmek isyanı” olarak geçen Ocak 1977 ayaklanmalarının ardından, ani bir kararla aynı yıl içinde Kudüs’ü ziyaret etti. Kudüs ziyaretinin sembolik anlamı büyüktü. Arapların yıllardır savaştıkları Yahudiler, Arap dünyasının en büyük devletinin başkanı tarafından içtenlikle selamlanıyor, kendilerine “Bölgemize hoş geldiniz” deniyordu. Bizzat kendi dışişleri bakanının bile istifa ederek tepki gösterdiği bu ziyaret, Sedat ve ülkesini Arap dünyası içinde yalnızlaştırsa da, Mısır’ın uluslararası kazancı büyüktü: Mısır, Altı Gün Savaşı’nda İsrail’e kaptırdığı Sina yarımadasını geri alırken, günümüze kadar devam eden Amerikan ekonomik yardımını da garantilemiş oluyordu.

1979 yılı ise, bütün bölgede halen sarsıntıları devam eden iki önemli dönüşüme sahne oldu: İran’da Şahlık rejimi yıkılıp yerine ‘İslam Cumhuriyeti’ kurulurken, birkaç ay sonra Irak’ta Saddam Hüseyin iktidarı başladı. Aynı yıl içinde (4 Kasım) Tahran’da üniversite öğrencileri Amerikan Büyükelçiliği’ni basarak elçilik çalışanlarını rehin aldılar. Bu, tam 444 gün sürecek uluslararası bir krizin başlangıcıydı. Rehine krizinden iki hafta kadar sonra, bu defa bir dinî mekân bir başka krize sahne oldu: Amerika’nın Suudi Arabistan üzerindeki hegemonyasını protesto eden silahlı eylemciler, Kabe’ye baskın düzenleyerek Suudi güvenlik güçleriyle çatışmaya girdiler. İki hafta devam eden isyan, Fransız terörle mücadele timlerinin yardıma gelmesiyle güçlükle bastırılabildi.

El Kaide, Hizbullah ve Hamas’ın temelleri atıldı
İran’ın Asya sınırında patlak veren bir başka gerilim ise, Sovyetler Birliği’nin 27 Aralık 1979’da başlayan Afganistan işgaliydi. Yaklaşık on yıl sürecek olan işgal, ardında birçok acı hatıra yanında, günümüze dek uzanan bir ‘direniş’ türü de bırakacaktı: Üsame bin Ladin önderliğindeki el-Kaide’nin yürüttüğü ‘küresel cihat’.

İran ve Irak arasında süregelen gerginlik, 1980 yılının Eylül ayında savaşa dönüştü. 22 Eylül günü savaş resmen başladığında, Türkiye’deki askerî darbenin üzerinden henüz 10 gün geçmişti. Tam 8 yıl süren İran-Irak savaşı, bölgedeki ayrışmaları bir kez daha gün yüzüne çıkardı. Savaş süresince Suriye İran’ı desteklerken, Suudi Arabistan’ın başını çektiği Arap ülkeleri de Irak’ın yanında yer aldı. İran’ın sürpriz bir destekçisi de vardı savaş boyunca: İsrail. Amerika ise her iki tarafa birden silah satarak ‘adil(!)’ bir duruş sergiledi. İran-Irak savaşında yaşanan bu ayrışmaların benzeri, yıllar sonra Körfez Krizi’nde de yaşanacaktı.

İran-Irak savaşının başlamasından bir yıl sonra, 6 Ekim 1981 günü, Mısır’ın başkenti Kahire İranlıları sevince boğan bir suikasta sahne oldu: Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat, askerî bir tören sırasında vurularak öldürüldü. İranlılar, sevinçlerini gizlemediler, çünkü Sedat, İran’ın devrik şahı Muhammed Rıza Pehlevi’yi ülkesinde ağırlamış, tedavi ettirmiş, yine Şah’ın Kahire’de törenle gömülmesine izin vermişti.

Savaşta İran’ın destekçisi olan Suriye, savaşın gölgesinde İhvan çizgisiyle iç hesaplaşmasını da halleti: 1982 yılında İhvan mensuplarına karşı düzenlenen vahşi saldırı, Suriye’yi yöneten Baas rejiminin 1945’ten beri ülkede faaliyet gösteren İhvan-ı Müslimin’le üçüncü ve son karşılaşmasıydı: Birincisinde Sünnî başbakan Emin el-Hafız’ın emriyle Hama’daki Sultan Camii bombalanmış, İhvan mensupları feci şekilde katledilmişti. İkinci saldırı, 1980 yılının 27 Haziran günü, işkence ile adını duyuran korkunç Tedmur Hapishanesi’nde gerçekleşmiş, bir gün içinde binden fazla İhvan mensubu öldürülmüştü. Üçüncü çarpışma, en çok bilineniydi: 1982 yılı Şubat ayında yaklaşık 20 günlük bir kuşatma ile Hama şehri ablukaya alınmış, 30 binden fazla insan katledilmiş, bir bu kadar insan da kaybolmuştu. Son iki katliamın faili de aynıydı: Hafız Esed’in kardeşi Rıfat Esed.

Bölgede bütün bunlar yaşanırken, Lübnan’daki üslerinden İsrail’le vuruşmayı sürdüren FKÖ’ye İsrail’in cevabı ağır oldu: Mısır’la imzalanan barışın ardından Mısır ordusunun Filistin sorununda devre dışı kalmasıyla batı sınırını tamamen güvenceye alan İsrail, 1982’de Güney Lübnan’ı işgal etti. FKÖ, bir Arap ülkesinden daha kaçarcasına ayrılmak zorunda kalırken, İsrail işgali, bölgede bir başka gücün doğuşuna sebep oluyordu: Şii Hizbullah örgütü. İntihar saldırılarını kullanarak adını dünya kamuoyuna duyuran Hizbullah, İsrail’e karşı yürüttüğü gerilla savaşıyla ‘cephe eğitimi’ni tamamladıktan sonra, 1985 yılında resmî kuruluşunu ilan etti.

FKÖ, Lübnan’dan sonra, kendisine güvenli bir barınak sağlayan bir başka Arap ülkesine, Tunus’a sığındı. Sosyalist karakterli bir direniş örgütü Tunus’u üs edinirken, ülkenin kendi içinde önemli bir İslamcı hareket yakın zamanda start almıştı: en-Nahda, Raşid el-Gannuşi tarafından 1981 yılı Nisan’ında ‘el-İtticahu’l-İslami’ adıyla kuruluşunu gerçekleştirmişti.

1993 Oslo Antlaşması’na kadar Filistin topraklarına dönemeyecek olan FKÖ liderliği, Filistin davasını, fiziki uzaklık sebebiyle yürütmekte zorlanacak, onun yerini Hizbullah ve 1987’de Birinci İntifada sırasında Şeyh Ahmed Yasin tarafından kurulan Hamas alacaktı. Artık bölgede biri Sünnî diğeri Şii iki direniş örgütü, Filistin davasının halkların gözündeki en güçlü temsilcileri olacaktı.

FKÖ-Hamas arasındaki fikrî ayrışma ise 2000’li yılların başına kadar sürecek, nihayet Gazze ve Batı Şeria’da iki ayrı yönetim şeklinde somutlaşacaktı.

Karmaşık tablonun ortaya koydukları    
Peki, bütün bu olaylar, buraya kadar anlatılan gelişmeler ve tarihî ayrıntılar bizi nereye götürüyor? Çıkarmamız gereken dersler neler?

Yukarıda ana hatlarıyla çizilmeye çalışılan karmaşık tablonun bize öğrettiği birinci ve belki de en önemli şey, Ortadoğu’daki bütün yapılanmaların, hareketlenmelerin ve akımların birbiriyle çok sıkı bağlarının bulunduğu gerçeği. Büyük bir duvarın birbirine sıkıca kenetlenmiş taşları gibi: Hiçbiri diğerini sarsmadan yerinden oynamıyor. Dolayısıyla olayları belli bir coğrafyaya hapsetme tuzağından kendimizi kurtarmamız, bakışlarımızı genele yaymamız ve sebep-sonuç ilişkilerini mümkün olduğunca çok aktörün eylemine bağlamamız gerekiyor. Bölgeyi doğru şekilde anlama noktasında birinci önceliğimiz ve geçmişten alacağımız ilk ders bu.

Ortadoğu’nun geçtiğimiz yüzyılının bize verdiği ikinci ders ise şu: Olayların asla tek bir yüzü, kişilerin asla tek bir kimliği bulunmuyor. Kahraman ya da hain ilan edilen aktörlerin çok sürpriz çıkışları, perde arkasında dudak uçuklatacak ittifakları ya da sahne önünde dillendirilenden çok daha farklı replikleri olabiliyor. Dolayısıyla Ortadoğu’nun aktörlerine hayranlık duyarken ya da nefret beslerken, her an ezberleri bozabilecek bir ayrıntıyla karşılaşılabilineceğinin farkında olunması gerekiyor. Bu temkinli bakış acısı, olayları dışarıdan izleyebilmeyi, yani tarihe ve coğrafyaya bir ‘amigo’ edasıyla değil de, ‘adil bir göz’ ile bakabilmeyi, tarafları hataları ve sevaplarıyla bir bütün olarak değerlendirebilmeyi mümkün kılıyor. Hayran olunan ve nefret edilen şahsiyetler/akımlar/kurumlar her ne olursa olsun, bu bakış açısı çok daha sağlıklı bir değerlendirme imkânı sunuyor.

Kaçırılmış fırsatlar yüzyılı
Şurası çok açık: Geçtiğimiz yüzyıl, Ortadoğu için tam anlamıyla kaçırılmış fırsatlar yüzyılı oldu. Bu nedenle, geleceğe doğru yürürken, hataların tekrarlanmaması, özeleştiri mekanizmasının adil bir şekilde işletilerek olayların geleceğe ibretler sunacak şekilde çözümlenmesi, kaçırılan fırsatların yeniden ayağa gelmesi için gayret gösterilmesi gerekiyor.

Bugün Tunus’ta, Mısır’da, Libya’da, İran’da, Irak’ta, Bahreyn’de yaşananlar ya da yarın başka ülkelerde yaşanacak olanların hepsinde, önceki dönemlerin birikmiş acıları, hayal kırıklıkları, isyanları, açlıkları ve çelişkileri var. Ancak bugün medyada izlediğimiz karmaşanın sebepleri henüz ortadan kalkmış değil. Ve Ortadoğu coğrafyasındaki giriftleşmiş sorunlar, perde önündeki kişilerin çekilmesiyle çözülecek kadar basit de değil.

Geçtiğimiz yüzyılın eseri olan soğuk savaş dönemi tiplemeler -ölüm ya da ihtilal yoluyla- tarihe karışırken, sorulması gereken sorular şunlardır: Ortadoğu toplumları geçtiğimiz yüzyılın acı dolu tecrübelerinden ders almışlar mıdır? Şimdiki ‘zalim’ yönetimler işbaşından gittiğinde, yerine gerçekten adaletli nizamlar tesis edebilecek insan malzemesi var mıdır? Muhalefet hareketlerinin ucuz başkaldırı ve öfke patlamalarının ötesinde toplumlara vaat edebilecekleri şeyler nelerdir? Yoksa muhalefet hareketlerinin stratejisi, sadece "Yönetimler bizi ezdi" mazeretinin arkasına sığınıp, geleceğe dair hiçbir parlak vizyon geliştirmeme suçunu örtbas etme çabasından mı ibarettir?

Ortadoğu’nun geleceğini yeniden kurma onuru, hiç şüphesiz bu ve benzeri soruları ciddiyetle soran ve cesaretle cevaplayan, bu toprakların istikbalini bir annenin evladına duyduğu şefkatle dert edinen, toplumların ufuklarına sahih, sağlam, izi sürülebilir istikametler koyabilen kadroların nasibi olacak.