๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Dört Mezheb Fıkhı => Konuyu başlatan: Eflaki üzerinde 08 Şubat 2010, 19:05:07



Konu Başlığı: Mudârebenin Delîli Ve Meşruluğunun Hikmeti
Gönderen: Eflaki üzerinde 08 Şubat 2010, 19:05:07

Mudârebenin delîli, icmâ´dır. Müslümanlar, bu tür muamelenin caiz olduğu hususunda icmâ etmişler ve hiç kimse de bu hükme mu­halefet etmemiştir. Mudârebe, câhiliyet döneminde de biliniyordu. Faydalı olduğu için İslâm da bu muameleyi benimsedi. İslâm, koy­muş olduğu hükümlerin tümünde bu özelliği gözetmiştir. İslâm, her zaman için fayda ve maslahatı araştırır ki; bulup yerleştirsin. Fayda ve maslahatı araştırmaları için insanları teşvik eder. Bozgunculuk­tan ve bozgunculuğa yanaşmaktan sakındırır ki; toplum rahat bir ya­şam sürdürebilsin. Bireyler, biribirleriyle yardimlaşsın ve hepsi de bu yolla hayır ve mutluluğa kavuşabilsinler.

Mudârebe, insanlar için zaruri faydalar taşıyan birakiddir. Böy­le olunca mudârebe, "faydalı işleri teşvik" genel kuralının kapsamı­na girmiş olmaktadır. Bu takdirde mudârebe, faydalı sonuçlar doğuran bir akid olmaktadır. Mudârebenin faydası ne kadar büyük olursa, İs­lâm nazarında mudârebenin gereğine duyulan ihtiyaç da o kadar ar­tar. Bazıları, mudârebenin sünnet olduğunu söylemişlerdir. Bu sözü, mudârebenin sünnetle sabit olduğu veya hükmünün sünnet olduğu şeklinde yorumlamaya gerek yoktur. Çünkü mudârebe, arzuya bağlı bir muamele türüdür; İsteğe bağlıdır; zorunlu değildir. Bu sözü söy­leyen kişinin sözünü, malı işletme ve yoksulu yararlandırma açısın­dan mudârebe sünnettir şeklinde yorumlamak mümkündür. Hatta ihtiyaç olursa, mudârebe, gerçek bir sünnet olur. Meselâ mudârebe sayesinde işsizlerin sayısı azaltılır, ticârette canlılık sağlanır, toplum bireylen arasında mudârebe revaç bulursa, mudârebenin sünnet oluşu kesinlik kazanmaz mı? Bir kişi sermâye sahibi olur da; malını işletip arttırmaktan âciz olur, diğer yandan yoksul ama ticâret yapmaya muk­tedir bir kişi bulunursa; bu durumda mal sahibinin, malını çalıştır­makla, işsiz yoksulun da çalışarak ticâret yapmakla, diğer insanların da ticâret mallarının kendi aralarında tedavül etmesiyle yararlanma­ları sünnet olmaz mı?

Şüphesiz bütün bunlar, İslâm´ın teşvik edip imrendirdiği işler­dendir. Ancak dürüstlük, emânet, doğruluk, ihlâs ve hüsn-ü tasarru­fun kesin olarak işçide bulunması şarttır. Çünkü bu saydığımız meziyetler, sermâye sahibinin müsterih olması ve işçinin başarıya ulaşması için esastırlar. Mudârebenin sünnet olduğunu söyleyen ki­şi, islâmî hükümlerin sâdece toplum yararına vaz´ edilmiş oldukları­nı sanmaktadır. Dürüst müslüman, güvenilir bir insandır; ortağına hıyanet etmez. Doğru sözlüdür, yalan söylemez, samimîdir; arkada­şı için kalbinde kötülük taşımaz. İşte bu nitelikteki insana karşı mal sahibi müsterih olur. Malını korumak ve arttırmak hususunda, ona karşı kesin bir güvence içinde olur. Kendisinde bu anlamlı meziyetler bulunmayan insanlarla mudârebe yapmamak gerekir. Çünkü in­sanın, malını hâin, israfçi, veya kötü yolda kullanan birine vermesi doğru olmaz. Zîrâ malı korumak vâcib, zayi etmekse yasaktır. Özet­leyecek olursak: Şeriat koyucunun maksadı; her nerede olursa olsun, insanları faydalı işlere teşvik etmek, yine her nerede olursa olsun, onları kötü ve zararlı şeylerden sakındırmaktır.

İslâm tarihinde vukûbulan ilk mudârebe olayı, Hz.Ömer (r.a.)´in oğulları Abdullah ile Ubeydullah arasında cereyan etmiştir. Kısaca belirtecek olursak Abdullah ile kardeşi, Irak ordusuyla beraber yola çıkmışlardı. O zaman Basra valisi, Ebû Musa el-Eş´arî idi. Ebû Mu­sa´nın yanına indiler. O da kendilerini güzelce karşılayıp ağırladı. Söz arasında kendilerine dedi ki: "Elimden gelirse, sizler için faydalı bir iş yapmak İstiyorum. Meselâ yanımda bir miktar Allah malı vardır. Bunları emîr´ül-mü´minîn Hz.Ömer´e göndermek istiyorum. Sizler, bu malı selef olarak alın. Bununla İrak´ta ticâret amacıyla bir miktar mal satın alır, Medine´ye gidince orada satarsınız. Sermâyeyi Hz.Ömer´e teslim edersiniz. Böylece kârından yararlanmış olursunuz." İki kar­deş de vali Ebû Musa´nın bu sözünü beğenip kabullendiler ve dediği gibi de yaptılar. Aldılar, sattılar, kazandılar. Sermâyeyi babaları Hz.Ömer´e teslim ettiklerinde; Hz.Ömer, kendilerine sordu: Ebû Mu­sa bütün askerlerle mi böyle bir selef muamelesi yaptı, yoksa özel olarak sâdece sizinle mi yaptı? Oğulları, "özel olarak sâdece bizim­le böyle bir muamele yaptı." dediklerinde, kendilerine: "Sizler, emîrü´l-mü´minîn oğulları olduğunuz için sizinle böyle bir muamele yapmıştır" şeklinde karşılık verdi. Hz.Ömer (r.a.) bu sözüyle, Ebû Musa´nın ken­dilerini kayırdığını îma etmek istemişti. Hem sermâyeyi, hem de sağ­ladıkları kârı, beytû´l-mâle teslim etmelerini emretti. Onun bu emri karşısında Abdullah ses çıkarmadı. Ama Ubeydullah:, "Ey mü´min-lerin emîri, böyle yapman gerekmez. Bize teslim edilen mal, bizim so­rumluluğumuz altındaydı. Eğer telef olsaydı, bedelini ödememizi isteyecektin" diyerek itirazda bulundu. Ubeydullah, bu sözüyle, ken­dilerine teslim edilen malın karz (ödünç) olduğunu, karz veren kişi­nin, borçlunun sağladığı kazancı alma hakkına sahip olmayacağını ifâde etmek istemiştir. Hz.Ömer, onun bu sözüne aldırış etmedi. Em­rini tekrarladı. Sermâye ile birlikte kârı da beyt´ül-mâle teslim etme­sini istedi. Ubeydullah ikinci kez itirazda bulundu. Orada hazır bulunanlardan biri: "Ya emîr´ül mü´minîn! Kârın yarısı kendisine, ya­rısı da beyt´ül-mâle olmak üzere bunu bir mudârebe yapsan?" şek­linde bir öneride bulundu. HzjÖrner de, bu teklife uyarak kârın yansını beyt´ül-mâl için aldı. Yarısını da kendilerine bıraktı.