๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 11 Ekim 2010, 14:28:49



Konu Başlığı: Yürüme gurur ilişkisi
Gönderen: Sümeyye üzerinde 11 Ekim 2010, 14:28:49
Yürüme – Gurur İlişkisi


İnsanların sokakta yürüyüş şekline bakıp; gerçekten Müslüman olsalar gözlerini haramdan sakınırlar, harama baktıkları zaman da gider gözyaşlarıyla gözlerini yıkarlar.. şeklinde bir fikir yürütmemiz, bir gün gelir bizi; "o halde onlar Müslüman değil" yargısına götürür ki, böyle bir yargıda bulunmanın ne denli tehlikeli olduğu aşikardır.


Cenab-ı Allah nezdinde, iman ve bu imana bağlı olarak gerçekleştirilen ibadetlerin beşerî ölçülere sığmayacak kadar büyük ehemmiyeti olduğu gibi, yine inanma ve kullukta bulunmanın tabiî bir neticesi olarak meydana gelen, daha doğrusu her âbid mü’minde bir hayat tarzı olarak görülmesi beklenen güzel ahlâkın da büyük önemi vardır. Öte yandan, imansızlık ve Allah’a boyun eğmeme ne kadar çirkin ise çok zaman bunların bağrında yetişip dal-budak salan kötü ahlâk da nezd-i ilahîde o kadar çirkindir. Nitekim Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelüttehayâ) bir mübarek beyanında güzel ahlâkın önemine dikkat çekerek, “İman zaviyesinden mü’minlerin en mükemmeli, ahlâk bakımından en iyi olanıdır.”1 buyurmuştur ki, güzel ahlâkın, imanın çok önemli bir tamamlayıcısı olduğunu ifade açısından son derece mânidardır. Hadis-i Şerif’te geçen bu ifadenin, ahlâkî açıdan mükemmel bir seviyeyi tutturamamış kimseler iman zaviyesinden de kemâle ermiş olamazlar, manasına geldiği açıktır. Yine Allah Resûlü (aleyhissalâtü vesselam), “Mîzana konan ameller arasında güzel ahlâktan daha ağır basacak hiçbir şey yoktur” 2 buyurur ki, ahlâk-ı hasenenin değer ve kıymetini ortaya koyması zaviyesinden çok önemli bir ölçü olsa gerek.

İşte bu mehasin-i ahlâk çerçevesinde zikredilebilecek en önemli vasıflardan birisi de alçakgönüllülük, mahviyet, hacâlet, yüzü yerde olma gibi anlamlarla ifade edebileceğimiz tevazudur.

Kalbin Zümrüt Tepeleri'nde de ifade edildiği gibi (1/119) güzel ahlâka mesnet teşkil eden hususları bir saraya benzetecek olursak, tevazu o sarayın ana giriş kapısı sayılmalıdır. Zira tevazu hasletini vicdana mâl etmeden, başka güzel vasıfları elde etmek mümkün olmamaktadır. Aynı mana Ölçü veya Yoldaki Işıklar’da “Alçakgönüllülük, hemen bütün güzel huyların anahtarı mesabesindedir. Onu elde eden, diğer güzel huylara da sahip olabilir. Ona mâlik olamayan ise gâliben diğer huylardan da mahrum kalır” (s.104) şeklinde ifade edilmiştir.

Tevazu ve mahviyet, aynı zamanda, Hakk’a ve halka yakın olmanın da en birinci vesilesidir. Evet, hiç şüphesiz kulluğun en büyük şiarı tevazudur. Nitekim, hikmet erlerinden bazıları, biraz da latîfe yollu bir üslupla, “İslâm’ın şartı altıdır. Beşi malum; altıncısı da haddini bilmektir.” demişlerdir ki, çok mânidardır. Bu ‘haddini bilme’nin evvela Allah karşısında olması gerektiği de âşikardır. Nitekim bazı Allah dostları da tasavvufu “Hakk’ın büyüklük ve sonsuzluğu karşısında sıfır-sonsuz münasebetlerine göre insanın kendi yerini belirleyip bu düşünce ve bu tesbiti benliğine mâl etmesi” şeklinde tarif etmişlerdir.

Tevazuun zıddı tekebbürdür. Buna kibre girme, böbürlenme, çalım çakma da denilebilir ki, Allah indinde asla hoş karşılanmayan en çirkin sıfatlardan birisi sayılmıştır. Kur’ân ve Efendimiz tevazu etrafında ne kadar tahşîdât yapmışlarsa kibir hakkında da aynı nisbette belki de daha fazla tembîhatta bulunmuşlardır. Allah Resûlü’nün “Her söz ve davranışında mütevazi olan kulları Cenab-ı Allah sürekli yükseltir; kibre girip bencillik gösterenleri de alçalttıkça alçaltır.” 3 şeklindeki mukaddes beyanı bu hususta serdedilen sözlerin âdeta hülasası gibidir.

Biz bu dar hacimli makalede, Kur’ân-ı Kerim’in, insanın sergilediği bütün davranışları gibi yürüyüşünü de onun kişiliğinin ve içinde beslediği duygularının bir göstergesi olarak kabul ettiğine, bundan hareketle bazı yürüme şekillerini kibir, gurur ve büyüklenme emaresi saydığına, dolayısıyla da doğrudan ya da dolaylı olarak o tarz üzere yürümeyi yasakladığına dikkat çekmeye çalışacak ve değişik yorumlar ışığında konuyla alâkalı bazı âyetler üzerinde durmaya gayret edeceğiz. Sonuç bölümünde de Peygamber Efendimiz’in hayat-ı seniyyelerine bir de bu zaviyeden bakıp bir-iki cümle ile de O Güzeller Güzeli Ahlâk Abidesi’nin yürüyüş tarzını nakletmeye çalışacağız.

Bu âyetlerden birincisi, “Kibirli kibirli (şımarıklık taslayarak) yürüme! Zira ne kadar kibirlenirsen kibirlen, ne yeri yarabilirsin, ne de dağların boyuna erişebilirsin! Böylesi davranışların hepsi kötü olup Rabbinin nazarında hoş görülmeyen şeylerdir” (İsrâ sûresi, 17/37-38) mealindeki âyettir.

İnsanoğlu, nisyana gömülüp de Cenab-ı Hak karşısındaki acziyetini ve her zaman O’na muhtaç bulunduğunu unutunca geçici de olsa eline geçen imkânlar onu kibir ve gurura sevkedebilir. Şeytanın her zaman bu hisleri bir tuzak gibi kullanabileceği ihtimaline karşı sürekli metafizik bir gerilim içinde bulunmayan bir kimse çok defa bu duygulara kapılır ve neticede şeytanın tuzağına düşmüş olur. Ne zaman da zayıflığını ve muhtaç oluşunu hatırlar, elinde bulunan şeylerin Allah tarafından bir imtihan maksadıyla kendisine bir emanet olarak bırakıldığını düşünmeye başlarsa işte o zaman gururdan, benlikten ve bencillikten vazgeçer, boynunu büker ve iki büklüm olup Hakk’ın huzuruna sığınır. Bu âyet-i kerimeden anlaşılan da odur ki, kendini beğenmiş bencil kimseler yürürken çalımla ve şımarıkça yürürler. Bu büyüklenme duygusu içerisinde onlar aslında Cenab-ı Allah’ı unutmuşlar ya da O’nun mevcudiyetini –yüzbin defa hâşâ– yok sayma gibi bir küstahlığa düşmüşlerdir. Aslında her bencillik ve enaniyet tavrının arkasında açık ya da gizli işte bu mezmum duygu saklıdır.

Hakk’ın karşısındaki yerini iyi kavrayıp hep boynu bükük duranlara gelince onlar bütün davranışlarında olduğu gibi yürümelerinde de gurur ve kibirden uzaktırlar ve hep olgunca hareket ederler. Çünkü onlar, her şeyi bilip gören bir Zât tarafından sürekli görüldüklerinin farkındadırlar ve davranışlarını da bu ihsan duygusuna göre ayarlamışlardır. Evet, işte bu bahtiyarlar bir tevazu kahramanı olan Bediüzzaman Hazretleri gibi düşünür ve “Lezzetli üzüm salkımlarının hâsiyetleri kuru çubuklarında aranılmaz. İşte biz de öyle bir kuru çubuk hükmündeyiz.” (Mektubat, Şahdamar Yayınları, sh. 416) derler ve bütün güzellikleri onların gerçek sahibi olan Yüce Yaratıcı’ya teslim ederler.

İşte Kur’ân-ı Kerim de kendini beğenmiş, üstünlük taslayan gururlu insanlara, “Sen ne yeri delebilir, ne de dağlar kadar yükselebilirsin.” 4 demek suretiyle onların zayıflıklarını, âcizliklerini hatırlatır ve kesinlikle hadlerini aşmamalarını salıklar.

Bir diğer âyet-i kerîme Nûr Sûresi'nin 31. âyetidir ve burada Cenab-ı Allah mü’min kadınlara yönelik olarak, “Saklı zinetlerine dikkat çekmek için, ayaklarını da vurmasınlar” demektedir. Cahiliye Dönemi'nde kadınların ayak bileklerinde halhal denilen bir çeşit süs eşyası bulunuyor ve bazı kadınlar da yabancı erkeklerin nazarlarını celbetmek için ayaklarını yere normaldan farklı basıyorlardı. İşte Cenab-ı Allah bu âyetiyle onları bu şekildeki yakışıksız bir hareketten menetmiş oluyordu.

Bu âyet-i celîlenin tefsirine isterseniz Fî Zılâl sahibinin gözüyle bakalım. Merhum müellif bu âyetin tefsirinde şunları söylüyor: “Hiç kuşkusuz bu âyette, insanın psikolojik yapısı, etki ve tepkilerine ilişkin derin bir bilgi vardır. Çünkü kimi zaman bazı duyguların uyanması bakımından hayal kurmak gözle görmekten daha etkili olur. Kadının ayakkabısını, elbisesini ya da takısını görmekle, bizzat kadını görmekten daha çok beşerî duyguları uyanan birçok insan vardır. Yine karşılarındaki kadından çok, hayallerinde canlandırdıkları kadının sureti karşısında bir kısım istekleri kabaran pek çok kimse vardır. Bunlar günümüzde psikiyatristlerce bilinen psikolojik hastalıklardır. Kadının takılarının çıkardığı sesleri duymak, süründüğü kokuları uzaktan almak, birçok erkeğin duygularını galeyana getirir, sinirlerini harekete geçirir, karşı koyamadıkları azgın bir fitneye düşürür. İşte Kur’ân bütün bunların önüne geçiyor, içinden çıkılması pek zor bir bataklığa doğru götüren o yolları tıkıyor; çünkü Kur’ân Yüce Yaratıcı’nın katından inmiştir. O bilir yarattıklarını. O latîftir, her şeyden haberdardır.”

Söz kadınlarla alâkalı hususa gelmişken burada bir başka âyete daha dikkat çekmek istiyoruz ki, bu âyet Kasas Sûresinin 25. âyetidir. Hazreti Musa ile Hazreti Şuayb’ın (alâ nebiyyinâ ve aleyhimesselam) kızlarından birinin konuşmalarını nakleden bu âyette, “Az sonra o iki kızdan biri utana utana, sıkıla sıkıla bir tavırla yürüyerek çıkageldi ve ‘Bize sunduğun sulama hizmetinin ücretini vermek üzere babam seni dâvet ediyor’ dedi. Musa (aleyhisselam) onun yanına girip başından geçen olayları anlatınca o zat: ‘Endişe etme, o zalimlerin elinden artık kurtuldun!’ dedi.” buyurulmaktadır.

Burada da yine tefsirindeki psikolojik tahlillerle çok defa okuyucusunu büyüleyen merhum Seyyid Kutub’un âyet-i kerîme ile alâkalı enfes izahını kaydetmek istiyoruz: “İki kızdan biri getiriyor bu daveti. Gelirken ‘utana utana’ geliyor. Temiz, iyi, iffetli ve terbiyeli kızların bir erkekle karşılaştıklarında yaptıkları gibi utana utana geliyordu. Ne kırıtma ne çalım ne gösteriş ne de baştan çıkarma isteği. Geliyor ve en kısa, en öz sözlerle daveti ulaştırıyor, yol gösteriyor, babasının yanına götürüyor. Bunu Kur’ân-ı Kerim şöyle anlatıyor. ‘Babam sulama ücretini ödemek için seni çağırıyor.’ Kızın davranışlarındaki haya ve edebin yanı sıra sözlerinde de bir açıklık, dikkatlilik ve anlaşılırlık ön plandadır. Sözlerini ağzında gevelemiyor, olduğu gibi ve dolambaçlı hâle getirmeden söylüyor. Aynı şekilde bu da özelliğini kaybetmemiş, temiz ve doğru bir fıtratın belirtisidir. Çünkü tertemiz kalmış iffetli hanımlar erkeklerle karşılaştıklarında, onlarla konuşmak mecburiyetinde kaldıklarında fıtratları gereği utanırlar, ama iffetlerine ve doğruluklarına olan güvenlerinden dolayı lafı ağızlarında gevelemezler. Karşısındakini tahrik edecek, baştan çıkaracak, heyecanlandıracak şekilde konuşmazlar. Lafı uzatmadan, gerektiği kadar ve açık konuşurlar.”

Nitekim bir başka âyette Kur’ân, kadınların erkeklerle konuşurken ses tonlarını ayarlamalarını emrederek, kadınlık hususiyetlerini aksettirecek şekilde konuşmamalarını istemektedir. Âyet-i kerîme mealen şu şekildedir: “Namahrem erkeklere hitab ederken tatlı ve cilveli bir edâ ile konuşmayın ki kalbinde hastalık bulunan bir şahıs, şeytanî bir ümide kapılmasın.” (Ahzâb sûresi, 32)

İşte Yüce Kur’ân’dan mü’min hanımefendilere iki vecîz iffet dersi…


Bunları naklettikten sonra konumuzla alâkalı Furkan Sûresi'nin 63. âyet-i kerimesine geçebiliriz: “Rahman’ın has kulları o kimselerdir ki, onlar yeryüzünde tevazu ile yürürler. Cahiller kendilerine laf attıkları zaman da “Selametle!” der, geçer giderler.” Yani, vicdanlarında Allah’a kulluğun şuuruna ermiş bulunan inanmış kimseler, gururlu, kaba, saygısız, terbiyesiz değil; sakin, vakûr, mütevaziane, edepli ve başkalarına sıkıntı vermeyecek bir şekilde yürürler; cahilce davranışlara da aldırış etmezler, demektir. Nitekim âyet-i kerimede geçen ‘hevnen’ kelimesine müfessirîn-i izam, sekîne, vakar, tevazu gibi anlamlar yüklemişlerdir. Durum böyle olanca aksi istikamette davrananların imanlarının bir yanını eksik bırakmış olacakları gayet açıktır.

Bu mevzuda zikredebileceğimiz diğer bir âyet-i kerime de yine Lokman Sûresi'nde geçmektedir. Sûrenin 18. âyetinde Cenab-ı Hak, Hazreti Lokman’ın oğluna yaptığı nasihatları anlatırken mealen, “Kibirli davranarak insanlara yüzünü dönme, yeryüzünde de çalımlı çalımlı yürüme! Çünkü Allah kibirle kasılan, kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri asla sevmez.” buyurmaktadır.

Âyette geçen “marahan” kelimesi, başkalarına önem vermeden kasıla kasıla, böbürlenerek yürümeyi ifade etmektedir; dolayısıyla da bu hem Allah nezdinde hem de insanlar nazarında çirkin görülen bir davranıştır. Esasen bu hâl, psikiyatristlerin mualecesine muhtaç hasta bir kimsenin muzmerâtının (içinin) dışa yansıması olup böbürlenerek yürüme biçiminde kendini gösterir.

Âyetin fezlekesinde gelen, “Allah kibirli kimseleri sevmez.” şeklindeki ifade de ağır bir tehdittir. Binaenaleyh o şekilde yürümenin haramlığına, cezasının da ağır olacağına işaret etmektedir.

18. âyette böbürlenerek yürümekten nehyeden Cenab-ı Allah hemen peşinden gelen âyette de kullarına makbul yürüyüş tarzının nasıl olması gerektiğini talim buyurmuştur: “Yürüyüşünde orta yolu tut…”

Burada geçen ‘orta yol üzere yürüme’ meselesine müfessirlerin yaklaşımı genelde ne hızlı ne de yavaş, mûtedil bir edâ ile yürüme şeklinde olmuştur. Kelimeyi tevazu ile tefsir edenler de vardır. İbn-i Kesîr, Beydâvî gibi birinci görüşe kâil olan kıymetli tefsircilerden bazıları âyetin tefsirinde Peygamber Efendimiz (aleyhisselam)’ın, “Çok hızlı bir şekilde yürüme mü’minin kıymetini düşürür” 5 şeklindeki ifadesini naklederek istidlalde bulunmuşlardır.

Bu hususta son olarak ele almak istediğimiz âyet-i celîle, Kıyâme Sûresi'nin 33. âyetidir. Burada Allah (celle celalühû) mealen, “Bir de yaptığından memnun olarak, çalımlı çalımlı kendi taraftarlarının yanına dönerdi” buyurmaktadır.

Âyette geçen ‘yetemettâ’ kelimesi, kendini beğenmiş bir tarzda, gururlanarak, çalım ve caka ile yürümek manasına gelmektedir. Bazı müfessirler bununla sırtını hafifçe öne doğru eğip elini de arkasına koymak suretiyle yürümenin kastedildiğini düşünmüşlerdir. Ayrıca pek çok müfessir bu âyette Peygamberimiz (sallalahü aleyhi vesellem) zamanında Mekkeli müşriklerin başını çeken (elebaşı) Ebû Cehil lakaplı Amr b. Hişam’ın kastedildiğini söylemişlerdir. Rivayetlere göre bu kendi vicdanına bile merhameti olmayan insafsız adam zaman zaman Peygamberimiz'in yanına gelerek O’nu dinler, sonra da çekip giderdi. Tabii iman etmez, Allah’tan da korkmazdı. Bilakis çok zaman Efendimiz’e karşı ağır ifadeler kullanır, başka insanların O şaşmaz ve şaşırtmaz yol göstericiden istifadelerine de engel olmaya çalışırdı. Sonra da iyi bir iş yapmış gibi çalım satarak, yaptığı çirkin fiillerle övünerek yakınlarının yanına dönerdi. Evet, çalım satar, omuz kabartır ve insanda âdeta tiksinti hasıl eden bir tarzla yürürdü.

Davranış tarzı ve davranış sahibi nazara alındığında âyet-i celîlenin bize bu tarz hâl ve hareketlerde bulunmanın mü’minlere asla yakışmayacak, kâfirce, müşrikçe, en azından bencilce ve Allah nazarında asla hoş karşılanmayacak tavırlar olduğunu ifade ettiği hemen anlaşılacaktır. Nitekim bir sonraki âyet, bu kibir ve gururun hesabının mutlaka sorulacağına işaret edip Ebû Cehil ve onun gibilerin elîm akıbetine dikkatleri çekerek, “Vay başına gelenlere!” demektedir.

Sonuç

Her hususta olduğu gibi nasıl yürünmesi gerektiği konusunda da Mukteda-yı Ekmel olan Allah Resûlü bizim için en güzel örnektir. Zira O’nun ahlâkı Kur’ân ahlâkıdır ve Kur’ân’ın ifadesiyle O, ‘üsve-i hasene’, yani, her hâli, her tavrı, her sözü ile mutlak rehberdir.

Efendiler Efendisi’nin her hâli, tavır ve davranışı gibi yürüyüşü de hiç şüphesiz ifrat ve tefritten fersah fersah uzak ve kelimenin tam anlamıyla istikamet endeksliydi. İtidal üzere idi.

Hayatlarını Allah Resûlü’nün hayat tarzına benzetmekle manalandıran sahabe efendilerimizden Hazreti Ali ve Hazreti Ebû Hureyre (radiyallahü anhüm ecmaîn) gibi bazı zatların anlattığına göre, Resûlüllah Efendimiz yürürken yeryüzü âdeta ayakları altında dürülür gibi olurdu. Adımlarını atarken yokuş aşağı yürüyor gibi atardı. Yokuş yukarı çıkarken de öyleydi. Yürüyüşü yavaş olmadığı gibi çok hızlı da değildi. Fakat bazen arkasından gidenler O’ndan geri kalmamak için büyük çaba sarfederlerdi. Çünkü yürürken adımlarını uzun ve seri atardı. Bununla birlikte sükûnet ve vakarı da elden bırakmazdı. Ayaklarını ses çıkarıp toz kaldıracak şekilde yere sertçe vurmazdı. Yürümesinde asla bir yorgunluk emaresi sezilmezdi. Bir hedefe kilitlenmiş gibi varacağı yere doğru emin adımlarla yürür, bir zaruret olmadıkça da sağına soluna bakmazdı. 6

Cenab-ı Allah’ın gerçek kulları her tavır ve davranışlarında olduğu gibi yürüyüşlerinde de İnsanlığın İftihar Tablosu’nu örnek almalı, O’nun gibi her zaman tabii olup fıtrîlikten taviz vermemeye çalışmalı ve yapmacık, sun’î davranışlardan olabildiğince uzak durmaya gayret etmelidirler. Rahman’ın has kullarıdır ki, yürürken kendilerini zorlamaz, rahat ve yumuşak adımlar atarlar. Onlar, “Yüzü hep yerde olur her kimde kemâl var ise” (Kırık Mızrap, s.275) hakîkatinin farkındadırlar; dolayısıyla da kibre, gurura girmez ve asla böbürlenmezler. Aynı zamanda yürürken başkalarını rahatsız edecek söz, tavır ve davranışlarda bulunmazlar. Hasbelkader öyle bir kabalığa kendileri maruz kalırsa o zaman da Kur’ân’ın ifadesiyle ‘Selam!’ deyip geçerler.

Evet kendine güvenen, kararlı ve ciddi ruhlar, bu özelliklerini yürüyüşlerine de aksettirirler. Dolayısıyla da inanmış insanlar yürürken kendinden emin, ciddi ve kararlı yürürler. Alabildiğine mütevazidirler ama ölü gibi, boynu bükük, omuzları sarkık, bir o yana bir bu yana sallanarak yürümezler. Aksine her zaman canlı ve dik yürürler. Bu yürüyüşte saygınlık, rahatlık, ciddiyet ve güçlülük nümâyandır.

Yüce Kitabımız Kur’ân bize yürüyüşümüzde tabiî olmamızı emrediyor. Öyleyse bize düşen henüz elde edememiş bile olsak, değişik temrînatlarla bir an önce bu tarz bir yürüyüşü tabiatımızın bir yanı haline getirmek; yürürken, kibir, ucub, böbürlenme gibi insan ruhuna kezzap döken, Din’le gelen füyûzâttan istifadeye en büyük engel teşkil eden ve Allah’ın gazabına sebebiyet verebilecek yakışıksız duygu, tavır ve davranışlardan uzak durmaktır.

Unutmayalım ki, herkes kendi karakterine göre yürür ve Allah’ın görüp bildiği bu hal, erbab-ı firasetin nazarlarına da mutlaka çarpar.

Cenab-ı Allah’tan Son Elçisi’ni ziynetlendirdiği gibi biz ümmetini de Kur’ân ahlâkıyla donatmasını niyaz ederiz.





Dipnotlar
1. Buhari, Edep, 39
2. Tirmizi, Birr, 62
3. Taberanî, el-Mu’cemü’l-Evsat, 5/140; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid 10/325
4. İsra, 37
5. Feyzu’l-Kadîr, 104/4
6. Müsned, 1/96, 2/380



Mustafa Yılmaz