๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 13 Eylül 2010, 14:56:33



Konu Başlığı: Yolda
Gönderen: Sümeyye üzerinde 13 Eylül 2010, 14:56:33
Yolda


‘Dünyanın bütün çiçeklerini yollarda, yolculuklarda görebilirsiniz.

Ama kendi alçakgönüllü sardunyanızı yetiştirmek için bütün yolculukları

ancak bir ev ikindisinde birbirine bağlayıp bir anlam çıkarabiliyorsunuz.

Cümle kurmak için evde olmak, yerleşmek gerekiyor;

cümlenin sözcüklerini dünyanın yollarında toplamış olsanız da...’

                                                                                                    Ece Temelkuran

 

 

İki insanı, kadın ve erkeği buluşturan o muhteşem ‘şey’ gibi, ‘insan’ denen varlığın yaratılışı ve bu yaratılışın sonsuza uzanan anlamı da bütün bütün anlaşılmaz ve anlatılmazdır. Yine de insan, her yönüyle kendine dâir olan bu ‘anlaşılmazlık-anlatılmazlık’la ilgili olmuş ve bu ilgililik içinde kendini konumlandırmıştır. Bitmemiş ve bitmeyecek bir çabadır bu.

 

Gözünü bu çabaya açmış (gözü bu çaba ile açılmış) yazarınız der ki, dünya, insanın doğduğu bir ‘ev’dir; insana açılmış (hazırlanmış) ‘ev’dir dünya. Başka gezegenlerde insanın izine rastlanmadığına göre; dünya bizimdir, biz de dünyaya âidiz.

 

İlk insanın doğuşu (oluşumu-yaratılışı) hangi teoriyi doğruluyor?

 

Bu soruyu geçiyoruz. Geçiyoruz çünkü, bu soruya verilen cevaplar, insanın dünyada bulunuşuyla doğmuş olan ‘kaygı’yı, ‘doyumsuzluğu’ ve ‘anlam arayışı’nı sonlandırmıyor. Bizim temel soru(nu)muz ise bu. İnsanın bu bitmeyecek ‘açlığı’ ne menem bir şeydir, nasıl doğar, nerelere kadar uzanır, neleri toplar ve toplanan şeyden ne anlarız? Geçmişin (tarihin) gökkubesinde çınlamış ve cevabı aranmış olsa da, bugün de tazeliğini devam ettiren bu soru, her insanla birlikte doğar. Bu soruyu baştan ve yeniden soran her insan, önceki cevapları yetersiz görür ve kendi cevabını bulmak üzere yola koyulur.

 

‘Ev’ hâli

 

Bir ‘ev’e doğuşumuzdan başka bir şey değildir, dünyaya gelişimiz. Bütün bir dünyayı, içine doğduğumuz ‘ev’in pencerelerinden seyreder, görür ve yaşarız. ‘Ev’e mahkûmuz. Ev, bizi sarar; içine alır ve kendine dönüştürür. ‘Ev’imizizdir. Dünya, evimizin pencerelerinin genişliğinden ulaşır bize. Ne kadar genişse pencerelerimiz, o kadar dünya alırız; evimizin kapısı ne kadarsa o kadar açılırız dünyaya. Ev korur bizi dünyanın hepsinden, içine alabileceği kadarıyla tanıştırır. Pencerelerimizden görünen ve kapımızdan çıkıp yaşadığımız ne ise, dünya o kadardır. O kadarıyla zihnimize ve yüreğimize çentikler atan dünyanın bize ulaşan soru(n)larına cevabımız, evimizin, anne ve babalarımızın cevaplarıdır. Büyümemizle paralel, dünyaya ve hayata dâir gelişen merakımızı, anne ve babalarımızın yaşantıları giderir. Ev içi yaşantımız (mahkûmiyetimiz) sürdükçe, anne ve babalarımızın cevapları ve yaşantıları bize yeter gibi görünür, buralarda demleniriz.

 

Gelin görün ki, büyürüz! Ev, ev içi; adımlarımızı doyurmaz, küçük gelirler bize. Pencere önlerine daha sık gider, gördükçe gözümüzde büyüyen sokak bizi daha çok kapıdan dışarı çıkartır. Ev önünden başlayıp uzaklara uzanan, ara sokaklara giren adımlarımız çoğalır, çoğaldıkça da, evimizin duvarlarına sinmiş ve oradan bize bakan yaşantıyı eksik görürüz; kalbimiz farklı bir yaşantıya, ara sokaklara, meydanlara, kuytulara yönelir. ‘Ev’in kalbimizi saran kolları gevşer; ‘dışarı’, zihnimize bir kıymık gibi saplanır. ‘Ev’e dönüşlerimiz gecikir, ‘dışarı’daki hayatımız çoğalır. ‘Dışarı’ bizi oyalayan, doyuran bir şey olurken, ‘ev’, mecburen döndüğümüz bir yer olur. Bu, ‘ev’dekileri tedirgin eder, bizi kaybetme korkusuna düşerler.

 

Çatışma başlamıştır evde, dünya ve hayat daha çok girmiştir ev içine, evin orada tutamayacağı kadar. Ev ve ev içi, bu fazlalığı dışarı atmak ister. Bu bizi üzer, üzer çünkü, daha çok bu ‘fazlalık’ bizi mutlu eder. Yüreğimize bir çelişki düşer; ev içi ile ev dışı arasında gidip geliriz.

 

Daha da büyümüşüzdür. Ev biraz daha daralmış, dışarıdaki adımlarımız daha da isteklenmiştir. Dışarısı, alımlı libâsıyla ve kışkırtıcı yüzüyle içimize fitne sokmuş, rahatsızlık vermiştir. Fitne ve rahatsızlık ki, sahibine ‘yetmezlik’ duygusu yaşatır, bulunan yere dönük eleştirel sorular sordurur. Bize de bu olmuştur. Anlamışız ki, ev artık bize yetmiyor, soru(n)larımıza bütün bütün cevap olmaktan çıkmıştır. Ev içi yaşantı, bizi ‘tutacak’ kadar güçlü ve doyurgan değildir.

 

Daha çok çağrılır, bu çağrılara daha kolay kanarız. ‘Dışarısı’, artık kısa süreliğine gittiğimiz bir yer olmaktan çıkar; bizdeki ‘ev’i azaltır, azaltarak bizi soyar. Dışarıda, sokakta soyuluruz. Çıplak kalınca üşür, üşüdükçe de sokağı giyiniriz. Evet, sokağı giyiniriz; dilimiz, elbiselerimiz, gözlerimiz (bakışımız), yürüyüşümüz değişir. ‘Ev’den ‘dışarı’ya, ‘dışarı’dan ‘ev’e yolculuklarımız arttıkça, artık bizden bir parça olan rahatsızlığımız da alevlenmeye yüz tutar. Ev içi ile ev dışının çatışması, bu alevi yükseltmeye yarar. ‘Ev’e, evdeki ben’imize yabancılaşırız.

 

Ev ve evdeki ben, yabancımız olur; her ‘yaban’ gibi, onlar da bizi uzaklara iter. Huzurun uzakta bir yerde, gidilmemiş kuytularda olduğunu düşünürüz. Gidilmiş, ezberlenmiş, yaşanmış yakınlıklar bizi doyuramaz olmuştur. Dışarı çıktıkça, yürüdükçe, uzaklaştıkça ‘başka’ olana açlığımız dirilmiş, bu açlığın ağzına ‘başka’ yerler (şeyler) attıkça da doyumsuzluğu artmış, daha fazlasını ister olmuşuzdur. Yedikçe iştahı artan bir dev uyanmıştır içimizde; iflâh olmaz bir doyumsuzluk kanalına yuvarlanmışızdır. Gezinen yerler, görünen şeyler, cevabı bulunan sorular ve okunan kitaplar, hep ‘yeni’ olana yer açmaya yaramıştır.

 

Yol/yolculuk çağırınca

 

Çekip gitme kaçınılmaz olmuştur. Durulan yer hapishâneye dönmüş, bizi boğuyordur. Önümüzde; yolculuk, bitimsiz bir yolculuk açılmıştır. ‘Her şey berbatsa, çekip gidin!’ uyarısıyla ayaklanmışızdır.

 

Gitmemiz gerekiyor, ama nereye?

Çok satan bir cümle, kolayca bir çözüm dikilir karşımıza:

‘Yüreğinizin götürdüğü yere...’ denir.

 

Bu kadar kolay değil işte! Çekip gitmeye niyetlendik mi; ev, tarih, bağlanmışlık, kazınamayan aidiyet, bir anne sînesi kadar güvenli alışkanlıklar üzerimize çullanır, bizi öylece tutarlar. Bitimsiz bir yolculuğun önünde öylece çakılı kalırız; kalma ve gitme arasında kütleşiriz. Benjamin’in o meleği gibi, yüzümüz ileriye, gövdemizse geriye bakar. Tarihimiz el sallar bize; annemiz, babamız, kardeşlerimiz... Ağlamak tutar bizi; kopuşun kaçınılmazlığı ve acısı ırgalar.

 

Koparız yine de. Yırtıla yırtıla ayrılırız. Geriye dönük gövdemiz, yara bere içinde ileriye bakan/giden ‘yüz’ümüzün arkasına düşer. Âdeta kendimizden kopmuş oluruz. Tarihimizi, benimizi iptal ederiz. ‘Ben’ dediğimiz şeyi unutarak, yeni bir ‘ben’e yürürüz. ‘Geçmiş’siz kalırız. Kimliksiz... Geleceğimiz de yoktur; geçmişin bittiği, geleceğinse başlamadığı yerdeyiz çünkü. Tamamen kaybetmiş, yeniden bulmak için yola koyulmuşuz. Öfkelenen (hiçbir şeysiz kaldığı için), şaşıran (her bir şeye ihtiyacı olduğu için) bir varlığız. Boş, bomboşuz. Çırılçıplak...

 

İleriye fırlatılmış bir okuz; geçmişten geleceğe gönderilen/giden bir mektup... Bu mektup nasıl karşılanacak/karşılayacak/okunacak, belli değil. İçine hapsolduğumuz öğretilerden ayrılmış, bize daha geniş, taze ve huzurlu bir hayat yaşatacak adreslerin umudu içindeyiz. ‘Bulabilir miyiz acaba?’ sorusu bizi tedirgin etse de, bir ormanın içinde yolculuğumuz başlamıştır. Her bir ağaç ve çalı çırpıdaki kımıltı, her bir patika bize yön olur. Çok yön içinde yönsüzlükle ırgalanırken bir yön seçip gideriz. En ufak bir şeye kalbimizi açar, her bir şey gelip kalbimize oturur. Küçük-büyük farkı ortadan kalkar; ayrıntılar bize kocaman görünür. Doyumsuz açlığımızda her şeye yer bulunur. Yüzüyle ilk kez karşılaştığımız, dillerini bilmediğimiz çok şeyin sofrasına oturur, tattan tada gideriz. Bizi tutan bir şey olmadığı için de, bağımsızlığın ve özgürlüğün tadını çıkarırız. Suyun gel-giti, yaşamın saf duyguları içinde yüzeriz. Bu orman içi yolculuğumuzda, hapisten çıkmış bir mahkûm gibi bol bol nefesleniriz. ‘Ev’de, hapse dönüşmüş düşüncelerde uyuyakalmış ne kadar şey varsa içimizde, bunlar bir bir uyanır, yavru atlar gibi sağa sola koşar, her şeye ağız uzatırlar. İçimiz, gözümüz, ellerimiz, adımlarımız dirilmiş ve delirmiş bir haldedir.

 

Sorularının peşine düşüp evrende yolculuğa çıkan bir seyyah oluruz. Evreni dolduran küçük büyük şeylerin toplamını, her bir şeyin diğeriyle ve bütüne olan ilgisini farkedip, hayrette kalırız. Gökyüzü çağırır bizi; gezegenden gezegene, yıldızdan yıldıza gider; elimizden tutan, yüreğimize ve zihnimize ulanan sesler toplarız. Gökyüzünden yeryüzüne akan güneş ışınlarıyla, toprağın bağrına düşen yağmurlarla yere iner, gökyüzünün yeryüzüne iyiliğine şahit olur, baştan ayağa iyilik kesiliriz. Kışta ölü kesilmiş dünyanın baharda alımlı bir geline dönüşmesiyle mest oluruz. Varlığın yüzünde gezinen ‘güzel’in izlerine baka baka güzelleşiriz. Dağlardan yuvarlana yuvarlana, taşlara çarpa çarpa akan ırmaklara tutunur, denizlere düşeriz. Mavice bir sonsuzlukta göz kırpan yakamozların arasında derinlerde yaşanan hayata eğilir, oradan başka sözler duyarız. İçimize aldığımız sözlerin ve derinliğin baskısıyla su yüzüne çıkar, karşımızda öylece duran sıra dağlara uzanırız. Dağa doğru yürüyen, dağların kuytularında inzivâya çekilen bilgelerin hikayeleri başımıza üşüşür. Tarihe düşmüş insan yolculukları açılır önümüzde; ‘iyi’nin ve ‘kötü’nün iç içe geçişinden dersler toplarız. Anlarız ki, etrafımızda var olan/varlığını sürdüren her şeyin bir sözü, anlamlı bir hikayesi vardır. Sanki bizi, kulaklarımızı bekliyorlar; sözleriyle, kalbimizin dirilmesini istiyorlar. Bir seyyah olup kendimizi vurduğumuz bu yolculuktan edindiğimiz renkler ve sözler içinde görünüveren soruların cevabını ararız. Aklımıza ve yüreğimize iyi gelen cevaplardan sonra; bütün bir varlıkla kardeş olduğumuzu, ona hâkim olmak değil, dilini çözmek gerektiğini anlarız.

 

Yolun sonu görün(m)üyor

 

Yolculuk başlamış ve bu kaderimiz olmuşsa, ayrılığa düşmüşüz demektir. Buluştuğumuz ve buluşacağımız ne kadar şey varsa, o kadar da ayrılık yaşarız. Konduğumuz her bir şey içimize bir söz taşırken, ondan kopuşumuz da bir boşluk bir anı oluşturur. Zîra bir göçebeyiz; göçebenin kaderidir, ‘sıkıntı çölü’nden geçmek. Konar, rahatlarız; yola koyulur, zahmet çekeriz. Bildiğimiz her yeni şeyle ‘biri’ olurken, o şeyden başka şeylere gitmekle de ‘diğeri’ oluruz. Değişim, sürekli değişim yaşarız.

 

Zaten ‘öteki’ni tanıma ihtiyacı değil miydi, bizi yola koyan?

Evet öyle!

‘Başkası’nı öğrene öğrene, her bir ‘başkası’ndan taş toplaya toplaya, kendimizi kurar, duvarımızı öreriz. Kurân’ın insanı yolculuğa çağıran ayetine uymuş gibiyizdir. Sanki, ‘Sana –yani Peygamber’e- karşı çıkanlar, hiç yeryüzünü dolaşmadılar mı? Zira dolaşsalardı, elbette düşünecek kalpleri ve işitecek kulakları olurdu.’ (Hac Suresi) ayetini okumuş ve öylece yola koyulmuşuz. Düşünen (akleden) kalplerimiz, işiten kulaklarımız vardır. Üzerinde düşünülecek çok şey görmüş, çok ses duymuşuzdur. Kalbimiz o kadar şey görmüş ve kulaklarımız o kadar ses duymuş ki, tamamen düşünmek kesiliriz. Düşüne düşüne kurulur, yine düşüne düşüne bozuluruz. Her bir şey bizi kurar, kurulmuş benimizde bir gedik açar.

 

Her yolculuktan bize bir ‘yorulmak’ kalır. İçimize aldığımız o kadar şeyi taşımakta güçlük çektikçe, yoruldukça, dinlenmenin tadına yakalanırız. İçimize çekilip dinlenirken, düşüncenin diplerinde kıvrılıp yatarken, rüyalarımıza sığamaz oluruz. Kendimize uyanırız her sabah; başka bir kendimizle karşılaşırız.

 

Hayat gibidir yol; kendisi değil, anlatması güzeldir. Zor yaşanan ama kolay anlatılan hayat gibi, yol da zor yaşanır, ancak o da kolay anlatılır. Oysa bir şeyden diğerine, ‘biri’ olmaktan ‘diğeri’ olmaya gidiş, bu kadar kolay değildir. Çok zor yaşanmış o yolculuk, ancak bittikten, zahmeti bitmiş yaşanmışlığın hazzı ortalığı sardıktan sonra, kalemler ve diller konuşabiliyor.

 

Yolculuk zordur, çünkü hayata benzer, hayatta yapılır. Ve kararında durmayan, her an yeni bir şey olarak var olan, içindeki çatışmayla sürekli evrilen hayatı yakalamak, kavramak, avuçlamak ihtiyacını hisseden, bunu başarmakla hayatta bulunuşuna anlam bulan  insanın yolculuktan gayrı yapacağı bir şey de yoktur. Doğmakla yolculuğu başlamıştır insanın ve yaşadıkça da sürecektir. Sürmelidir de...

 

Yolculuk insanı sıkıldığı yerden mutlu olacağını düşündüğü yerlere taşır ama, vardığı yerlerin durması gereken yerler olmadığını da kavratır. Aranan hep uzaktadır; uzakta, gidilmeyen yerlerde... Gidilen yerler, elbette ki insana bir şey buldurmuştur, ancak bulunan şey, aranan şeyin hepsi değildir. Geriye hep eksik bir şey kalır. Eksik o şey, insanın yakasını bırakmaz.

 

Yolculuk zamanla, ‘aranan şey’den çok, ‘arama’nın kendisi olur. Yolcunun hayatı; aramak, sadece aramaya dönüşür. Yolcu, aramanın kendisine tutunarak hayatını sürdürür. Bundan olsa gerek, Emile Zola kahramanlarından birine şunu dedirtir: ‘Gerçeği aramak, insanın benimsemesi gereken bir ülküdür.’ Platon ise, yolcuyu ve hâlini haklı kılan şu konuşmayı yapar: ‘Felsefe, bilgeliği ve bilgiyi elinde bulundurmak değil, bir arayıştır, çekiciliktir, çabadır, adım adım ilerlemektir. Felsefeyle uğraşmak (yolda olmak. ND), bilge olmak, bilgeliğe sahip olmak değil, onu aramak, arzulamak, onu sevmek demektir, aşkın bir arayış olduğu anlamına gelir bu.’

Yolun en önemli meselesi de budur: bitmemesi, sonuna kadar bilinememesi...

 

Yolculuk evde demlenir

 

Yolculuk, ‘burada’ ile ‘orada’ olmaktan çok, ikisinin arasında yaşanır. A’raf, sürekli a’raf yani... Yolcu gider gelir, gelir gider. Her şeyin bitmemişliği, her yere gidememişlik dâimdir. Bu ‘tamamlanmamışlık’ duygusu, yolcuyu sonunda tedirgin edip onu ‘bir yer’e döndürür, bir ‘ev’ kurup oraya sığınmaya götürür. O kadar şey toplamış, o kadar şey kendisinde birikmiştir ki, bir yere demir atıp birikimleri üzerinde düşünmek, bunlardan bir kendilik çıkarmak ihtiyacını hisseder. O yer ‘ev’i olur, İthâka’sı... Yolcu, Odysseus gibi döner evine, Penelope’sine...

 

Yolculuğu güzelleştiren, anlamlı kılan şey ‘dönüş’tür. Dönülüyor ki; yolda geçen zaman, yoldan toplanan şey(ler), anlamlı hâle geliyor. Evlerde düşünülüp, yolculuklardan bir şey (anlam, yolcunun sığındığı/tutunduğu/dillendirdiği) çıkarılıyor, orada birikimler demleniyor. Değilse, dönülmeseydi yani, yolculuklar sadece oradan oraya savrulmak olurdu. Savruk, dağınık, parçalanmış bir şey olurdu yolcu.

 

Yol kadar ev de önemlidir. Ev yolculukları anlamlandırıyorken, evde anlatılan yol hikâyeleri de, evi heyecanlı kılar. Kendini yolculuklarda, yolculuk sonrası eve dönüşlerde kuran Ece Temelkuran’ın şu değerlendirmesine denecek bir şey yoktur: ‘Dünyanın bütün çiçeklerini yollarda, yolculuklarda görebilirsiniz. Ama kendi alçakgönüllü sardunyanızı yetiştirmek için bütün yolculukları ancak bir ev ikindisinde birbirine bağlayıp bir anlam çıkarabiliyorsunuz. Cümle kurmak için evde olmak, yerleşmek gerekiyor; cümlenin sözcüklerini dünyanın yollarında toplamış olsanız da...’

 

Yabancılaşarak ayrıldığımız ‘ev’e, yine de bir yabancı olarak döneriz. Çünkü çok şey birikmiştir üzerimizde; yaş almış, ‘yaş’lanmışız. Diri, canlı ve ‘yaş’lı yolculuktan yapyaş olmuşuz. Gözümüzden, üzerimizden, sözlerimizden tazelik dökülür. Döndüğümüz eve ve evdekilere benzemiyoruz. İthâkalılar’ın, Penelelope’nin tanımadığı bir Odysseus’uz. ‘Hapishâne’yi ziyarete gelmiş ‘dışarı’dan biriyiz. Dönmüş olsak da, yabancıyız.

 

Öyle de kalırız. Ve bunu kendimize dert etmeyiz. Çünkü biliriz ki, yeryüzünün kendisi bize gurbettir. Yeryüzü gurbetinde, bize hep gurbet kalacak tanıdıklarımızın arasında, ‘yaş’lanmaya, yaş kalmaya devam ederiz. Sık sık içimizde yolculuklara çıkar, çıkar yine döneriz.


 

*)Kırıkkale Üniversitesi’nce (9-10 Aralık 2004) düzenlenen ‘Bir Metafor Olarak Yol/Yolculuk’ başlıklı sempozyumda sunulan bildiri...

 


Nihat DAĞLI