๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 02 Kasım 2010, 20:39:39



Konu Başlığı: Yolda Yatılmaz Yürünür
Gönderen: Zehibe üzerinde 02 Kasım 2010, 20:39:39
Yolda Yatılmaz Yürünür

İdris Arpat


“İnsan biri Cennet’e biri Cehennem’e dökülen iki ırmağın müşterek ismidir.”

Ölümlü dünyâda hepimiz Cenâb-ı Hakk’ın misâfirleriyiz. Bu, apaçık bir gerçektir. “Gelen geçiyor, konan göçüyor. Ömrü oldukça yiyip içiyor.” Peygamber Efendimiz (s.a.) bu durumu şöyle ifâde buyuruyor: “Ben bu dünyada bir ağaç gölgesinde gölgelenip sonra yoluna devâm edecek olan bir yolcuya benzerim.” Bir başka hadisinde Abdullah İbn-i Ömer’e hitâben: “Dünyâda bir garib veya yolcu gibi ol” buyuruyor.

Yüce Allah, dünyayı insanın yaşamasına uygun muhteşem bir saray hâline getirdi. İnsan bu sarayda ücretsiz, hizmetsiz barınıyor. Bu durum üzerinde durduğumuzda şu neticelere varıyoruz:

Yolculuk misâfirhâneden başlamayacağına göre, öncesi nedir? İnsan denilen bir varlık nereden geliyor? Yolculuğun ilk ucu ve son ucu neresi? Bu noktada “ezel ve ebed” mefhumlarıyla karşılaşıyoruz. Rûhumuz, dünya safhâsından önce de bir yerlerde mevcûd idi. Bu yerlerin neresi olduğunu bilemiyoruz. İnsan, ezelden ebede akan bir nehir hâlinde karşımıza çıkıyor. Onun mâcerâsını anlamaya çalışırken bilinmezlerle karşılaşıyoruz.

Kâinatta abes, boşuna hiç bir varlık olmıyacağına, her şeyin bir yaratılış maksadı olacağına göre, insan niçin yaratıldı ve dünya misâfirhânesindeki temel vazîfesi nedir? İnsan üzerinde düşünmek, kaçınılmaz olarak bu soruyu karşımıza dikiyor. Niçin varız? Bize âit olmayan bu evde işimiz ne? Bu soruların doğru cevabı gelimli-gidimli dünyâda gerçek rolümüzün ne olduğunu bize öğretecektir. Aksi takdirde başıboş, gâyesiz, hedefsiz bir yaşayış, insan denilen yolcuyu perişan edecektir. Misâfirhâne sâhibi çok merhametli olduğundan, mishafirlerinin eline bir tâlîmatnâme, bir yol haritası vermiş, bir de numûne insan göndermiştir. Bu, yüce Allah’ın insana bir lütfudur. İnsanı ciddiye alması, ona değer vermesidir. Değer vermeseydi “Ne hâlin varsa gör” der, ilgisiz kalırdı. İnsan, bu talimatnâmeye dikkât ederek, numûne insana kulak vererek dünyâdaki gerçek vazîfesinin mârifetullah, muhabbetullah ve teslimiyet olduğunu görecektir. Yani, misâfirhâne sâhibini tanımayacak, tanıma sevmeyi getirecek, sevme de teslimiyeti.

Şimdi bu temel vazîfelerle biz imtihâna tâbî tutuluyoruz. Yâni bu temel vazîfeleri ne derece ciddiye alıyoruz? Vazîfeyi îfa husûsunda gayretli ve titiz miyiz? Zorluklarla karşılaştığımızda rıza ve muhabbetimiz eksiliyor mu? Sorular bunlar; bir imtihan ve ömürboyu sürüyor. Kirâmen Kâtibîn davranış ve sözlerimizi yazıyor. Vazîfe ve mes’ûliyyet duygusu bizi kaçınılmaz olarak “Âhiret düşünceleri”ne götürüyor: Yapıp ettiklerimizin neticesinde ne var?

Misâfirlik sürüp gitmez. Günün birinde misâfirhâneyi terketmek zorundayız. Bu, vazîfelerimizin, dolayısıyla imtihânın bittiği anlamına gelir. Şu hâlde biz bir yönüyle yollarda, bir yönüyle de imtihan salonlarındayız. Yollar ve imtihan salonları yorgunluktan ve endişeden uzak değildir. Yolcular bunu böyle kabûl etmeli, yadırgamamalıdır. Açıkça ifâde edilmiştir: “Bir deneme olmak üzere, sizi hayırla da, şerle de imtihân ediyoruz.” (Enbiya, 35) “Sizi biraz korku, biraz açlık, mallardan, canlardan, mahsüllerden biraz eksiltme ile mutlaka imtihan edeceğiz. Sabredenlere müjdele.” (el-Bakara, 155)

Terketmek zorunda olduğumuz ev bizim evimiz olamaz. Misâfir kendinin olmayana, geçici olana gönül bağlamayacaktır. Dünyâda gönül bağlanacak bir şey yoktur. Müslüman insan sevinme ve yerinme duygusunun üstündedir. Gerçek anlamda sevinme ve yerinme öbür âlemde olacaktır. Bu dünyânın ferahlıkları da sıkıntıları da “nisbeten”dir, gelip geçicidir.

Bir emânetçiyiz dünyâda. Şu hâlde bizim evimiz neresi? Bu soru bizi, evimiz olmadığı neticesine

götürmüştür. Evet misâfirhâne sâhibi imtihanda başarılı olanları daha güzel bir saraya götürecektir ama, o saray da yine bizim olmayacaktır. Orada da emânetçi olarak bulunacağız ama, oradaki konukluğumuz ebedî (bitimsiz) olacaktır. Zaman bitimsiz, mekân bitimsiz ve nîmetler bitimsiz.

Dünyâda ölüm düşüncesi ağız tadını kaçırmaktadır. Çünkü insan fıtratında ölümsüzlük arzûsu vardır. Cennet bir nevî ölümsüzlük arzularına cevâptır. Mekân olarak Cennet’in genişliği göklerle yer kadardır. (Âl-i İmrân, 133) Göklerin bu güne kadar sonu bulunamamıştır. Kâinat genişlemektedir. Cennette insan ne tarafa baksa yığın yığın nimet ve muhteşem bir saltanat görecektir. (İnsan, 20) Akla hayâle gelmedik değer ve güzelliklerle karşılaşacaktır. Mükemmellikleri, dünyâyla kıyaslanmayacak kadar geliştirilmiş olarak bulacaktır. Vazifelerini ciddiye alanlar za’flarından arındırılmış olarak saf saâdetler diyârına alınacaklardır. Yüce Allah, Cennet ile, sanki yaratma kudretinin ihtişâmını sergileyecektir. Yolcular bu nihâî sarayı (Cenneti), anlatılanların çok ötesinde, göz kamaştırıcı bir diyar olarak bulacaklardır.

Hem dünyâda kirâsız kibritsiz barınmak, hem de “ben misâfirhâne sâhibini ciddiye almam” demek nankörlük olacaktır. Dahâsı: Can yangınlarını getirecektir. İşin şakaya gelir tarafı yoktur. Niyet, söz ve fiil asla karşılıksız bırakılmıyacaktır. Allah (c.c.) insanı ciddiye almaktadır ve O âdil-i mutlaktır. Adâletini yüzde yüz tecelli ettirecektir.

Bu açıklamaların bizi getirdiği kanâat, dünyânın âhiretten, âhiretin dünyâdan ayrı düşünülemeyeceği gerçeğidir. Dünyâsız Âhiret kabûlü “niçin”leri cevâpsız bıraktığı gibi, Âhiretsiz dünya kabûlü sebebsiz yorgunluklara ve çilelere dönüşecektir. Bir adım daha atarak âhiret, dünya ve dünya öncesini zikrederek nehri bütün uzunluğuyla gözler önüne serebiliriz.

Diğer bir bütünlük de, Allah, kâinat, insan, Kur’an ve Âhiret birlikte düşünülerek sağlanmıştır. Bunların ayrı ayrı düşünülmesi bizi çok yanlış kararlara sürükleyecektir. Telâfisi imkânsız zararlara yol açacaktır. “Varoluşçular” bu hatâya düşmüşlerdir. Dünyâyı öncesinden ve sonrasından koparmışlar, Allah’ın yaratılan âlemle irtibâtını yanlış algılamışlardır. Onları çileden çıkaran sebep budur.

Barındığımız bu sarayda geçiciyiz. Gün gelecek başka insanlar, başka nesiller burada barınacak. Barındığımız mekânı tahrib etmek kabalık, nankörlük ve gelecek nesillerin hukûkuna tecâvüzdür. Emânetçiler emin olmalı. Peygamber olmak zorunda değiliz ama emin olmak zorundayız. Peygamberimiz risâletten önce de “emin” idi. Üzülerek söylemek gerekir ki Yirminci Asır toprağı, suyu havâyı kirleterek hukûku hiçe saydığını, gelecek nesilleri hiç düşünmediğini, “başkalarının canı cehenneme” görüşünü benimsediğini, kaba bir nankör olduğunu ortaya koymuştur.

Bir de eşyânın bizâtihî kendi hukûku söz konusudur. Söz gelimi serpilip gelen bir fidanı, mecbur değilken, odun niyetine kesmek, kuşu laf olsun diye vurmak hem gelecek nesillerin hem de bizzat kuşun ve fidanın hukûkuna tecâvüzdür, güzelliğe kıymaktır, sarayı, tahriptir.

Kur’ân’ın bize öğrettiğine göre herşey (taşlar dâhil) kendince bir can taşır ve Yüce Allah’ı tesbih eder, kudret ve kemâlini ifâde eder. Bir fidanı kesmek, kuşu vurmak hem yaşama hakkına tecâvüz, hem de sürüp giden ibâdeti yarıda bırakmaktır. Tabiat bu yönüyle bir ma’bed, bir mescittir. Cümle eşya cemaattir. Mescidde kâide-kural tanımamak olur şey değildir. Her bir varlık, bir nice esmâ-i hüsnânın tecellileriyle doludur. Varlıklar bu yönüyle âyetler topluluğu, dünya güzel sanatlar galerisidir. Herbir sanat eseri ilâhîdir ve pek değerlidir. Böyle bir ortamda incelmiş  bir insandan hayret ve hayranlık, büyük sanatkârı takdîr beklenir.

Birlikte yaşadığımız insanlara, hâne sâhibinin talimatlarını, yaratılış maksatlarını, her münâsib zamanda haırlatmak, onları sevimli hâle getirecek, hâne sâhibini memnûn edecektir. Önemli olan hâne sâhibinin memnûniyetidir. Birlikte yaşadıklarımıza, neyi, nasıl, hangi üslûb ve hangi niyetle arzettiğimiz önemlidir. Onların takdir ve teveccühlerini kazanmak diye bir vazîfemiz yoktur. Burada dikkatimiz yine Allah’a (c.c.) yöneliktir. Takdir ve teveccüh O’ndan beklenecektir. Nitekim te’sîri yaratan da odur.

Netice şu: Dünya ölümlü, gün akşamlı. Gelen geçer, konan göçer. Beşik başlangıç mezar sonuç değil. Sâhibsiz ve başıboş değiliz. Hepimiz âhiret yolcularıyız.

Yolcular bu katı gerçekleri görmemezlikten

gelemez.