Konu Başlığı: Yap kanun olur kanun! Gönderen: Sümeyye üzerinde 23 Kasım 2010, 18:32:09 Yap Kanun, Olur Kanun !.. Hep kavga, dövüş, savaş işin gücün. En iğrendiğim sensin Zeus’un beslediği krallar içinde . Agamemnon “O size istediğiniz her şeyden verdi. Allah'ın nimetini sayacak olsanız sayamazsınız. Doğrusu insan çok zalim, çok nankördür! “ (İbrahim – 34) Hem toplumsal, hem de bireysel planda çok eskilere uzanan, buruk maceralarla dolu ve kolay kaybettiğimiz hülyaların içinde doğruluğumuza deliller ararken, bizi hayatın gerçekliğiyle bütünleştirecek, şevk, heyecan ve yaşama zevkini verecek en ciddi ve en ayırdedici güzelliklerimizi kaybediyoruz... Kaybediyoruz, çünkü, kendimizi şekilden şekile soktuğumuz nice tecrübelerden sonra hayatımızın, hem ruh ve hem de estetik yapıdaki bütün üstünlüklerinin yerini gülünç kaçan sahte büyüklükler almıştır. “Kendilerine yapılan uyarıları unuttuklarında, (indirmiş olduğumuz sıkıntı ve musibetleri kaldırıp) üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Nihayet kendilerine verilenler yüzünden şımardıklari zaman onlari ansızın yakaladık, birdenbire onlar bütün ümitlerini yitirdiler.” (En’am – 44) Kendimize karşı acımadan yapacağımız kaçamaksız bir tahlille, bugün içinde bulunduğumuz karmakarışık ve tanımsız haller alan dünyamızın, bir eksen kaymasından ziyade, gerçeklerin dünyasında oldukça zayıf düşen ve önemli bulunmaya asla lâyık olmayan İslam algılamalarımızdan, kültürel geçmişimizi ve dünyayı doğru anlayacak bir zekâyı ortaya koyamayışımızdan beslenmekte olduğunu görebiliriz. Dahası, gerçek bilgi kodlarından beslenemeyişimiz, ama öyle olduğunu reddetmeye yönelik soğuk gayretlerimiz sebebiyle de, en ciddi hayati meselelerimizden, en kritik siyasal değerlendirmelere kadar bütün vak’alar bizim için kolayca ciddi sorunlar haline gelmektedir. Bu durumun, yakın tarihimiz ile ya da Tanzimat’ta başlayan süreçle değil, fikir köklerinin çok daha eskilere uzandığı dönemlerde başladığını görmekteyiz. Tanzimat ve benzeri değişimler, kendilerine özgü nağmeleri ile bu durumun daha da ağırlaşmasını sağlamışlardır yalnızca. Eğer müslümanların uykularını kaçıracak, onları sürekli fikir ve ruh diriliğinde tutacak kaygıları kolayca unutuluyor ve hayatın en güzel manzarasının nereden görüleceği kestirilememeye başlanıyorsa, artık Müslümanlar hayatı acil bir durum olarak algılamıyorlar demektir ki; bu durumda Resûl terbiyesinden ziyade kendinize benzeyen kimselere yaklaşmayı daha rahatlatıcı bulmanızdan ve aslına uymayan imanlara yaslanmanızdan daha tabii ne olabilir? Devlet ricali’nin daha asırlar öncesinden kapısını araladığı ve bugün de bütün kitlelerin madde ve mânâlarına sindirerek benimsediği şirazesinden çıkmış lâubâli toplum anlayışı, çığrından çıkmış bireylerin kendisini bulma ve îman kaynaklarına güven duyma gücünü elinden alarak, içinde asalet taşımayan yabancı dünyalara ilan-ı aşk etmesini sağlamış ve hayatını bir emel olmaktan çıkarmıştır. Nesiller boyu nice çalkantılarla süren bu toplumsal macera, bir mânâda geleceğimizin bütün alanlarını örterek câmi irfânının yerini kadetrallerin doyumsuz ihtirasına bırakmıştır. Bugün gerçekten şu andaki oluşumumuzu, karekterimizi, heveslerimizi, zihniyetlerimizi, hulâsa bütün uzuvlarımızla tanınmamızı sağlayacak enstrumanlarımıza baktığımızda hayal gücümüzle örtüşen, ama kitapla uyumsuz figürler görürüz. Evet, toplumsal hayatımızı renklendiren duygular bakımından gücümüzü yitirdiğimiz her gün, alışık olmadığımız türlü türlü yabancı mevzular tarafından sarılıyoruz. İlerleyen yıllarda bu hazîn öykümüzün, yâni bütün unsurlarıyla toplumsal tükenişimizin asıl can alıcı hikâyesi, Rical-i devlet’in keyfiliğinin yanında, Türk aydınının fikir namusunu, iffetini, cesaretini ve hikmetin hazinelerini kaybetmeye başladığı yıllarda daha da acı verici olmaya başlar.. Dahası, o yıllardan bu yana çözülerek gelen ve en sonunda da yeni bir toplum yaratma adına gösterilen bütün alafranga çabalar; sadece kibirli, ard niyetli, boyutsuz, renksiz, derinliksiz, kişiliksiz, iki yüzlü ve tehlikeli bir aydın tipini doğurmuştur. Türk toplumu, kendi bünyesinden çıkardığı aydınların saplandıkları sahte ütopyalarıyla kendi irfanına ve daha da ötesinde, varlık sebebi sayılabilecek en aslî îmânî değerlerine, bazen inkâra dayalı öfkelerle, bazen de hafifmeşrep alafranga duygularla bakması yüzünden buhranlar içinde kıvranan ve iç çelişkileri giderek artan şekilsiz ve ifadesiz bir toplumun yazgısını yaşamaktadır. Zira gerçek bir aydın’ı temsil edişi daima şüpheli olmuş bizdeki bu aydın(!) zümre, asırlardır kendi insanına musallat olarak, kendisine en ihtiyaç duyulan anlarda, alelade hevesleriyle, onun bütün devâ kapılarını kapatmış ve hastalıklı paranoralarıyla devamlı yeni acılar vermiştir. Esasen kader, hem bu cehaletiyle teslimiyetçiliğini kolaylaştıran kalabalıklara, hem de ikiyüzlü aldatıcılığıyla aydınlara kendi çirkinlikleri içinde kaçınılmaz bir şekilde ve oldukça ağır kaçacak tarihsel bedeller hazırlamakta gecikmez. Daha tazeliği solmamış ve çok yakın sayılabilecek bir geçmişte, benzerlerini bugün aynı tekrarıyla gördüğümüz, bilgeliğin ışığını hiçbir zaman yakalayamamış, hiçbir çağın güzelliğini ve hikmetini yaşayamamış, bu yüzden de hiçbir olayı gerçek büyüklüğüyle anlayamamış ama nemalanmayı umduğu bir iktidardan bir diğerine kur yapan aydınlardan Orhan Seyfi Orhon 27 Temmuz 1939’da “Akbaba” dergisinde Milli şef İsmet İnönü için; ” Vakıa bu kolay olmadı. Milli Şef’in saçlarındaki ışıklar, ta oradan geliyor.Bunlar onaltıncı yılını kutladığımız beyazlar… Biz onlara ağaran bir fecr gibi bakıyoruz. Onu hiçbir zaman kaybetmedik. Şimdi bütün vuzuhu ile önümüzde görüyoruz. Bu yepyeni devletin başında. Milli bir şef olarak.” der. Bu dönemde şairimiz CHP Milletvekilidir. Ancak aynı şair Demokrat parti’nin iktidarından sonra bir zamanlar halkına efsaneler yaratan bir kurtarıcı gibi anlattığı İsmet Paşa için şu mısraları yazacaktır: “Bir duman oldu parti savruldu Ne tavan kaldı bak, ne dam kaldı, Koca bir şef denen heyuladan, Bir koca ihtiyar adam kaldı.” (Ş.S.Aydemir – İkinci Adam clt.2 shf. 493) Bunlar, toplumun yıllarca güven duyduğu ve benzerlerine de hala güven duymakta olduğu, ancak halkına hiçbir zaman tatmin edici hayat sunamayan, her fırsatta halkıyla alay etmiş ve hiçbir zaman sadık davaları olmamış aydınlarımızdır. ”Size Rabbimin vahyettiklerini duyuruyorum ve ben sizin için güvenilir bir ögütçüyüm.“ (A’raf – 68) Aslına bakarsanız, kendisini ciddiye almayan malum aydın zümre karşısındaki halk’ın zihinsel zayıflığı ve hurafeye yatkınlığı, onu Allah’ın kitabındaki gerçek haz kaynaklarından ayrıştırarak kendisini koruyacak mücadeleden hep uzak kalmasını sağlamıştır. Dolayısı ile toplum bireylerinin, aydınlar ve kendisini yalnızca değersiz bir teba olarak görenler hakkında hüküm verirken, hep yanılmaz üstün insanlar olarak gördüğü bu zümrenin önünde kendisini küçük görmeye alışması zor olmamıştır. Zira, bu ülkenin insanı, gittikçe sesini daha gür duyurmayı başaran aydınların gözünde Nazım Hikmet’in ifadesiyle; her türlü gelişmede ayak bağı ve bir çeşit orta çağ artığıdır(*). Yönetimin ve entelektüel elitin kendi kültürlerini ve toplumlarını hor görme ve aşağılama çabaları, öylesine yüksek bir paranoya haline gelmiştir ki; kendi ikballeri adına giriştikleri her eylemde ve işledikleri her cinayette; bütün bunları, geri kalmış, cahil ve terbiyeye muhtaç saydıkları toplumun korunması adına yaptıklarını iddia ederek ihtiraslı kalplerini rahatlatırlar. Evet, kendileri için ayrıcalıklı sayarak karanlık yanlarını daima görmezden geldikleri dünyalarında, tahtlarını işledikleri cürümlerin gölgesi üzerine kuranların bütün yorucu çabaları, sonuç olarak tarihsel planda kıstırılmış, sıkıntılı, problemli ve bakış açısı son derece daraltılmış bir toplum doğurmuştur. Bu kötü yazgıdan toplumun bütün kesimleri nasiplenirken, ne yazık ki Müslümanlar en ziyadesiyle pay sahibi olanlardır. Zira Müslümanların, ahmakça ve insan onurunu rencide edici bir lâubalilikle birbirlerine meydan okuyacak hale gelmeleri, ama seçkinlerin karşısındaki sessizlikleri, şaşkınlıkları, elpençe divan duruşları, ürkeklikleri ve olgunlaşamadan çürüyen yüreklerinin hem zayıflığı, hem de dönekliği bir bakıma bunların da bir sonucudur. Haksızlık mı ediyorum? Dikkat edin göreceksiniz, bugün Müslümanların büyük bir duyarlılıkla korumaya çalıştıkları tek değer, yalnızca kendi nefisleridir. Hayranlık uyandıracak heyecanlarla ve kendilerini Kaf dağında gösteren abartılı zanlarıyla yaşarlar fakat, ilham kaynakları Muhammed’in kutup yıldızı değil, ancak birgün kendilerini mutlaka rencide edecek ve zayıf taraflarıyla utandıracak başka duraklardır. Bu kadar muradsızlık olur mu? Müslümanlar bu başıboşluğu kendi dünyalarında sessizce ve maharetle yaşarlarken, kökleri ellerinden alınmış yoksul kitleleri yönetmede yalnızca kendilerini hak sahibi görenler de kendilerini hep medeniyetin yanıbaşında gördükleri için, ikna yollarının bittiği anlarda çirkin ve cesaret kırmaya yönelik gösterilerini denerler. Vaktiyle bunların en ciddilerinden birisi, Bâb-ı Âli’ye ciddi ve ibretli bir ders verip onu hizaya getirmenin düşünüldüğü günlerde, gazeteci Ahmet Samim’in başına gelir. “Sadayı Millet” gazetesinde yazarlık yapan Ahmet Samim; düşünceleri, fikir namusu ve yılgınlık göstermeyen azmiyle toplumu aydınlatmaya çalışan aydınlık bir vicdanın sesiydi. Bu tarafıyla, ittihatçıların kendisinden sıkıntı duydukları ve susmasını istedikleri mücadeleci bir gazeteciydi. Birgün, söz söyleme imtiyazının, yaşama ve yaşatma yetkisinin yalnızca kendilerine âit olduğuna inanmış ittihatçı bir katil’ in namlusundan çıkan tek kurşunla Samim’in zavallı vücudu ay ışığında kayan bir hayalet gibi kayıverir sokağın orta yerine.. Yere serilen sadece Ahmet Samim miydi ? Elbette hayır. Aslında yere serilen, Ahmet Samim’lerde yankısını bulmuş haysiyetin, izzet’in ve hiçbir zaman adam yerine konulmamış olan kalabalıkların yüreğiydi ... Ahmet Samim, yaşadığı dönemde, mert duruşuyla ve ittihatçıları korkutan isyanlarıyla kendi semasını aydınlatan bir yıldızdır. Sanırım onun bir yerlerde hâlâ bize kadar uzanan ışıltısı vardır ve bizler eğer özgür bir iradeyi murad edersek onu gerçekten görebiliriz. Hüseyin Cahit(**), ittihatçıların susturamadıkları için öldürdükleri Ahmet Samim olayını hatıralarında şöyle anlatır : ” Samim’in bu hazîn akıbeti beni çifte teessür içinde bırakıyordu .. Bir kere kendisini çok sever ve şahsen çok takdir ederdim. Sonra memleketteki bu müsaadesizlik ruhu beslediğim hürriyet idealini de rencide ediyordu . Bir insan düşündüğünü söyleyemeyecek olduktan sonra Fîzan’a sürülmekle bir gece sokak ortasında vurulmak arasında ne fark vardı ? Demek ortada değişmiş bir şey yoktur . Değişen yalnızca yönetimin adından ibaretti. Ahlâk ve âdetler, keyif ve istibdat, haksızlık gene hüküm sürüyordu . Ben sokakta bir gazeteciyi vursunlar, fikir hürriyetini ezsinler diye mi cidal edecektim ve kendimi feda edecektim? Hatta Talât Paşa bir gün benim silâhsız olduğumu işitince , bu kadar gafleti benden hiç beklememiş gibi hayret ve muahaza ile yüzüme baktı . Ertesi gün bir revolver hediye etti . “ yanında bulunsun canım ! “ diyordu . Yanımda bulunsun diye ben de revolveri pantolonumun arka cebine yerleştirdim. O demir parçası sanki zihnime saplanmış bir iğne gibiydi. Aklım hep onda idi. Mademki âletti, mademki elimde bulunuyordu, o’nu kullanmak vesîlesi bulmak istiyordum. Sokaklarda gezdim. Bana suikast yapacak bir adam arıyordum. (Hüseyin Cahit / Yakın Tarihimiz / c.1 s.108) Şeytanların bazen îmâlarla hicvederek, bazen ezerek, bazen de bedenini ortadan kaldırarak ama hep maharetle yaptıkları kötülükler daima işe yaramıştır. İtiraz edebilir miyiz? İşe yaramadığını söyleyebilir misiniz? Bilirsiniz, Sabahattin Âli’yi susturabilmek için ikinci kez askere almışlardı. Susmadı. Demek ki yetmedi dediler, üçüncü kez askere aldılar. Yine olmadı. Sonra bir dergi çıkardı “Marko Paşa”, kapatıldı. Bunun ardından bir dergi daha çıkardı “Malum Paşa” o da kapatıldı.. Sabahattin Âli bir dergi daha çıkardı “ Merhum Paşa” yine kapatıldı. Mücadelesini bırakmadı ve bir dergi daha çıkardı “Ali Baba“. Bunu da kapattılar. Eğer bir davanız, ciddiye aldığınız bir meseleniz varsa size susmanızı kimse öğretemez. Bu kadar uyarılara, bunca çabaya rağmen demek ki özgür düşünce dünyasının bu kibar çocuğuna susmayı hala öğretememişlerdi! Ama, bir süre sonra Bulgaristan’a giderken ”Kürklü Mantolu Madonna’nın” bu romantik yazarını, Sabahattin Ali’yi, kendilerine mahsus metotlarıyla gerçekten susturdular. Hakikaten bilginin ve hikmetin cevherine kapılarımız kapandıkça bedenimize olan yakınlığımız ürküntü verecek şekilde artıyor. İnsan zihninin hikmete dayalı düşünme kabiliyetinden uzaklaşarak kendi fıtratıyla çatışmaya girmesi, onu insanî muhtevadan tamamen kopararak acımasız vahşiler hâline getirir. Toplumun topyekûn hayatını bireysel herhangi bir hayattan farklı düşünebilir miyiz? Elbette hayır.. Bu yüzden herhangi bir toplumun rûhî iflâsı ve müesseseleri bakımından çöküşü , kendi öz cevheri olan bireyin dejenere edilişi ile başlar, sahip olabileceği en büyük merhaleyi kaybetmesiyle biter. Kaybettiği idealidir... Yani hayalleri, umutları, şerefi ve yaşamak adına sahibi olduğu her şey.. İdealler kayboldukça meydanlar şeytan’ın oyun alanına döner ve istikbal bir yerlere sımsıkı kapatılıp gizlenir âdeta . Asırlar var ki, bu toplumun insanı(***), ideallerinin kaybedildiği bir hayatı, iç nakışları silinmiş; yalnızca kaba ve hantal yükleri ile yaşamaya alıştırılmıştır . Zira aydın aristokrasisi yalnızca kendisine has kıldığı ve yalnızca kendisine âit telâkki ettiği bu hayatta kendisine ayak bağı gürdüğü insanın, idrake ve meseleleri anlamaya götüren bütün yollarını tıkamıştır. Zira modern aydın, karşısında kendisinden iltifatlar dilenecek yoksullar istemektedir. “Bu, sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır ki, insanlar onun âyetlerini düşünsünler ve temiz akıl sahipleri ibret alsınlar.” (Sad – 29) Zaten hem birey olarak hem de toplum olarak hayatımızın geçmiş ve geleceğine dair derinliği olan bütün endişeleri bırakmışsak, bu aynı zamanda bizimdir diyerek arzulayacak herhangi bir temayülümüzün de kalmadığını gösterir ki, burası oldukça ürkütücüdür. Ziyad Ebuzziya anlatıyor : “ Bir ara bizim gazeteyi kapattılar! Ben o sırada Ankara ya gitmiştim ... Basın Yayın Genel Müdürü Selim Sarper’ di. Aynı yazı CHP yayın organı AKŞAM gazetesinde de var, o kapanmıyor, aynısı bende, benim gazete kapanıyor! Gösterdim ve neden böyle? dedim ... Bana - “ Gayet tabii dedi , ben senin gazeteni( Tasvîr-i Efkâr ) kimlerin okuduğunu tespit ediyorum.. Senin gazeteyi sakallılar okuyor , ötekini (Akşam’ı ) sakalsızlar okuyor . Sakallılara senin yazı başka türlü tesir eder, onun için kapatılıyor “ dedi (M. Emin Gerger / İnönü - Menderes Mücadelesi / s. 44) Evet, bu manzaranın bize uzanan çağrışımlarını görebilmemiz için, bizi daima uyanık tutacak kaygılarımız olmalı. 20. yüzyıla ait perdeyi daha önceki yüzyıllara doğru aralarsak, göreceğimiz manzaranın hiç de iç açıcı olmadığını, nasıl bir anlayışı devraldığımızı, hangi karakter ve basiretten mahrum algılamalara varis olduğumuzu görürüz. Bu durum bir bakıma bugünkü dağınık halimizin köklerinin daha kolay anlaşılmasını sağlayabilir. Avusturyalılarla aramızda geçen bir savaşta Petervaradin de şehit düşen Damat Ali Paşa’nın yalnızca katalogu dört cilt tutan kitaplarının müsaderesi için çıkan irade üzerine bunlar arasında bulunan Felsefe, Tarih ve Astronomi kitaplarının kütüphanelere vakfının caiz olamayacağına dair Şeyhülislam Ebu İshak İsmail Efendinin fetvalar düzdüğünü görüyoruz(Adnan Adıvar-Osmanlı Türklerinde İlim- shf.142). Bu bize gösteriyor ki; bazı eserleri makbul ve muteber tutmak şöyle dursun onların genel bir kütüphaneye vakfına bile razı olmayan bir zihniyet 18.yüzyılda hayâtiyetini sürdürerek bu gayri meşrû yasakçı emanetini kendisinden sonra gelen aristokrasinin baronlarına devreder. Esasen bu tahakküm duygusu bütün insanlığın tarihinde vardır ve varlığını sürdürmeye de elbette devam edecektir. Ancak Müslümanların dünyasında bu vak’alar’ın zuhuru oldukça ağır yaralar açarak geçmektedir ki, sorgulamanın yapılması gereken yer de burasıdır. Hem yönetici elitin hemde onlarla uzlaşmayı seçen muhteris aydınların bu tahakkümcülüğü karşısında Volter hangisi iyidir diye soruyor : “Krallık mı Cumhuriyet mi ? ” ve cevabını yine kendisi verir : “ Dört bin yıldır bu soruyu sormayan kalmadı. Zenginlere bakacak olursanız hepsi aristokrasi yanlısı; halk’a bakacak olursanız demokrasi yanlısı. Ancak krallar krallık istiyor “ der. Goebels de kitleleri aşağı yukarı aynı şekilde açıklar. “ Michael “ adlı romanında , insanlar iyi bir şekilde yönetilmekten başka bir şey istemezler” diye yazıyor. Goebels’e göre “ insanlar; heykeltraş’ın elindeki bir taş parçası gibidirler. Lider ve kitleler arasındaki münasebet bir ressam ve bir tablo arasındaki münasebet gibidir (Erich Fromm / Hürriyetten Kaçış / s.287) Kalabalıklara hükmetmede Goebels’den daha farklı olmayan İttihatçı lider Enver Paşa da(****) benzer bir mütealâyı ortaya koyar. Enver Paşa, Meclis-i Mebbusan’ı lüzumsuz bir müessese olarak bulur ve anlamsız yere dönen bir çark olarak müteala ederdi. Bazı düşüncelerinin kanunlara uymadığı söylendiği zaman, böyle bir şeyi havsalasına sığdıramadığını belirten alaylı bir ifade ile güler şöyle söylerdi :” Yap kanun , olur kanun “ (Yakın Tarihimiz / c.1 s.42) İnsanlığın, ama özellikle müslüman’ın, günün getirdiği her türlü yıpratıcı ve küçük düşürücü korkulardan kurtulabilmesi için, o heykeltıraşın elinde yontularak biçimlendirilmeye hazırlanmış taş parçası olmaktan kurtulmak mecburiyeti vardır . Bunun da ilk şartı bedenlerin sınırlarını aşabilmek maharetidir. İnsanoğlu böyle bir serüvenden yara alarak çıksa da en azından istikbali için ciddi ve asil bir kefaleti ortaya koymak zorundadır. Enver Paşa’nın Sezar dan daha farklı olduğunu nasıl söyleriz? Arada bir nefs-i müdafaa yaparak insânî onurunu ve inancının gücünü gösterenler de çıkmıyor değildi ortaya, ama Petrus Borel’in dediği gibi güçlerini gördükleri anda zincirleri de görüyorlardı . Keçeci Fuat Paşanın da söylediği gibi, bizde direktifler, her türlü buyurganlıklar ve muhtelif toplum normları dâima yükseklerden geldiği ve halkın da bunda hiçbir katkısı bulunmadığı içindir ki, sosyal hayat hiçbir cephesiyle değerlendirilmez ama itaate mecbur kılar. Nadir Nadi de, bir gazeteci olarak kendi döneminde basın’ın durumunu şöyle anlatır: “Milli Şefe ve CHP’ ye dil uzatmak yasaktı. Hükümetin genel tutumu tenkit edilemezdi. Her gün ( oh, ne iyi ediyorsunuz, bundan iyisi can sağlığı!) diye yukarıya alkış tutacaksın. Baştaki sen bir adım arkadan sağa, sola saptıysa sen yine bir adım arkasından sola. O yerinde durursa sen de olduğun yere mıhlanacaksın. Yürürse yürü sende yürüyeceksin , hep arkadan ...” İşte bir çok yazarımız belli çizgide yazmadıkları için çeşitli cezalara çarptırılmışlardı. (Doç. Dr. Çetin Yetkin / Türkiyede Tek Parti Yönetimi / s.218 ) Böylece prangaların kelebekler gibi uçuştuğu bir dünyada, insanın kendisi ile haysiyeti arasına setler kurulmaya çalışılırken, gerçeklerden ayrıştırılan, bilgi kaynaklarından mahrum bırakılan ve seçkinlerin övdüğü dünyaya yaklaştırılan bireyin hem kendisini küçük görme alışkanlığı, hem de pasifleştirilerek olaylar karşısındaki kaygısızlık duygusu derinleştirilir. Bu elbette kolay bir vakıa değildir ama, koca bir tarihi, nesilerin zayıf omuzlarına dert diye yükleyip gidenler maalesef arkalarında yeterince varisler bırakmayı da ihmal etmediler. Eskiler :” Bârika-i hakikat müsademe-i efkârdan doğar “ demişler. İyi ama nasıl? Bilgiden ve her türlü realiteden ustaca uzaklaştırılan kitleler kapılarını karanlığa kapatmayı nasıl başaracaklar? Hele hele aydınların büyük bir kısmı ellerine tutuşturulmuş kementlerle militanlaşıp, fikrin ve irfanın kanatlanacağı bir dünyada, ele avuca sığmaz çılgınlıklarıyla Dante’nin cehennemini andıran bu şölenden pay toplamaya çalışırlarken nasıl? Artık ne dualarda esenlik kalmıştır ne de rüyalarda.. Aydınlar, garez ve şirretin en merhametsiz hıncını kuşanınca şiirler bile o nahif romantizmini kaybederek militanların elinde müfrezelere döner ve ölümlü insanın diğerleri üzerinde açtığı yaraları alabildiğine derinleştirir. Zorla bilinci kaybettirilen toplumlarda hâkim güç unsurlarının tek dayanağı; dünyası kuşatılmış, fikretme hüneri kaybolmuş, Rabbinin armağanları elinden alınmış, daha iyi görmesi engellenmiş bireyin itaat kabiliyetidir. Ancak hiçbir toplum geçmişinden taşıdığı korkular ve geleceğinden duyduğu endîşelerle yaşayamaz. Hayatınızdaki hüznün payı ne olursa olsun, eğer mü’minseniz, eğer gerçekten öyle hissediyorsanız Goebels’in elinde yontulan ve şekil verilen taş parçası olamazsınız. Çünkü bizi mutlu kılacak bir hayata ait malzemelerin ilham kaynağı olabilecek tüm öğeler elimizdedir. “Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüller derdine bir şifa, müminlere bir hidayet ve rahmet geldi.” (Yunus – 57 ) Vahyin bu sözleri şimdiye kadar yaşama fırsatını kaçırmış insanlara hayata dair sonsuz kurtuluş imkânları sunmaktadır. Hayatın bizim için daha yakıcı hâle gelmesinden önce bizler, aldatıcı bütün imgelerin, sloganların ve basma kalıp kanaatlarımızın masallarını yıkan ve bizleri asla yanıltmayacak olan müjdeyi ve ölümsüzlüğün rengini Muhammedî seslenişte bulacağız. Kendimizi gerçekten büyük ve adı anılmaya değer mücadelelere adamadan evvel, Ebu Zerr’i ve Ammar B.Yâsir’i hatırlıyalım. Nâdir zamanlarda da olsa kirpiklerimizden bir hırsız gibi süzülen göz yaşları hep aynı îman’ın göz yaşları mıdır? Ancak böyle bir mücadeleden zaferle çıkabilmek için, kendimizle yüzleşmemiz gerekecek ve nefsimize ağır gelse de, dersler çıkaracağımız îtiraflarımız olacaktır. Allah’ın ihtişamını hatırlamaktan ziyade, kendinden geçmiş kimseler olarak dünya’nın debdebesine daha yakın durduğumuzu ve bunun da Rabbimiz önünde bize utanç duyuracak ayıplar olduğunu fark etmeliyiz. Mü’min şunu asla unutmayacaktır; eğer kitabınızdan ayrı düşmüşseniz ve Allah Resulünü bir örnek olarak hayatınıza ancak nadir zamanlarda dahil ediyorsanız, yersiz yurtsuz kalışınız artık sizin yazgınızdır. Ama eğer Rabbimizi tanımayı ve O’nu gerçekten sevmeyi, ama gerçekten sevmeyi öğrendiğimizde ve derinlerden açığa doğru çıktıkça duygularımız kirlenmemeye başladığında; işte o zaman bu soğuk, bu donuk, ruhsuz, aşksız ve güvensiz insanların dünyasında söyleyecek haklı bir sözünüz olduğunu daima hatırlayın.. ……………………………………………………………… (*) Meraklıları, Nazım Hikmet’in Türk kadını ve daha geniş mânâda bu ülke insanı için yazdığı övgü dolu şiirlerinin yanında, Anadolu halkı için gerçekte neler düşündüğünü ve onları neye benzettiğini Şevket Süreyya’nın anılarında bulabilirler. (**) Aslında kendisi de ileri bir ittihatçıdır ve İslam dinine karşı çok ciddi bir husumeti vardır. Matlada sürgünde bulundukları bir sırada, Ziya Gökalp’in “Dergâh” adını verdiği ve toplantı yaptıkları yere, sırf bu “Dergâh” adı’nın islâmi bir renk taşıması yüzünden katılmadığını kendisi söyler. (***) Ne yazık ki, hadiselerin hep bireyi mağlup edecek şekilde tezahür etmesi’nin arka plânında, insanımızın şark zihniyetini aşamayışı ve bilgi toplumu olmada hep geri kalması yatmaktadır. Yakın komşularınızdan başlayarak Afganistan’a ve Pakistan’a kadar bakın. Ne görüyorsunuz? (****) Zaten Enver Paşa kendi döneminde bir ittihatçı lider olarak ülkeye o kadar hakim olmuştu ki, Avrupalılar artık Devlet-i Aliye’ye “Enverland” diyorlardı. Siyaseten halletmekte güçlük çekecekleri bütün meselelerini teşkilatın tetikçilerine çok kolay hallettiriyorlardı. Nurettin Özcan |