๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 23 Kasım 2010, 18:32:09



Konu Başlığı: Yap kanun olur kanun!
Gönderen: Sümeyye üzerinde 23 Kasım 2010, 18:32:09
Yap Kanun,  Olur Kanun !..


  Hep kavga, dövüş, savaş işin gücün.

                                                                             En iğrendiğim  sensin Zeus’un beslediği krallar içinde .

                                                                                                                  Agamemnon

 “O size istediğiniz her şeyden verdi. Allah'ın nimetini sayacak olsanız sayamazsınız. Doğrusu insan çok zalim, çok nankördür! “ (İbrahim – 34)

Hem toplumsal, hem de bireysel planda çok eskilere uzanan, buruk maceralarla dolu ve kolay kaybettiğimiz hülyaların içinde doğruluğumuza deliller ararken, bizi hayatın gerçekliğiyle bütünleştirecek, şevk, heyecan ve yaşama zevkini verecek en ciddi ve en ayırdedici güzelliklerimizi  kaybediyoruz... Kaybediyoruz, çünkü, kendimizi şekilden şekile soktuğumuz nice tecrübelerden sonra hayatımızın, hem ruh ve hem de estetik yapıdaki bütün üstünlüklerinin yerini gülünç kaçan sahte büyüklükler almıştır.  “Kendilerine yapılan uyarıları unuttuklarında, (indirmiş olduğumuz sıkıntı ve musibetleri kaldırıp) üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Nihayet kendilerine verilenler yüzünden şımardıklari zaman onlari ansızın yakaladık, birdenbire onlar bütün ümitlerini yitirdiler.” (En’am – 44)  Kendimize karşı acımadan yapacağımız kaçamaksız bir tahlille, bugün içinde bulunduğumuz karmakarışık ve tanımsız haller alan dünyamızın, bir eksen kaymasından ziyade, gerçeklerin dünyasında oldukça zayıf düşen ve önemli bulunmaya asla lâyık olmayan İslam algılamalarımızdan, kültürel geçmişimizi ve dünyayı doğru anlayacak bir zekâyı ortaya koyamayışımızdan beslenmekte olduğunu görebiliriz. Dahası, gerçek bilgi kodlarından beslenemeyişimiz, ama öyle olduğunu reddetmeye yönelik soğuk gayretlerimiz sebebiyle de, en ciddi hayati meselelerimizden, en kritik siyasal değerlendirmelere kadar bütün vak’alar bizim için kolayca ciddi sorunlar haline gelmektedir. Bu durumun, yakın tarihimiz ile ya da Tanzimat’ta başlayan süreçle değil, fikir köklerinin çok daha eskilere uzandığı dönemlerde başladığını görmekteyiz. Tanzimat ve benzeri değişimler, kendilerine özgü nağmeleri ile bu durumun daha da ağırlaşmasını sağlamışlardır yalnızca. Eğer müslümanların uykularını kaçıracak, onları sürekli fikir ve ruh diriliğinde tutacak kaygıları kolayca unutuluyor ve hayatın en güzel manzarasının nereden görüleceği kestirilememeye başlanıyorsa, artık Müslümanlar hayatı acil bir durum olarak algılamıyorlar demektir ki; bu durumda Resûl terbiyesinden ziyade kendinize benzeyen kimselere yaklaşmayı daha rahatlatıcı bulmanızdan ve aslına uymayan imanlara yaslanmanızdan daha tabii ne olabilir? Devlet ricali’nin daha asırlar öncesinden kapısını araladığı ve bugün de bütün kitlelerin madde ve mânâlarına sindirerek benimsediği  şirazesinden çıkmış lâubâli toplum anlayışı, çığrından çıkmış bireylerin kendisini bulma ve îman kaynaklarına güven duyma gücünü elinden alarak, içinde asalet taşımayan yabancı dünyalara ilan-ı aşk etmesini sağlamış ve hayatını bir emel olmaktan çıkarmıştır. Nesiller boyu nice çalkantılarla süren bu  toplumsal macera, bir mânâda geleceğimizin bütün alanlarını örterek câmi irfânının yerini kadetrallerin doyumsuz ihtirasına bırakmıştır. Bugün gerçekten şu andaki  oluşumumuzu, karekterimizi, heveslerimizi, zihniyetlerimizi, hulâsa bütün uzuvlarımızla tanınmamızı sağlayacak enstrumanlarımıza baktığımızda hayal gücümüzle örtüşen, ama kitapla uyumsuz figürler görürüz. Evet, toplumsal hayatımızı renklendiren duygular  bakımından  gücümüzü yitirdiğimiz her gün, alışık olmadığımız türlü türlü yabancı mevzular tarafından sarılıyoruz.

İlerleyen yıllarda bu  hazîn öykümüzün, yâni bütün unsurlarıyla  toplumsal  tükenişimizin  asıl can alıcı hikâyesi, Rical-i devlet’in keyfiliğinin yanında, Türk  aydınının  fikir namusunu, iffetini, cesaretini ve hikmetin hazinelerini kaybetmeye  başladığı  yıllarda daha da acı verici olmaya başlar.. Dahası, o yıllardan bu  yana çözülerek gelen ve en sonunda da yeni  bir  toplum  yaratma  adına  gösterilen  bütün alafranga çabalar; sadece  kibirli, ard niyetli, boyutsuz, renksiz, derinliksiz, kişiliksiz, iki yüzlü ve tehlikeli bir aydın tipini  doğurmuştur.

Türk  toplumu, kendi  bünyesinden  çıkardığı aydınların saplandıkları sahte ütopyalarıyla kendi irfanına ve daha da ötesinde, varlık sebebi sayılabilecek en aslî îmânî değerlerine, bazen inkâra dayalı öfkelerle, bazen de hafifmeşrep alafranga duygularla bakması yüzünden buhranlar içinde kıvranan ve iç çelişkileri giderek artan şekilsiz ve ifadesiz bir  toplumun yazgısını  yaşamaktadır. Zira gerçek bir aydın’ı temsil edişi daima şüpheli olmuş  bizdeki bu aydın(!) zümre,  asırlardır  kendi  insanına  musallat  olarak, kendisine en ihtiyaç duyulan anlarda, alelade hevesleriyle, onun bütün devâ  kapılarını  kapatmış ve hastalıklı paranoralarıyla devamlı yeni  acılar  vermiştir. Esasen kader, hem bu cehaletiyle teslimiyetçiliğini kolaylaştıran kalabalıklara, hem de ikiyüzlü aldatıcılığıyla aydınlara kendi çirkinlikleri içinde kaçınılmaz bir şekilde ve oldukça ağır kaçacak tarihsel bedeller hazırlamakta gecikmez. Daha tazeliği solmamış ve çok yakın sayılabilecek bir geçmişte, benzerlerini bugün aynı tekrarıyla gördüğümüz, bilgeliğin ışığını hiçbir zaman yakalayamamış, hiçbir çağın güzelliğini ve hikmetini yaşayamamış, bu yüzden de hiçbir olayı gerçek büyüklüğüyle anlayamamış ama nemalanmayı umduğu bir iktidardan bir diğerine kur yapan aydınlardan Orhan Seyfi Orhon 27 Temmuz 1939’da “Akbaba” dergisinde Milli şef İsmet İnönü için; ” Vakıa bu kolay olmadı. Milli Şef’in saçlarındaki ışıklar, ta oradan geliyor.Bunlar onaltıncı yılını kutladığımız beyazlar… Biz onlara ağaran bir fecr gibi bakıyoruz. Onu hiçbir zaman kaybetmedik. Şimdi bütün vuzuhu ile önümüzde görüyoruz. Bu yepyeni devletin başında. Milli bir şef olarak.”  der. Bu dönemde şairimiz CHP Milletvekilidir. Ancak aynı şair Demokrat parti’nin iktidarından sonra bir zamanlar halkına efsaneler yaratan bir kurtarıcı gibi anlattığı İsmet Paşa için şu mısraları yazacaktır:

 

“Bir duman oldu parti savruldu

Ne tavan kaldı bak, ne dam kaldı,

Koca bir şef denen heyuladan,

Bir koca ihtiyar adam kaldı.”  (Ş.S.Aydemir – İkinci Adam clt.2 shf. 493)

Bunlar, toplumun yıllarca güven duyduğu ve benzerlerine de hala güven duymakta olduğu, ancak halkına hiçbir zaman tatmin edici hayat sunamayan, her fırsatta halkıyla alay etmiş ve hiçbir zaman sadık davaları olmamış aydınlarımızdır.

”Size Rabbimin vahyettiklerini duyuruyorum ve ben sizin için güvenilir bir ögütçüyüm.“ (A’raf – 68)

 Aslına bakarsanız, kendisini ciddiye almayan malum aydın zümre karşısındaki halk’ın zihinsel zayıflığı ve hurafeye yatkınlığı, onu Allah’ın kitabındaki gerçek haz kaynaklarından ayrıştırarak kendisini koruyacak mücadeleden hep uzak kalmasını sağlamıştır. Dolayısı ile toplum  bireylerinin, aydınlar ve kendisini yalnızca değersiz bir teba olarak görenler hakkında hüküm verirken, hep yanılmaz üstün insanlar olarak gördüğü bu zümrenin önünde kendisini küçük görmeye alışması zor olmamıştır. Zira, bu ülkenin insanı, gittikçe sesini daha gür duyurmayı başaran aydınların gözünde Nazım Hikmet’in ifadesiyle; her türlü gelişmede ayak bağı ve bir çeşit orta çağ artığıdır(*). Yönetimin ve entelektüel elitin kendi kültürlerini ve toplumlarını hor görme ve aşağılama çabaları,  öylesine  yüksek bir  paranoya  haline  gelmiştir ki; kendi ikballeri adına giriştikleri her eylemde ve işledikleri her cinayette; bütün bunları, geri kalmış, cahil ve terbiyeye muhtaç saydıkları toplumun korunması adına yaptıklarını iddia ederek ihtiraslı kalplerini rahatlatırlar. Evet, kendileri için ayrıcalıklı sayarak karanlık yanlarını daima görmezden geldikleri dünyalarında,  tahtlarını  işledikleri cürümlerin gölgesi üzerine  kuranların bütün yorucu çabaları, sonuç olarak tarihsel planda kıstırılmış, sıkıntılı, problemli ve bakış açısı son derece daraltılmış bir toplum doğurmuştur. Bu kötü yazgıdan toplumun bütün kesimleri nasiplenirken, ne yazık ki Müslümanlar en ziyadesiyle pay sahibi olanlardır. Zira Müslümanların, ahmakça ve insan onurunu rencide edici bir lâubalilikle birbirlerine meydan okuyacak hale gelmeleri, ama seçkinlerin karşısındaki sessizlikleri, şaşkınlıkları, elpençe divan duruşları, ürkeklikleri ve olgunlaşamadan çürüyen yüreklerinin hem zayıflığı,  hem de dönekliği bir bakıma bunların da bir sonucudur. Haksızlık mı ediyorum? Dikkat edin göreceksiniz, bugün Müslümanların büyük bir duyarlılıkla korumaya çalıştıkları tek değer, yalnızca kendi nefisleridir. Hayranlık uyandıracak heyecanlarla ve kendilerini Kaf dağında gösteren abartılı zanlarıyla yaşarlar fakat, ilham kaynakları Muhammed’in kutup yıldızı değil, ancak birgün kendilerini mutlaka rencide  edecek ve zayıf taraflarıyla utandıracak başka duraklardır. Bu kadar muradsızlık olur mu? Müslümanlar bu başıboşluğu kendi dünyalarında sessizce ve maharetle yaşarlarken, kökleri ellerinden alınmış yoksul kitleleri yönetmede yalnızca kendilerini hak sahibi görenler de kendilerini hep medeniyetin yanıbaşında gördükleri için, ikna yollarının bittiği anlarda çirkin ve cesaret kırmaya yönelik gösterilerini denerler. Vaktiyle bunların en ciddilerinden birisi, Bâb-ı Âli’ye ciddi ve ibretli bir ders verip onu hizaya getirmenin düşünüldüğü günlerde, gazeteci Ahmet  Samim’in  başına  gelir. “Sadayı Millet” gazetesinde  yazarlık  yapan  Ahmet  Samim; düşünceleri, fikir namusu  ve  yılgınlık  göstermeyen  azmiyle  toplumu  aydınlatmaya çalışan aydınlık bir vicdanın sesiydi. Bu tarafıyla, ittihatçıların kendisinden sıkıntı duydukları ve susmasını istedikleri mücadeleci bir gazeteciydi. Birgün, söz  söyleme  imtiyazının, yaşama ve yaşatma  yetkisinin  yalnızca  kendilerine  âit  olduğuna  inanmış  ittihatçı  bir  katil’ in namlusundan çıkan tek  kurşunla Samim’in zavallı  vücudu ay  ışığında  kayan  bir  hayalet  gibi kayıverir sokağın  orta yerine..

         Yere  serilen  sadece  Ahmet  Samim miydi ? Elbette  hayır. Aslında  yere  serilen, Ahmet  Samim’lerde  yankısını  bulmuş  haysiyetin, izzet’in  ve  hiçbir zaman adam yerine konulmamış olan kalabalıkların yüreğiydi ...

         Ahmet  Samim, yaşadığı dönemde, mert duruşuyla ve ittihatçıları korkutan isyanlarıyla   kendi  semasını  aydınlatan  bir  yıldızdır. Sanırım  onun  bir yerlerde  hâlâ  bize  kadar  uzanan  ışıltısı  vardır  ve  bizler eğer özgür bir iradeyi murad edersek onu gerçekten görebiliriz.

         Hüseyin  Cahit(**), ittihatçıların susturamadıkları için öldürdükleri Ahmet Samim  olayını  hatıralarında  şöyle  anlatır : ” Samim’in  bu hazîn  akıbeti  beni çifte  teessür  içinde  bırakıyordu .. Bir  kere  kendisini  çok  sever  ve  şahsen  çok  takdir  ederdim. Sonra  memleketteki  bu  müsaadesizlik  ruhu beslediğim  hürriyet  idealini de  rencide  ediyordu . Bir  insan  düşündüğünü  söyleyemeyecek  olduktan  sonra  Fîzan’a  sürülmekle  bir  gece  sokak  ortasında  vurulmak  arasında  ne  fark  vardı ? Demek  ortada  değişmiş  bir  şey  yoktur . Değişen yalnızca  yönetimin  adından  ibaretti. Ahlâk  ve  âdetler, keyif  ve  istibdat, haksızlık  gene  hüküm sürüyordu .                                                                                                                                                                                       

          Ben  sokakta  bir  gazeteciyi  vursunlar, fikir  hürriyetini  ezsinler  diye mi  cidal  edecektim ve  kendimi  feda  edecektim? Hatta  Talât  Paşa  bir  gün  benim  silâhsız  olduğumu işitince , bu  kadar  gafleti  benden  hiç  beklememiş  gibi  hayret  ve  muahaza  ile  yüzüme  baktı  . Ertesi  gün  bir  revolver hediye  etti . “ yanında bulunsun  canım ! “  diyordu .                                                 

            Yanımda  bulunsun  diye  ben  de  revolveri  pantolonumun  arka  cebine yerleştirdim. O  demir  parçası  sanki  zihnime  saplanmış  bir  iğne  gibiydi. Aklım hep  onda  idi. Mademki  âletti, mademki  elimde  bulunuyordu, o’nu  kullanmak vesîlesi  bulmak  istiyordum. Sokaklarda  gezdim. Bana  suikast  yapacak  bir  adam arıyordum.  (Hüseyin Cahit / Yakın Tarihimiz / c.1 s.108)

            Şeytanların bazen îmâlarla hicvederek, bazen ezerek, bazen de bedenini ortadan kaldırarak ama hep maharetle yaptıkları kötülükler daima işe yaramıştır. İtiraz edebilir miyiz? İşe yaramadığını söyleyebilir misiniz? Bilirsiniz, Sabahattin Âli’yi susturabilmek için ikinci kez askere almışlardı. Susmadı. Demek ki yetmedi dediler, üçüncü kez askere aldılar. Yine olmadı. Sonra bir dergi çıkardı “Marko Paşa”, kapatıldı. Bunun ardından bir dergi daha çıkardı “Malum Paşa” o da kapatıldı.. Sabahattin Âli bir dergi daha çıkardı “ Merhum Paşa” yine kapatıldı. Mücadelesini bırakmadı ve bir dergi daha çıkardı “Ali Baba“. Bunu da kapattılar. Eğer bir davanız, ciddiye aldığınız bir meseleniz varsa size susmanızı kimse öğretemez. Bu kadar uyarılara, bunca çabaya rağmen demek ki özgür düşünce dünyasının bu kibar çocuğuna susmayı hala öğretememişlerdi! Ama, bir süre sonra Bulgaristan’a giderken ”Kürklü Mantolu Madonna’nın” bu romantik yazarını, Sabahattin Ali’yi, kendilerine mahsus metotlarıyla gerçekten susturdular.

          Hakikaten  bilginin  ve  hikmetin  cevherine  kapılarımız  kapandıkça  bedenimize olan  yakınlığımız ürküntü verecek şekilde  artıyor. İnsan zihninin hikmete dayalı düşünme kabiliyetinden uzaklaşarak kendi fıtratıyla çatışmaya girmesi, onu insanî  muhtevadan tamamen kopararak acımasız vahşiler hâline getirir. Toplumun  topyekûn  hayatını  bireysel  herhangi  bir  hayattan  farklı  düşünebilir miyiz?   Elbette  hayır.. Bu  yüzden  herhangi  bir  toplumun  rûhî  iflâsı ve  müesseseleri  bakımından  çöküşü , kendi  öz  cevheri  olan  bireyin  dejenere  edilişi  ile  başlar, sahip  olabileceği  en  büyük  merhaleyi  kaybetmesiyle  biter. Kaybettiği  idealidir... Yani hayalleri, umutları, şerefi ve yaşamak adına sahibi olduğu her şey.. İdealler  kayboldukça  meydanlar  şeytan’ın  oyun  alanına  döner ve  istikbal  bir  yerlere  sımsıkı  kapatılıp  gizlenir  âdeta .

          Asırlar var ki, bu toplumun  insanı(***),  ideallerinin  kaybedildiği  bir  hayatı, iç nakışları silinmiş; yalnızca  kaba ve hantal yükleri  ile  yaşamaya  alıştırılmıştır . Zira  aydın  aristokrasisi  yalnızca  kendisine has  kıldığı  ve yalnızca  kendisine  âit  telâkki  ettiği  bu hayatta  kendisine  ayak  bağı  gürdüğü  insanın, idrake ve meseleleri anlamaya  götüren  bütün  yollarını  tıkamıştır. Zira modern aydın, karşısında kendisinden iltifatlar dilenecek yoksullar istemektedir. “Bu, sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır ki, insanlar onun âyetlerini düşünsünler ve temiz akıl sahipleri ibret alsınlar.” (Sad – 29)

Zaten hem birey olarak hem de toplum olarak hayatımızın geçmiş ve geleceğine dair derinliği olan bütün endişeleri bırakmışsak, bu aynı zamanda bizimdir diyerek arzulayacak herhangi bir temayülümüzün de kalmadığını gösterir ki, burası oldukça ürkütücüdür.

        Ziyad  Ebuzziya  anlatıyor : “ Bir  ara  bizim  gazeteyi kapattılar!  Ben  o  sırada Ankara ya  gitmiştim ... Basın  Yayın Genel  Müdürü  Selim  Sarper’ di. Aynı yazı CHP  yayın  organı  AKŞAM  gazetesinde de  var,  o  kapanmıyor, aynısı  bende, benim  gazete  kapanıyor!  Gösterdim  ve  neden  böyle? dedim ...  Bana  - “ Gayet  tabii  dedi , ben  senin gazeteni( Tasvîr-i Efkâr ) kimlerin okuduğunu  tespit  ediyorum.. Senin  gazeteyi  sakallılar  okuyor , ötekini (Akşam’ı ) sakalsızlar okuyor . Sakallılara  senin  yazı  başka  türlü  tesir  eder, onun  için  kapatılıyor “  dedi  (M. Emin Gerger / İnönü - Menderes Mücadelesi / s. 44) Evet, bu manzaranın bize uzanan çağrışımlarını görebilmemiz için, bizi daima uyanık tutacak kaygılarımız olmalı.

        20. yüzyıla  ait  perdeyi  daha  önceki  yüzyıllara  doğru  aralarsak,  göreceğimiz manzaranın hiç de iç açıcı olmadığını, nasıl bir anlayışı devraldığımızı, hangi karakter ve basiretten mahrum algılamalara varis olduğumuzu görürüz. Bu durum bir bakıma bugünkü dağınık halimizin köklerinin daha kolay anlaşılmasını sağlayabilir. Avusturyalılarla  aramızda  geçen bir  savaşta  Petervaradin de  şehit  düşen  Damat  Ali Paşa’nın yalnızca  katalogu  dört  cilt  tutan  kitaplarının  müsaderesi  için çıkan  irade  üzerine  bunlar arasında bulunan Felsefe, Tarih ve Astronomi kitaplarının  kütüphanelere  vakfının  caiz  olamayacağına dair  Şeyhülislam  Ebu  İshak  İsmail  Efendinin  fetvalar  düzdüğünü  görüyoruz(Adnan Adıvar-Osmanlı Türklerinde İlim- shf.142). Bu bize  gösteriyor ki; bazı  eserleri  makbul  ve  muteber  tutmak  şöyle  dursun onların genel  bir  kütüphaneye  vakfına  bile  razı  olmayan  bir  zihniyet  18.yüzyılda  hayâtiyetini  sürdürerek  bu  gayri meşrû  yasakçı  emanetini  kendisinden  sonra  gelen aristokrasinin  baronlarına  devreder.  Esasen bu tahakküm duygusu bütün insanlığın tarihinde vardır ve varlığını sürdürmeye de elbette devam edecektir. Ancak Müslümanların dünyasında bu vak’alar’ın zuhuru oldukça ağır yaralar açarak geçmektedir ki, sorgulamanın yapılması gereken yer de burasıdır. Hem yönetici elitin hemde onlarla uzlaşmayı seçen muhteris aydınların bu tahakkümcülüğü karşısında Volter  hangisi  iyidir  diye  soruyor : “Krallık mı Cumhuriyet mi ? ” ve cevabını  yine  kendisi  verir : “ Dört bin  yıldır  bu  soruyu  sormayan  kalmadı. Zenginlere  bakacak  olursanız  hepsi  aristokrasi  yanlısı; halk’a  bakacak  olursanız  demokrasi  yanlısı. Ancak  krallar  krallık  istiyor “ der.

         Goebels de  kitleleri  aşağı  yukarı  aynı  şekilde  açıklar. “ Michael “ adlı  romanında , insanlar  iyi  bir  şekilde  yönetilmekten başka  bir  şey  istemezler”  diye  yazıyor. Goebels’e  göre “ insanlar; heykeltraş’ın  elindeki  bir  taş  parçası  gibidirler. Lider  ve  kitleler  arasındaki münasebet  bir  ressam  ve  bir  tablo  arasındaki  münasebet  gibidir (Erich Fromm / Hürriyetten Kaçış / s.287)  Kalabalıklara hükmetmede Goebels’den daha farklı olmayan İttihatçı lider Enver Paşa da(****) benzer bir mütealâyı ortaya koyar. Enver  Paşa, Meclis-i Mebbusan’ı  lüzumsuz  bir  müessese  olarak  bulur  ve anlamsız  yere  dönen  bir  çark  olarak  müteala  ederdi. Bazı  düşüncelerinin  kanunlara uymadığı  söylendiği  zaman, böyle  bir  şeyi  havsalasına  sığdıramadığını  belirten  alaylı  bir  ifade  ile  güler  şöyle  söylerdi :” Yap kanun , olur kanun “ (Yakın Tarihimiz / c.1 s.42)

          İnsanlığın, ama özellikle müslüman’ın, günün getirdiği her türlü yıpratıcı ve küçük düşürücü  korkulardan kurtulabilmesi için, o heykeltıraşın  elinde yontularak biçimlendirilmeye  hazırlanmış  taş  parçası olmaktan  kurtulmak  mecburiyeti  vardır . Bunun da  ilk  şartı bedenlerin  sınırlarını  aşabilmek maharetidir. İnsanoğlu  böyle  bir  serüvenden  yara  alarak çıksa da  en  azından  istikbali  için  ciddi ve asil bir  kefaleti  ortaya  koymak zorundadır. Enver Paşa’nın  Sezar dan daha farklı olduğunu  nasıl  söyleriz? Arada  bir nefs-i  müdafaa yaparak  insânî  onurunu  ve inancının  gücünü  gösterenler de  çıkmıyor  değildi  ortaya,  ama Petrus  Borel’in  dediği  gibi  güçlerini  gördükleri  anda  zincirleri de  görüyorlardı . Keçeci  Fuat  Paşanın da  söylediği  gibi,  bizde  direktifler, her türlü buyurganlıklar  ve  muhtelif  toplum normları  dâima yükseklerden  geldiği  ve  halkın da  bunda hiçbir  katkısı  bulunmadığı içindir ki, sosyal  hayat  hiçbir  cephesiyle  değerlendirilmez  ama itaate mecbur kılar.

       Nadir  Nadi de, bir  gazeteci  olarak  kendi  döneminde  basın’ın  durumunu  şöyle anlatır: “Milli  Şefe  ve  CHP’ ye   dil  uzatmak  yasaktı. Hükümetin  genel  tutumu tenkit  edilemezdi. Her  gün ( oh, ne  iyi  ediyorsunuz, bundan  iyisi  can  sağlığı!) diye  yukarıya  alkış  tutacaksın. Baştaki  sen  bir  adım  arkadan  sağa, sola  saptıysa  sen  yine  bir  adım  arkasından sola. O  yerinde  durursa  sen de  olduğun  yere mıhlanacaksın. Yürürse  yürü  sende yürüyeceksin , hep  arkadan ...”  İşte  bir  çok yazarımız  belli  çizgide  yazmadıkları  için   çeşitli  cezalara  çarptırılmışlardı. (Doç. Dr. Çetin Yetkin / Türkiyede Tek Parti Yönetimi / s.218 )                                                                                               

      Böylece  prangaların  kelebekler  gibi  uçuştuğu bir dünyada,  insanın  kendisi  ile  haysiyeti  arasına  setler  kurulmaya  çalışılırken, gerçeklerden ayrıştırılan, bilgi kaynaklarından  mahrum  bırakılan ve seçkinlerin övdüğü dünyaya yaklaştırılan bireyin hem kendisini küçük görme alışkanlığı, hem de pasifleştirilerek olaylar karşısındaki kaygısızlık  duygusu derinleştirilir. Bu elbette kolay bir vakıa değildir ama, koca bir tarihi, nesilerin zayıf omuzlarına dert diye yükleyip gidenler maalesef arkalarında yeterince varisler  bırakmayı da ihmal etmediler.

        Eskiler :” Bârika-i  hakikat  müsademe-i  efkârdan  doğar “  demişler. İyi  ama nasıl? Bilgiden  ve  her  türlü  realiteden  ustaca  uzaklaştırılan  kitleler  kapılarını karanlığa  kapatmayı  nasıl  başaracaklar? Hele hele  aydınların büyük  bir  kısmı ellerine  tutuşturulmuş  kementlerle militanlaşıp, fikrin ve irfanın kanatlanacağı bir dünyada, ele avuca sığmaz çılgınlıklarıyla  Dante’nin  cehennemini  andıran bu  şölenden pay  toplamaya  çalışırlarken  nasıl?

              Artık  ne  dualarda  esenlik  kalmıştır  ne de  rüyalarda.. Aydınlar, garez  ve  şirretin en merhametsiz hıncını  kuşanınca şiirler bile o  nahif  romantizmini kaybederek militanların elinde müfrezelere döner ve ölümlü  insanın  diğerleri  üzerinde  açtığı  yaraları  alabildiğine  derinleştirir. Zorla  bilinci  kaybettirilen  toplumlarda  hâkim  güç  unsurlarının tek dayanağı; dünyası kuşatılmış, fikretme hüneri kaybolmuş, Rabbinin armağanları elinden alınmış, daha iyi görmesi engellenmiş bireyin itaat kabiliyetidir. Ancak hiçbir toplum geçmişinden taşıdığı korkular ve geleceğinden duyduğu endîşelerle yaşayamaz. Hayatınızdaki hüznün payı ne olursa olsun, eğer mü’minseniz, eğer gerçekten öyle hissediyorsanız Goebels’in elinde yontulan ve şekil verilen taş parçası olamazsınız. Çünkü bizi mutlu kılacak bir hayata ait malzemelerin ilham kaynağı olabilecek tüm öğeler elimizdedir. “Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüller derdine bir şifa, müminlere bir hidayet ve rahmet geldi.” (Yunus – 57 )

Vahyin bu sözleri şimdiye kadar yaşama fırsatını kaçırmış insanlara hayata dair sonsuz kurtuluş imkânları sunmaktadır. Hayatın bizim için daha yakıcı hâle gelmesinden önce bizler, aldatıcı bütün imgelerin, sloganların ve basma kalıp kanaatlarımızın masallarını yıkan ve bizleri asla yanıltmayacak olan müjdeyi ve ölümsüzlüğün rengini Muhammedî seslenişte bulacağız. Kendimizi gerçekten büyük ve adı anılmaya değer mücadelelere adamadan evvel, Ebu Zerr’i ve Ammar B.Yâsir’i hatırlıyalım. Nâdir zamanlarda da olsa kirpiklerimizden bir hırsız gibi süzülen göz yaşları hep aynı îman’ın göz yaşları mıdır? Ancak böyle bir mücadeleden zaferle çıkabilmek için, kendimizle yüzleşmemiz gerekecek ve nefsimize ağır gelse de, dersler çıkaracağımız îtiraflarımız olacaktır. Allah’ın ihtişamını hatırlamaktan ziyade, kendinden geçmiş kimseler olarak dünya’nın debdebesine daha yakın durduğumuzu ve bunun da Rabbimiz önünde bize utanç duyuracak ayıplar olduğunu fark etmeliyiz. Mü’min şunu asla unutmayacaktır; eğer kitabınızdan ayrı düşmüşseniz ve Allah Resulünü bir örnek olarak hayatınıza ancak nadir zamanlarda dahil ediyorsanız, yersiz yurtsuz kalışınız artık sizin yazgınızdır.  Ama eğer Rabbimizi tanımayı ve O’nu gerçekten sevmeyi, ama gerçekten sevmeyi öğrendiğimizde ve derinlerden açığa doğru çıktıkça duygularımız kirlenmemeye başladığında; işte o zaman bu soğuk, bu donuk, ruhsuz, aşksız ve güvensiz insanların dünyasında söyleyecek haklı bir sözünüz olduğunu daima hatırlayın..

 

     

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

………………………………………………………………

 

 

(*) Meraklıları, Nazım Hikmet’in Türk kadını ve daha geniş mânâda bu ülke insanı için yazdığı övgü dolu şiirlerinin yanında, Anadolu halkı için gerçekte neler düşündüğünü ve onları neye benzettiğini Şevket Süreyya’nın anılarında bulabilirler.

 

(**) Aslında kendisi de ileri bir ittihatçıdır ve İslam dinine karşı çok ciddi bir husumeti vardır. Matlada sürgünde bulundukları bir sırada, Ziya Gökalp’in “Dergâh” adını verdiği ve toplantı yaptıkları yere, sırf bu “Dergâh” adı’nın islâmi bir renk taşıması yüzünden katılmadığını kendisi söyler.

 

(***) Ne yazık ki, hadiselerin hep bireyi mağlup edecek şekilde tezahür etmesi’nin arka plânında, insanımızın şark zihniyetini aşamayışı ve bilgi toplumu olmada hep geri kalması yatmaktadır. Yakın komşularınızdan başlayarak Afganistan’a ve Pakistan’a kadar bakın. Ne görüyorsunuz?

 

(****) Zaten Enver Paşa kendi döneminde bir ittihatçı lider olarak ülkeye o kadar hakim olmuştu ki, Avrupalılar artık Devlet-i Aliye’ye “Enverland” diyorlardı. Siyaseten halletmekte güçlük çekecekleri bütün meselelerini teşkilatın tetikçilerine çok kolay hallettiriyorlardı.

 


Nurettin Özcan