๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 03 Kasım 2010, 18:37:29



Konu Başlığı: Yanlışların Anatomisi
Gönderen: Zehibe üzerinde 03 Kasım 2010, 18:37:29
Yanlışların Anatomisi

Ahmet Taşgetiren



Çağın basında İslam'a tanınan bir konum vardı. Uluslararası planda bu konumun özelliklerini şöyle belirleyebiliriz:

1. Ekonomik bakımdan geri. Sürekli dışa, yani dönemin güç merkezlerine muhtaç.

2. Ülke yöneticileri bu güç merkezlerine bağımlı. Bu bağımlılık hem maddî, hem ideolojik alanı kapsıyor. Yöneticiler kendi toplumundan ziyade gücünü dış dengelerden alıyor. Bu yönüyle siyaset tam bir ambargo altında...

3. Aydını, çağın güç merkezlerinin ideolojik yapılanışına hayran. Kendi toplumunun değerlerine yabancı. Bunlardan kurtulup, "çağdaşlaşma" sloganı ardında emperyalist güç merkezlerinin kültürel değerlerine meftun, İslam'ı geriliğin baş sebebi kabul ediyor...

4. Toplum uyuşturulmuş. Sindirilmiş. Kimliğin! şuurlu bir şekilde temessül ödemiyor... İslam, diri bir şuur inşa edecek yerde, toplumun sin-dirilmişliğinin bir uzantısı haline getirilmiş. ..

5. Kültür hayatı kimlik değiştirme sürecine sokulmuş...

6. Ve en önemlisi bütünlüğünü kaybetmiş...

Bu konum, adı konmamış bir sömürge konumuydu. Güç merkezleri, çağın basında, milletlerarası dengeyi İslam'ın bu çerçevedeki statüsü ile belirlemişlerdi. Onlara göre belki de bu denge, bu çağı sürükleyecek bir dengeydi.

Bu uluslararası konumun, ülkeler planına yansıyabildiği nispette yaşayabileceği bir gerçekti. O yüzden, çağın basından itibaren İslam ülkelerinde İslam için konum belirleme operasyonları yapıldığı görülür. Burada Türkiye'nin özel bir yeri vardır. Çünkü, uzun bir süredir, İslam dünyasının bütünlüğü, bu topraklar etrafında örgütlenmiş bir yapı ile sağlanmaktadır. O yüzden, operasyon alanı deyince, teker teker her İslam ülkesi, uluslararası konum belirleyiciler için önemli ise de, Türkiye farklı bir önemi haizdir.

Türkiye'de İslam için konum belirleme çalışmaları nasıl seyretti?

Millî mücadeleden çıkıncaya kadar hemen her kesimin ifadelerinde İslam'ın tek belirleyici olarak anıldığı söylenebilir. Milli mücadele, güç merkezlerine karşı verilen bütün bir İslam dünyasının onur savaşı olarak sunulur. Bu tavır, hem millî mücadelede, İslam dünyasının ve ülke balkının gönlünün ateşlenmesini sağlar, hem de millî mücadeleye öncülük edenlerin liderliklerini pekiştirir.

Millî mücadeleden başarıyla çıkılıp, toplum düzeninin belirlenmesine sıra gelindiğinde, İslam'ın konumu için yeni kriterler aranmaya başlanılır. Toplum düzeni, savaş şartları üzerine değil, Lozan gibi bir geçitten sonra ele alınmaktadır. Lozan geçidi, toplum yöneticilerine, uluslararası güç merkezlerinin nabzını ve onların istediği konumun ebatlarını verir, işte burada, millî mücadele ortamındaki değer yargıları bir hayli değişmiştir. O günün şartlarında, yönetim iradesini ellerinde bulunduranlar ve onların ideolojik perspektiflerini genel bir sistem halinde toplum katlarına iletmeye çalışan kesimler, İslam hakkında, aşağı yukarı bir asırlık bir olumsuz alt kültürün etkisindedir. Bu olumsuz değer yargıları, bizzat güç merkezleri tarafından İslam toplumunun aydınlarına pompalanmıştır. Toplum sistemi için her şey düşünülmektedir belki fakat, İslam hiçbir alternatifin içinde yoktur. Ya İslam için hangi konumlar söz konusudur?

1. Kimileri din değiştirip Hristiyan olmaktan söz etmektedir. Ahmet Agayef gibilerinin çizgisi budur. Bunların mantıkları şöyledir: Medeniyet Batıdadır. Batı ise Hristiyandır. Batılı olmanın yolu, küllî bir değişiklikten geçer. Öyle ise neden din değiştirmeyelim?

2. Pozitivist ve materyalist eğilimler istikametinde köklü değişikliklere gitmek. Sovyet Rusya'da Hristiyanlığa karşı yapılanlar örnek alınıp, Türkiye'de de benzeri değişiklikler yapılabilir! Din müessesesi, bütünüyle saf dışı bırakılabilir.

3. Bir diğer görüş ise, belirlenen düzene göre İslam'ın yontulması idi. Kimileri buna "dinde reform" diyorlardı. Kimileri "yeni bir din anlayı"şından" söz ediyorlardı. Kimileri "dini çağa uydurma" sloganı peşinde idi. Kimileri için dindeki "nesh" olayından hareket etme söz konuşu idi... Bu tavrın karakteri İslam'ın kalması, ancak ona yeni bir konum vermekti. Bu konumun özelliklerini de şöyle belirlemek mümkündür:

a. Ümmet karakterinden soyutlanmış millî bir din. Türk'e göre bir İslam.

b. Sosyal hayattan soyutlanmış, sosyal hayatı düzenleme ışını bütünüyle terketmiş, ferd vicdanına, o da belli ölçülerle hapsedilmiş bir İslam.

c. Devlet yönetiminden soyutlanmış, toplum düzenini belirleyici özelliği yok edilmiş bir İslam.

d. Bağımsız bir siyasal güç oluşturma imkanları ortadan kaldırılmış bir İslam.

Türkiye'yi yönetenler, bu üçüncü biçimi kendileri için daha uygun bulmuşlardı. Bu konumun çıkış noktası şuydu:

1. İslam'ı radikal hareketlerle ortadan kaldırmak mümkün değildir. Ne Hristiyanlığı kabul etmek, ne de radikal bir biçimde din müessesesini ortadan kaldırmak söz konuşu olamaz. İslam'ı Türk toplumundan söküp atamayız.

2. Ancak İslam'ı kendi bütünlüğü içinde de bırakamayız. İslam, hem ferd, hem toplum, hem de devlet hayatım düzenleyen bir bütüncül sistem olarak kendi bütünlüğü içinde de bırakamayız. İslam, hem ferd, hem toplum, hem de devlet hayatını düzenleyen bir bütüncül sistem olarak kendi bütünlüğü içinde bırakılamaz. Çünkü bu, bizim misyonumuza aykırıdır. Çünkü bu, yeniden İslam etrafında bir sistem oluşturma yoluna koyulmak demektir. Bunu ise biz istemiyoruz.

3. İslam, üzerinde her türlü reformist operasyon yapabileceğimiz bir sahipsizlik içindedir.

İşte bu üç gerekçe, Türkiye'yi yönetenleri "Ne İslamlı, ne de İslamsız" diye nitelenebilecek bir konumu benimsemeye yöneltti. İslam'ın toplum ve devlet hayatı ile ilgili belirleyici niteliklerine karşı radikal budama yolu seçildi. Bu, bir bakıma, bir kişinin, İslam'ı karşısına alıp, beğenmediği yerlerini kesip biçmesi idi. Falih Rıfkı Atay, "Çankaya" kitabında bunu "Kemalizm, ibadetler dışındaki bütün ayet hükümlerini kaldırmıştır" diye anlatır. Bu, bir çizgi olarak devam edip gitti. Zaten yönetimin ana karakteri de, bu seçimle ilgiliydi.

Yönetenler, İslam'ın iptal etmedikleri yönlerinde ise bir "din reformisti" gibi davranmayı benimsediler. Camilere sıra, elbiselikler konulması, ayakkabılarla girilmesi... Ezanın ve ibadet dilinin Türkçeleştirilmesi... mabetlere musikî aletleri konulması "asri ve enstrümantal musikî icra edilmesi..." Hacc'ın, zekatın bile yeni yorumlarla İslamî tanımlamanın dışına çıkarılması... Kadınların İslamî kıyafetlerinin değiştirilmesi...

Tavır, merhum Ali Fuat Başgil'in "devlete bağlı din" diye tanımladığı tavır idi. Bu tavra bir kere girilince, dinin düzenleyici özellikleri her şekilde kısıtlanabiliyor, buna karşılık, devletin ve her dönemde onu temsil eden kadroların dini kendi istedikleri biçimde yorumlamaları kapışı açılıyordu.

SONRA NE OLDU?

Hem milletlerarası, hem Türkiye planında İslam, kendisine belirlenen konuma razı olsa idi, hiçbir problemin çıkması söz konuşu değildi. Uluslararası planda İslam ülkeleri, çağın başındaki sömürge statüsünü pekiştirmiş, modem köleler haline dönüşmüş olacaklardı. Türkiye planında ise İslam, toplum hayatında belli belirsiz bir "etnoğrafik malzeme" görüntüsü verecekti. Oysa bu gerçekleşmedi. Gerçekleşemezdi.

Önce toplumlar bazında İslam, kendisine tanınan konuma razı olmadı. Bu, hem toplum gerçekleri yönünden mümkün değildi. İlim dışı idi. Çünkü toplum mekanik bir olay değildi. Öyle vida gibi sıkıştırınca sıkılmayı kabul eden, öyle boyacı küpüne batırılan kumaş parçası gibi girip çıkınca rengi değişiveren bir nesne değildi. Sosyal gelişmelerin ve kültür medeniyet değişmelerinin de kendisine has kanuniyetleri vardı. 1000 yıllık bir bütünleşmeyi, bir doku bütünleşmesini, elbise değiştirir gibi değiştiremezdiniz. Sonra, dün savaş gücünüzü yönlendiren bir iman olayını, bugün devre dışı bırakmaya kalkmanız, toplumca hazmediliverecek bir davranış sayılamazdı. Toplumu belki sindirebilirdiniz, ancak uzun vadede, bir şuur olayı halinde yaşamasını önleyemez ve bir noktada gün yüzüne çıkmasına mani olamazdınız.

Ayrıca, İslam böyle, üzerinde her türlü operasyon yapılabilecek bir din değildi. Bu, bizzat din mefhumuna aykırı idi. Din vaz etme yetkisini Allah her "yetkiliyim" diyene vermemişti ki... İlahî bir din üzerinde beşerî bir operasyon İslam'a nasıl kabul ettirilebilirdi? Öyleyse, bizzat İslam da kendisine verilen konuma razı olamazdı. Olmadı da.

İşte şimdi, hem ülkeler bazında, hem de milletlerarası planda, İslam'ın, kendisine tanınan "müesses konuma" razı olmayış sürecinin sonuçlarım yaşıyoruz.

Toplum planında, İslamî bilgilenme arttıkça, yani insanlar İslam kendi aslî bütünlüğü içinde öğrendikçe, İslam'a tanınan konumu sorgulama ihtiyacı hissediyorlar. Önce İslam'ı yaşama şartları tartışılıyor. "Neden İslam'ın şu bağlayıcı emrini yerine getiremiyorum" soruşu, sanırız, İslam'ı öğrenmeye başlayan herkesin zihnini meşgul ediyor. Sonra "duvarlar" keşfediliyor. Geçmişin muhasebesi yapılıyor. Uluslararası stratejik yapılanma ve bunun ülkelere yansıyan uzantıları gözleniyor. Kimi zaman bağımsızlık duygusu ile İslam'ı serbestçe yaşama probleminin birbiriyle bütünleştiğinin farkına varılıyor. Böyle böyle, İslam toplumlarında "müesses konum"u çarpık bulan ve toplum şartlarına daha uygun zeminler oluşturma çabalarına giren insan toplulukları oluşuyor. Kimi zaman bağımsızlık duykimlik bildirimi şeklinde kendini duyuruyor.

Ülke bazındaki bu gelişmelerin uluslararası konumu zorlamaması düşünülemez. İslam toplumları, kendilerine tanınan statüyü zorluyorlar. Dünya kuvvet dengesinin inşacıları bundan dolayı tedirginlik gösteriyorlar "İslam'ın ayağa kalktığı" tarzında Batı basınına yansıyan haber yorumlar, bu tedirginliğin göstergesi. Sovyet gündeminde de, ana maddelerden birisinin İslam gücündeki bu "bastırılmış öz" olduğunu söylemek yanlış olmaz, İslam, 60 yıl önce kendisine tanınan konuma razı olsa idi, yani müslüman ülkeler, manda, bağımlı, yarı bağımlı, sömürge statülerine razı olarak yeni bir güç merkezi olma yolunda potansiyel ortaya koymasalardı, "süper güçler"denen çağın güç merkezleri, hiç de İslam konuşma gereği duymayacaklardı.

Ama İslam kendisini konuşturacak. İslam ülkelerindeki yapılar, sosyolojik gerçeklere uygun hale gelinceye, İslam'ın bizzat kendi sistem bütünlüğü görülüp, toplumun İslam-la var olan ilgisi hukukî prosedürde sağlıklı bir statüye kavuşuncaya kadar gündemin ana maddeleri İslam çevresinde oluşacak. İslam'ın mü'minleri, daha sağlıklı bir yapı için gayret sarf edecekler, münkirleri ise mevcut konumu yeni barajlarla takviye ederek sürdürmek için. Ayrıca, içerde yaşanan bu gerilim dışarıya yansıyacak, dışarıda İslam ülkelerinin müesses konumu zorlama girişimleri de içerdeki gerilimi etkileyecek. Hem|de, müspet yönde. Amerika'nın Türkiye'ye uyguladığı ambargo ile Filistin'e karşı takındığı tavır bütün İslam ülkelerinde birlikte algılanıp, dünyadaki çarpık denge için yorumlara yol açmayacak mıdır? Yine aynı olay, İslam ülkelerinde Amerikan ve Batı yanlışı sistemlerin oluşum tarzı ve İslam' karşı tavırları üzerinde bir dizi değerlendirmeye konu olmayacak mıdır? Evet, dünya yüzünde, böyle, her gün o kadar olay cereyan ediyor ki...

İnsanın hak peşindeki şuur savaşı müthiş bir dinamiktir. Bu süreç devam edecektir, İslam artık hep gündemdedir.

SOVYETLERDE İNANÇ HÜRRİYETİ VE ACI BENZEYİŞLER

Uluslararası Af Örgütü'nün tesbitlerine göre, Sovyetler Birliği'nde cezaevleri, akıl hastaneleri ve çalışma kamplarında tutulan 300'ü aşkın siyasî tutukludan 20 kadarı müslümanlardan oluşuyor. İngiltere'deki İnsan Hakları Kuruluşlarına, Sovyetler'deki siyasî ve fikrî mahkumlarla ilgilenmeleri yolunda bir çağrı yapan Af Örgütü temsilcisi Diana Burbidge, müslüman mahkumların adlarını ve suçlarını şöyle açıkladı:

Nizameddin Ahmedov: Bir grup çocuğa Kur'an okumayı öğretmen.

İmam Aziz Hocayev: İzinsiz dini faaliyetlerde bulunmak.

M.Budanov; Dinî kitaplar satmak.

Sultanov: İslamî inançları yaymaktan 3.5 yıl hapis.

Ahmet Bekirov: Çoçuklara İslam'ı öğretmek ve dinî kitaplar satmak

N.Aliev, Z.Ahmedov, M.Recepov, U.Baymirzadeyev, İ.Ömerov: 15 yaşındaki bir grup çocuğa İslamiyeti öğretmek ve Kur'an okutmaktan beşer yıl hapis.

B.Kerimov-A.Niyaziov, A.Hasanov, Cemil Hocamuratov: Kur'an okumaktan 3'er yıl hapis:

Ekber Eskuluov: Kur'an okumak ve öğretmekten sekiz yıl hapis.

A.Ahmedova: İslamî inançları yaymak

Haberi okuyanca acı acı gülümsediğinizi görür gibi oluyoruz. Acaba kendi kendinize, zaman zaman bizdeki 163'üncü maddenin Sovyet Rusya'ya gittiğini mi, yoksa onlardaki baskı kanunlarının bize geldiğini mi düşünüyorsunuz?

Sovyetler, Ayşe Ahmedova'yı "İslamî inançları yaymak suçundan mahkum etmişler. Bizim Ahmet kızı Ayşe de herhalde başörtüsü taktığı için okuldan kaydı silinmişti. Fark? Hani fark? Demek inanç hürriyetim kısıtlama konusunda çağdaş Sovyet baskıları seviyesine çıkmışız. Ne mutlu! Sovyetler, Nizameddin Ahmedov isimli müslümanı, bir çocuğa Kur'an öğretmek suçundan hapse mahkum etmişler... Bizde de Hatice, Fadime, Zeyneb, Ümmühan teyzeler, evde mevlid okudukları için, izinsiz gösteri ve toplantı yapmaktan nezarete atılmıştı? Yoksa yüksek sesle ezan okuyan müezzin Mehmet Efendi'nin hoparlörü biraz kısması için kulağı mı çekilmişti? Bu benzeyiş karşısında acı acı gülümsemekte haksız sayılmazsınız.