๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 01 Eylül 2010, 13:10:58



Konu Başlığı: Yanlışın gölgesine bile hayır
Gönderen: Sümeyye üzerinde 01 Eylül 2010, 13:10:58
Yanlışın Gölgesine Bile Hayır

Hatalar, yanlışlar, günahlar… Ne kadar gerçekleşmesini istemesek de, önüne zor geçebildiğimiz beşeri zafiyetlerimiz. Kötülük, önce sahibini etkiler ve sahibine zarar verir şüphesiz. Fakat kötülüğün çapı büyüdükçe, sınırları genişledikçe, kötü eylemler ya da hatalar diğer insanları da etki yönüyle hedef alır. Sosyal hayatın seyri, bizleri farkında bile olmadan diğer bireylerle etkileşim içine sürüklemektedir çünkü. Giyim kuşamımızla, konuşma tarzımızla, düşünce yapımızla başka kişileri etkileriz ve dışarıdan da etkileniriz. Toplumun düzeni ve şekli insanla karakterize olur. İnsan topluma can verir, renklendirir, kaliteyi artırır. Her manada standardı yüksek bir toplum, anlam dünyası geniş, algıları güçlü bireylerle sağlanır. Ve yine insan sebebiyle kalite düşer.

Nasıl ki çevre kirliliği, nükleer ve kimyasal silahların açmış olduğu zararlar, tüm dünyayı etkiliyorsa, toplum içindeki manevi kirlilik de toplumun tüm fertlerini az ya da çok etkiler. Maalesef Türk insanı da yıllardır süregelen manevi yozlaşımdan, giderek daha çok nasibini almaya başladı. Türk milletinin, inancına, örf ve adetlerine bağlı olduğu gerçeği, giderek daha tavizkar bir yaklaşım çizildiği gerçeğini de yok etmiyor. Nazari planda herkes ahlaktan dem vursa da, uygulama noktasında yeterli bir aksiyon yok. Değerler ve kavramlar, allak bullak olmuş bir halde. Hem dindar olup hem de cahil olanlar ise, “sofinin cahili şeytanın maskarası olur” sözüne uygun bir pozisyona düşebiliyor çoğu zaman. İnsan kitap okuma engelli olunca, bilginin ve gerçeğin boşalttığı eksikliği de bilinçli politikalarca hazırlanmış yanlışlar dolduruyor. Sonuç olarak, Osmanlıya ruh veren tasavvuf kültürümüz başta olmak üzere, pek çok kültürel ve dini değerimize yabancılaştık. Ve her geçen gün iç ve dış mihraklar tarafından özenle hazırlanmış yozlaşım planları içerisine itiliyoruz.

Büyüklerimizi ne zaman şöyle bir geçmişe doğru götürüp, anılarından, karşılaştığı sıkıntılardan konuşturacak olsak, konuşmalarının sonu genellikle “siz ne sıkıntı çektiniz ki!..” cümlesiyle biter. Evet, bizler sıkıntı çekmedik, bir lokma ekmeğe muhtaç olunan ağaç yapraklarının bile yenildiği sefalet günlerini, sadece ninelerimizin, dedelerimizin anlatımlarıyla dinledik. Kurtuluş mücadelesinin ne büyük zorluklarla kazanıldığını, bizim rahat ve özgürce yaşayabilmemiz için çocukların bile cepheye gittiğini ama yarısından fazlasının donduğu için geri gelemediğini öğrensek de, göremedik. Fakat kuşaktan kuşağa yaşanılan olaylar, anılar yeni nesillere aktarılırken kanaat, sabır, vefa gibi bizi biz yapan özellikler aynı şekilde korunarak geçmedi. Belki de her şey hazırdan bulunduğu için, bu kadar çok kanaatsizlik ve sabırsızlık baş gösterdi.

Gördüğümüz birşey varsa, eminim dedelerimiz görmek istemeyeceklerdi ki; o da günahın, en ulvi değerlerimizin, nazarımızda öneminin yitirilmeye çalışılması. Gerçek olan bir şey varsa, o da hayatımızın tamamen Batı dublajlı yapılmaya çalışıldığı. Bir sıkıntı görmesek de, bağımlısı olduğumuz televizyondan görmememiz gereken her şeyi izliyoruz. Şükürler olsun Rabbimize ki, pek çoğumuz sefil bir hayat sürmüyor. Hatta giderek yaşam standardımız daha da yükselmekte. Maddi yönden en yetersiz insanların evinde bile çamaşır makinesi, televizyon, fırın gibi eşyalar var. Çoğumuzun evi sıcacık, savaş ortamında yaşayanlar gibi bir lokma ekmeğe muhtaç değiliz. Bizler de manevi yıkım ve manevi açlığın pençesindeyiz. Bu yıkımın da baş aktörü, tabii ki en etkili medya aracı olan televizyon. Özenle hazırlanan diziler, Pamuk Prensese yedirilen zehirli elma gibi çekici ve parlak bir biçimde, evlere servis yapılmakta. Konularındaki çirkeflik ise birbiriyle yarışacak halde. Haber programları, artık vahşetin ve caniliğin yankılandığı merkezler haline geldi. Anneler, çocuklarını kaçırılmaları korkusuyla okula bırakarak, dönüşte de okuldan alıyor. Böyle bir koruma güdüsüne eşlik eden anne dikkati ve uyanıklığı, gerekli ve güzel olmakla birlikte, güven ortamının ne kadar çok sarsıldığının da işareti. Bir kanalı açıyoruz, her türlü rezalet ve yarışmacıları aşağılayan seviyesizce hareketler yarışma adı altında yapılırken, öteki tarafta zaten başlarında kavak yelleri esen gençleri, biraz daha esintili ve cereyanlı ortama iteleyen gençlere yönelik diziler. Dizilerin ve filmlerin içinde hiç çocuklarımıza ibret verici olaylar yok mu diyeceksiniz? Var elbette, olmaz mı (!) iyilik, kötülüğün içerisine öyle uzmanlıkla yerleştirilmiş ki, kötülüğü anlamıyorsunuz bile. Hissetseniz de anlasanız da bir “dur” diyemiyorsunuz kendinize. Diyabet hastası olan bir kişinin, şekerin vücutta açtığı tahribatı bildiği halde, hiç oralı olmadan diyetine uymaması gibi. Bir insana kırk gün deli dersen deli olur derler. Günde kırk kere izlettirilen sakıncalı programlar, insanımızı karşı konulamaz bir şekilde etkiledi.

Sinek küçüktür ama mide bulandırır. Kendi benliğine değil, fiillerine küçümseyerek baktığınız ya da bakmanız gereken bir kişi, tahmin edemeyeceğiniz boyutta çevreyi olumsuz biçimle etkiler. Şöyle bir etrafımıza baktığımızda, Allah korkusunun ve vicdani muhasebenin zayıflığıyla, düşünmeden, pervasızca girişilen davranışları an be an üzülerek gözlemliyoruz. Ve bu gözlemlediğimiz, kötü örnek oluşturan davranışlar da, toplumun içine sızarak ister istemez pazarlıyor kendisini. Üzücü olan da, bu kişilerin Müslüman ola ola dinimizin güzelliklerine bu kadar uzak olmaları ve sözüm ona, ne yapalım herkes böyle sözleriyle savunma yapmaya çalışmaları. İşte çevremizde körler çoğaldıkça, körlerin yanında yatanların şaşı kalkması da, hiç de garipsenemez ve bir o kadar da acınası bir hal almakta. Yani güleriz ağlanacak halimize derler ya.

Böyle bir ortamda anne ve babaların da işi bir hayli zor olmakta. Eğitimli olsun ya da olmasın, ebeveynlerin çocuklarını bu yoğun yozlaşım akımından en az zararla çıkarmaları için teyakkuz halinde olmaları gerekiyor. Çocuklarımızın arkadaş çevresi ve arkadaşlarının aileleri hakkında araştırma yapmamız, yanlışları önleme noktasında faydalı bir hareket olacaktır. Onların bizimle arkadaşça konuşmalarını, dertlerini paylaşmalarını istiyorsak, hata da yapsalar her an yanlarında olduğumuzu hissettirirsek konuşmanın seyri de daha sağlıklı bir şekilde ilerleyecektir. Zaman zaman çocuğunuzla sohbet ederek kendi anılarınızdan, onun yaşındayken hissettiğiniz duygu yoğunluğu ve başınıza gelen hatalardan nasıl ders çıkardığınızdan bahsederseniz, kaliteli bir iletişim kurmanız kolaylaşacaktır. Her ne kadar bizim genlerimizi taşısalar da, bizlerden ayrı bir insan olduklarını, onların da var olma ihtiyaçlarının doğal olduğunu kabul ederek, güdülüyor psikolojisine sokmadan güçlü bir alt yapı hazırlayabiliriz. Tabii çevrenin yan tesirlerinden çok, bizim yanlışlarımızın da onların benliğine işlendiğini de unutmamak lazım. Çocukların algı dünyaları, donmamış beton gibidir. Üstüne ne yazarsanız, o şekilde donar. Eğer hataya düşmesinler diye çok sert bir politika izlerseniz, onları istemeden daha büyük yanlışlara sürükleyebilirsiniz. Belki telafisi imkânsız yanlışlara… Yasaklar, insanları bir yere kadar sınırlayarak koruma altına almaktadır. İnsanın inancına, değerlerine, kimliğine, diline sahip çıkması, sadece yasaklarla değil, almış olduğu eğitim ve terbiyeyle sağlanır. Bir çocuğun almış olduğu ahlaki ve dini eğitim, gelecekte oluşacak sağlam karakterinin temelini atar. Bu sebeple çocuklarımıza dini eğitim vermemiz şarttır. Ancak inancın gücüyle, ayaklar sağlam bir şekilde yere basar.

Çok ince stratejilerle pek çok insanımızın algı dünyasına, art niyetli kişiler tarafından İslam’ın doğru ve çağdaş yorumlanması adı altında, kötülüğü normalleştirerek, yanlış ölçüleri sıkıştırdılar. Suya sabuna dokunmayan bir tevhid inancının oluşması, dinimizin hükümlerinden rahatsız olanların işine gelecekti çünkü. Suya sabuna dokunanların da doğal olarak yobaz, anti modern olarak görülmesi ve toplumumuzdaki kutuplaşmaların artması da bunun bir getirisidir zaten. İşte en acı olan da bu. Emirleri inkara yeltenseler herkes isyan edecekti tabiatıyla. İslam dinini güzel kavrayamamak sebebiyle, Müslüman kimliğini öne çıkaramayanları, ibadetlere, dini hükümlere yavaş yavaş sinsi taktiklerle dudak büktürdüler. Günahı algılama, günaha bakış açımıza dair ölçü, İslam’ın her alanında olduğu gibi yine orta yolu tutmak olmalıdır. Günahı ne aşırı abartıcı, ne de onu küçük görücü bir tutum izlememeliyiz. İslam kötüye ve günahkâra değil, kötülüğe ve günaha düşmandır. Kişiliği ve insanın zatını, özünü korur. İslam şeriatına göre Hıristiyan bir kişi, alenen sokakta içki içse, devletin güvenlik güçleri ona engel olur. Peki neden? Hıristiyanın içki içmesi günah değildir oysaki! Bu hüküm, İslam’ın günahkâra değil, günaha karşı olduğunun delilidir. Dinimiz, açıktan işlenen günahların başkalarına örnek olmasını ve diğer fertlerin de bu fiilden zarar görmesini önleyerek, toplumu bütünüyle korur. Müslüman bir kişi günahkârı değil bizzat günahın kendisini karşısına alınca, hoşgörü ve tevazu, affedicilik de peşin peşin gelir. Karşısındaki günahkâr bir insanın tövbe edip değişerek, kendisine fark atabileceği bilinciyle mütevazı bir duruş sergiler. Aynı zamanda günah illetinin insana yapışan ünvan gibi bir şey olmadığını bildiği için de, günahından tövbe ettiği zamanlarda da benliğine olan inancını, öz saygısını zedelemez, sadece böyle bir günaha düşebildiğini gördüğü için daha fazla tetikte olur. Günahı sebebiyle, ruh dünyasını sarsacak şekilde buhranlara girmez, kendisini günahıyla aşağılamaz. Bu durum, savaş öncesinde askerlerin vakarlı, öz güvenleri yüksek bir şekilde motive edilmelerinin sağlanması gibidir. Düşman büyük görülürse, insanın eli ayağı birbirine dolaşır, cesareti kırılır. Düşman küçük görülürse, serbest davranılarak, ummadığın taş, baş yarar şeklinde umulmadık bir mağlubiyet gerçekleşebilir.

Resulullah Efendimiz ‘’kim bir kötülük görürse onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmezse diliyle düzeltsin, buna da gücü yetmezse kalbiyle buğuz etsin ki, bu da imanın en zayıf olanıdır” buyurmuştur. Resulullah’ın kötülük karşısındaki tavrın en zayıfı olarak vasıflandırdığı buğuz etme yönüyle bile bir eksiklik yaşıyorsanız, ibadetlerinizi yapa yapa yanlışa çanak tutuyorsanız, bu tutumunuz, niyet noktasında bir yamukluğunuzun olduğuna delildir haliyle. İhlâslı bir şekilde, bütün bütüne Allah için yapılan ibadetler insanın elini, yüzünü, kalbini, değiştirir. İnsan, ibadetlerini yaptığı halde bir taraftan da çevresindeki kötü fiilleri onaylıyorsa , İslam’ın insanı onaran, yücelten, derinleştiren, itikadi yapısına, özüne inilmemiş olunur ki, sadece taklidi bir kalıpla baş başa kalınır. Bu sebeple batıla karşı alerjinin gelişmemesi, giderek itikadın da yara almasına sebep olacaktır.

Zaten televizyonla ve başka dejenerasyon kaynaklarıyla yapılmak istenen de budur. Siz bizim değerlerimizi hiçe sayan programların karşısında, “aman canım gerçek mi?” diyerek savunma yaparken, nefsiniz size büyük bir kazık atmıştır bile, çocuklarınızın vebalini de sizin üzerinize yıkarak…

İnsan, sonsuz nimetler vaat edilen dünyaya karşı, sonlu olan dünyayı tercih eder mi, sonsuzluğu, sonlu dünyaya bir kalemde satar mı? İmanı ve aklı olan bir kimse asla satmaz. İçeriden nefis, dışarıdan da sizin kendilerine benzemenizi isteyen kötünün uşakları sayesinde yavaş yavaş bu acı gerçeğe sürükleniliyor ne yazık ki. Bişr-i Hafi Hz. belki çok önemli gibi sayılmayacak bir ameliyle, çamura düşmüş olan “Allah” lafzını temizleyip, odasının duvarına asarak, Allah’a bir adım attı. Allah da onu bataklıktan çıkararak hidayet kapılarına ulaştırdı.

Bizler ne kadar Allah’tan yana, dinden yana tavır takınırsak Allah da bizden yana tavır alacaktır. Dinin ona göresi, buna göresi, şuna göresi olmaz. Allah, dînî emirleri spor olsun diye yaratmamış. Zamanın kepazeliklerinden kurtulmak, batıla karşı alerjinin gelişmesiyle; batıla karşı alerji ise doğru bilgi ve dini emirlerin dışına çıkmamakla mümkündür. Ancak bu şekilde uyanık kalınabilir. Unutmamalıyız ki Mehdi, uyuyanı uyandırmayacak.



Şeyda DAL