๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 01 Aralık 2010, 18:42:33



Konu Başlığı: Yanlış alarm
Gönderen: Sümeyye üzerinde 01 Aralık 2010, 18:42:33
Yanlış Alarm


Mesken, işyeri ve otomobillere yerleştirilen alarm cihazları, görünmez kaza ve belalara karşı ne tür bir tedbirdir? Biz bununla, yani doğru ve yararlı alarmla ilgilenmiyoruz. Bu yazı çerçevesinde bizim ilgimiz daha ziyade yanlış alarmlara odaklanacak. Nasıl mı? Farz edin ki andığımız alarm cihazlarının uzaktan kumandalarına yanlışlıkla birileri tarafından basılmıştır. Cihazın o sinir bozucu sesi ortalığı velveleye vermektedir. Sesi işiten bölgelerde yaşayanların telaş ve tedirginliği, kimilerinin korkusu, yaşayacakları şok, seyirlik bir manzaradır. Kumandayı kullanan kişi ortaya çıkıverip, yanlışlık olduğunu açıkladığında, kimsenin siniri yatışmaz. Aksine belki daha üst perdeden yanlışlığı yapana içlerinden ve dışlarından yüklenirler. Öyle ya, bunca insanın durduk yerde ödünü kopartmaya kimin ne hakkı vardır?

 

Savaş, saldırı tehlikesi ihtimalinde şehirlerde, kalabalık muhitlerde sirenler çalar, türlü alarmlar verilir. Sivil insanların sığınaklara, korunaklı yerlere ulaşmaya vakitleri bulunsun istenir. Kimi askeri tatbikatlara da alarm verilerek başlanır. Alarm cihazlarının kumandasını elinde bulunduranların, tıpkı pilotlar gibi, sinirleri çok sağlam kişilerden seçildiğini biliyoruz. Çünkü bazen küçük yanlışlıklar büyük ve tamiri imkânsız sonuçlar doğurabilir. Lakin değil mi ki aletlerin başında insan unsuru vardır ve insan da unutkan bir yaratıktır. Bu sebepten tarih, benzer vahim yanılgılara şahittir. İnsan unsurunun bulunduğu her alanda aynıyla vuku bulması ise kaçınılmazdır.

 

İnsanların mal ve canlarına zarar verecek yanlış alarmlar elbette hiç kimse tarafından arzulanmaz. Basit, küçük dikkatsizliklerin sonucu yaşanan olaylar, kazayla bile gerçekleşse istenmeyen, sevilmeyen ve onaylanmayan beşeri kusurlardandır. Kusur diyorum, suç demiyorum, çünkü yanlış alarmların en azından şu bahiste iradeyle, bilinçli bir biçimde yaşatılmadığını kabul ediyorum.

 

Düşünce ve inanç alanında da yanlış alarmlar vermek mümkün müdür? Verilirse doğuracağı sonuçlar nelerdir; bir düşünelim. Ünlü Fransız düşünürü Gustave Le Bon ‘Kitleler Psikolojisi’ adlı eserinde şöyle bir tespitte bulunuyordu: “Kitleler delil ve ispatlarla değil, modellerle sevk olunurlar.” Düşünürün söz konusu bakışını yedeğimize kılavuz sıfatıyla alarak biraz ilerleyelim. Hatırladığım altmışlı yıllardaki ilk yanlış alarm, şu içerisinde yaşadığımız baskıcı kapitalist ve Kemalist sistemde, Müslüman kimliğini benimsemiş kitleleri, Komünizmle Mücadele Derneği etrafında toplamaktı. Bunu kim yaptı, bizzat sistemin bir marifeti miydi; yoksa Müslümanların saygı duyduğu kimi kanaat önderleri mi, bilemiyorum. Bu yanlış alarmın sinyalleri, bence, Müslümanları asıl yollarında ilerlemekten en azından yirmi yıl geri bıraktı. Hürriyetleri kısıtlayanlar kapitalist yöneticilerdi. İslâm’ı sosyal siyasal boyutlarından soyutlayarak, tıpkı Hıristiyanlık gibi yalnızca bir manevi cihazlanma öğretisine indirgeyen ise Kemalistlerdi. Peki, onları bırakıp Müslümanlar neden yirmi yıl (kimileri hala) Komünistlerle savaştılar? Bence bir yanlış alarm sebebiyle…

 

Benzer tip yanlış alarmların, kusur yahut suç sınıfından hangisine dâhil edileceği hususunu, ben okuyucuma bırakarak örneğimi sunacağım.

 

Bir vakitler, Müslümanlık iddiasını her iddianın önünde tutan kimi kesimler, “Hükûmet bizden olmasa da devlet bizim” sloganını mantık kuramı haline getirmişlerdi. Mademki “Devlet bizim”di o halde hükûmet neden “bizim” olmasındı? Bir yanlış alarm da o sırada verildi. Hükûmete talip olundu; arka plandaki sahici iradenin sahipleri söz konusu taliplerin önünü açtılar. Kendilerine çok arzu ettikleri hükûmeti ikram ettiler. Onlar hükûmete gelince durum değişti. “Devlet biziz” yanılgısına düştüler. Devletten çok devletçi tepkiler vermeye başladılar. Halklarının başını okşarken o ceberut “devletten farkları yoktu.”  (İfade sevgili şair Hakan Albayrak’tan alıntıdır.) İlhami Güler’in harika bir benzetmesi var, böyleleri için diyor ki: “Mücahitler müteahhit oluyor; Tasavvuf tasarrufa dönüşüyor; bir lokma bir hırka, bir villa bir mazdaya dönüşüyor.” Bakar mısınız, bir yanlış alarmın açtığı vahim neticelere?

 

Biraz da halen sürdürülen yanlış alarmlar üzerinde duralım. Şu “Birlik Beraberlik” teranesini ele alalım. Bu ülkede “Kürt Sorunu, Alevi meselesi, PKK-Güneydoğu, Peygamber ocağı askerlik, Ermeni meselesi” ne zaman hatırlanacak olsa, arkasından “Birlik Beraberlik” yaftası yakıştırılır. Öyle erdemli insanlardır ki bu ülkenin, her biri ayrı dünyalarda öbeklenmiş, her kesimi; tümünün dileği birdir; hepsi “Birlik ve Beraberlik” aşığıdır. Asker, sivil, bürokrat, vatandaş, tarikatçı, partici hepsinin ideali aynı sözdür. Bizi asıl ilgilendirense mevzu Müslümanlıktan açıldığında hatıra gelen aynı slogandır: “Birlik ve Beraberliğimizi bozmayalım.” Bununla Müslümanların ne yapması istenir? Birbirlerine düşmemeleri, saflarını daha sıklaştırmaları, hata ve kusurları şimdilik görmezden gelmeleri, geniş hoşgörü ve müsamaha sahibi olmaları falan. Ancak Müslümanlar hangi liderin arkasında toplanacaklardır? Hangi temayül önderlik edecektir? Mezhep, meşrep, tarikat farklılıkları nereye konulacaktır? İhtilaflar, üstü örtülerek kemikleşirse, hangi çekiç bu kemikleri kıracaktır? Diyelim ki çözümsüz ve kördüğüm bir ihtilaf vuku buldu. Ölçüleri, kriterleri ne ve/ya kim olacaktır? Bir ortak payda, bir ortak akıl bulunmuş mudur? Herkes tarafından ulaşılan ortaklık benimsenmiş midir? Yoksa yine her meşrep kendi fırkası içerisinde memnun ve mesut hayatiyetini sürdürecek midir? Onlara şu meali hatırlatmanın zamanı geçiyor bile: “Dinlerinde fırka fırka olup Şia’lara bölünenlere, senin yapacağın bir şey yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır. Allah onlara yaptıklarının hesabını soracaktır.” (6 En’am 159)

 

Suallerin cevabı arana dursun biz yeni sualler ve parantezler açalım. Ülkede bir vakitlerden beri bir namaz platformu/ furyası başlatıldı. Namaz üzerine oturumlar yapıldı, çok satan kitaplar yayımlandı. İyi niyetli maksat herhalde şuydu ki, zaten Allah Resulü’nden daha ziyade namaz kılan bu toplumda, namaz kılanların sayısını daha da çoğaltmak. Yalnız benim izahta zorlandığım bir husus hala aydınlanmış değildir. Mesela normal zamanlarda meşrep, mezhep farklılığı sebebiyle bir araya gelme ihtimali bulunmayan kimi yazarçizerler, namaz söz konusu olduğunda beraber olabildiler? Bu nasıl gerçekleşti diye şiddetli bir merak, sinemi dövmektedir. Öyle ya, mesela İman söz konusu edildiğinde asla tarifinde anlaşamayacağını düşündüğüm insanlar, nasıl oluyor da namazı konuşurken birleşebiliyorlar? Ben anlayış özürlü birisi miyim, yoksa bu da bir yanlış alarm mıdır? Ben ki “Camiye yalnız namaz kılmak için gitmek bid’attır” düşüncesini dile getirmiş birisiyim. Ve ben ki Müslümanların “İbadethane” diyerek, yaşanan hayattan kopardıkları bir mekâna ihtiyaçları yoktur inancındayım. Çünkü bütün “yeryüzü müminler için mescittir.” Ve İslâm, asla bir tapınak dini değildir. İbadet de tapınma anlamı taşımıyor. Bir sual daha, herkes elini vicdanının üzerine koyarak düşünsün, öyle cevaplasın. Mevcut nüfusu iki milyara yaklaşan Müslüman coğrafyada, halen namaz kılanların sayısı, aynı şekilde varsayalım ki tam on misli çoğaldı. Söyler misiniz, ne değişecektir? Kim şuna inanıyor; mevcut namaz kılanların, mevcut bilinç ve basiret yoksunluğunu sürdürürken, sayılarının on misline çıkması, onların zilletini eksiltecek, kâfirler karşısında muzaffer kılacaktır? Mümkün müdür böyle bir şey?

 

Ayrıca salt istatistikî anlamda çoğalmak, hiçbir bilinç ve basiret yenilemesi yapılmadan, salt kemiyette yükselmek, belki bir kitle (hatta kütle)yi var kılabilir. Ama unutulmamalıdır ki “kitleler her vakit zekâca münferit insanın aşağısındadır; kitlelerin kendilerine kabul ettirilmiş fikirleri vardır; muhakeme mahsulü fikirleri hiç yoktur.” (Alıntı Gustave Le Bon a.g.e.) Bu yargılar, biraz düşünen insan için, aralarında yaşadığımız toplum nezdinde, çok acı bir gerçeğe işaret etmekten gayrı bir anlam taşır mı? Bir de var ki, insan kitlesini hayvan sürüsünden ayıran akletme/ irade yetisi, ferdi bir etkinliktir. Tıpkı iman gibi. Müslüman olmak kitlesel bir hadiseyken, mümin olmak, tamamen kişinin hür iradesine dayalı şahsi bir eylemdir. Akletme/ irade fiili, hiçbir ferdin sırf kitleye katılma uğruna feda edemeyeceği yegâne/ biricik malzeme, onsuz insan bile sayılamayacağı tek tutamağıdır.

 

İslâm dünyası son asırlarda Afgani ile başlayarak hatta Said Nursi’nin bile katıldığı bir iman seferberliği açmıştı. Mehmed Akif ve Muhammed İkbal’in şiirlerinde şahikasına erişen bir davet vardı. Sahici bir alarm verilmişti. İslâm dünyasının yegâne problemi sahih bir iman ve ahlaktan yoksun kalışı değil miydi? Peki, bugün neden geri adım atılmaktadır? Niçin sahici alarmı ihmal ederek yeniden yalancı alarmlarla ahali aldatılmaktadır?

 

Soruyorum yeniden, “Emri bil ma’ruf nehyi ani’l münker”i sükût geçerek, zalim sultalar karşısında itaatkâr uşak tavrı takınarak, fuhşiyat kapısında suskun kalarak, en nihai ve en hayati emellerini biteviye gizleyerek nereye varılacaktır? Fırka (asla cemaat değil, En’am 159 hatırlansın) mensubu her üyenin, dünyalık bir iş ve nimete her halü karda sahip bulunduğu, asıl emelini ve kimliğini yıllarca gizleyerek sürdürdüğü bir ömrün, sizce bereketi olur mu? Cemaat değil de niçin fırka dediğimi anlayan anladı. Soruyorum  “Birlik ve Beraberlik” teranesi uğruna azıcık şirk’e göz yumulabilir mi? Eğer yumulamazsa, öyleyse niçin bir “İman seferberliği” başlatılmıyor da “Namaz seferberliği” ile hadise geçiştiriliyor? Birlikte namaz platformuna çıkan arkadaşlar, azıcık imanı da konuşun bakalım. Namazdaki kadar birbirlerinizi onaylayacak mısınız? Gelin biraz da iman ile birlikte adalet ve ahlaktan bahis açalım, var mısınız?

 

İbn-i Teymiye, “İman kalbin fiilidir” demişti. Akleden kalbin ana fiili elbette imandır. Ve Âdem aleyhisselam ile Son Allah Elçisi arasındaki bütün nebi ve resuller hep aynı şeyi tedris etmediler mi: “Allah’a ve ahiret gününe iman ve Salih amel.”

 

Ben de aynı kanaatteyim: “Namazsız Müslüman olmaz!” Elhak, bu söz doğrudur. Ve lakin ben son kez soruyorum: “Peki, imansız Müslüman olur mu?” Hatırınızdan sakın ki tıpkı namazda gördüğümüz gibi “olmaz!” cevabı geçmesin. Zira yaman şekilde yanılır, yanlış alarm vermiş olursunuz. Ne yazık ki ve maalesef sualin cevabı tersidir. Ve imansız teslim olanlar vardır. İsteyen açıp bakıversin Kur’an’a: 1.“Bedevîler ‘Biz imana erdik’ derler. De ki: ‘Siz (daha) imana ermediniz, teslim olduk demeniz daha doğrudur; çünkü iman henüz kalplerinize girmiş değil.” (49 Hucurat:14) 2. “Onların çoğu Allah’a ortak koşmadan iman etmez.” (12 Yusuf 106) 3. “Ey o bütün iman edenler! Allah’a da, Resulüne de, Resulüne tenzil buyurduğu Kitaba da, daha evvel inzal buyurduğu Kitaba da iman edin!” (4 Nisa:136)

 

Yanlış alarmın çok önemli bir hususiyeti vardır; sahteliği çabucak anlaşılır. Şimdi bizler de düşünce ve inanç hususunda yukarıdan beri zikrettiğimiz yanlış alarm vericilerine sinirlenmekte haksız mıyız? Alarmın zaten kendisi sinir bozucu bir aletken bunun yalan yere, yanlışlıkla çalması düşünün ne korkunç sıkıntılara vesile olacaktır/ olmaktadır.

 

Son sözüm şudur: Salih amel ancak ve sadece sahih bir imanın tezahürü ve/ya eseridir.


Metin Önal Mengüşoğlu