๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 21 Ekim 2010, 15:16:45



Konu Başlığı: Yağmurlu yazgılar
Gönderen: Sümeyye üzerinde 21 Ekim 2010, 15:16:45
Yağmurlu Yazgılar


“Sonbahar… Bu gece buğun düşmüş sanki yeryüzüne… Sade bir sarılık ve ıssız bir mavilik saklı kokunda. Bakışında, ağlamaklı, yağmurlu bir derinlik düğümlü gibi… Düşe benziyor, avuçlarındaki şu sönmüş sıcaklık…
Sonbahar, bil ki, buhurdanlıktır bu gece ruhum; hüzünlü gönüllere doğru uçacağım.
Ve sızacağım uykunun en çiçeksiz rüyasına…”
Neşeden yana solmuş yüzünü dalgın suların aynasında kaydıran, baharın en rüzgârlı yanıydın sen sonbahar… Senindi yazdan arta kalmış sıcaklık ve kıştan ödünç alınmış soğuklar…
Çiçek mevsiminin sonuna koyu sarı rengiyle iliştirilmiş bir dipnottun sanki… Sonların aslında ilkler kadar yakın olduğuna dair hafızalara düşülen bir şerhtin. Her seneye bir tane bahşedilen, her yılın alnında yağmurlu bir yazgıydın.
Söyle şimdi bana, imkânı var mıdır?
Kalbime değiverse de gri renkli kuşların kanatları, rüzgârda savrulan bir tohum gibi topraklarına düşsem. Çiçeklerin bu sarı yası gözlerinden gözlerime dokunsa da, unutulmuş bir yel gibi tohumların minik bedenlerine değip essem…
İmkânı var mıdır?
Kimi zaman sıcaklaşan gökyüzünün o mavi iltifatlarına dayanamayıp açan en son çiçeğin, benim rüyalarımın geciken baharının ilk çiçeği olsa…
İmkânı var mıdır?
Serçelerin hoplaya zıplaya yürüdüğü bahçe duvarlarına sessizce konuvermiş, suyu çekilen sarı yaprakları toplayıp içimde bir yerlerde biriktirsem… Biriktirsem de, vaktin bitimli olduğunun ve bir gün benim bedenimin de candan böyle azat edileceği bilgisini hem kalbimin hem de zihnimin başköşesine kazısam…
İmkanı var mıdır, ağaçların yeşilliğinden soyunmuş dallarına değen bütün pencereleri dolaşsam da, dallarda o iğreti ayrılığı bekleyen gözlerin hüznünü tek tek toplasam.
Kuru yaprakları uzun bir ipe tek tek geçirip o ipi bütün evlerin kapısına assam… Ev sahiplerine : “İşte bu yapraklar da bir zamanlar hiç kopmayacaklarını sandıkları dallarına yapışmış ince meltemlerle güneşi, güzel havalarda insanları seyredip seyr ü sefa ediyorlardı… Yanıbaşlarında duran sahiplendikleri meyvelerini şefkatle kucaklayıp esen yellere fırsat vermiyorlardı ” desem… Oysa sen sonbahar, bütün alımlı salınışları, meyveli ve güneşli zamanları hiç habersiz bir anda bölüverdin… Sararan benizlerinden önce can çekilir gibi oldu sonra kader onları, dala bağlandıkları en ince yanlarından koparıverdi… Aslında her insan da bir yaprak değil miydi dünya denilen bu koca dalın üzerinde? Değil mi ki, kaderin mevsimler arasına sakladığı herkese ait bir bahar sonu var, o zaman sen kuru çiçeklerinle mutlak sonu hatırlatan bir hüzünlü elçisin. İki bahar arasına sıkışmış yazdan önce açan taze çimenler, uçlarının kurumaya başlaması ile nasıl ki senin geleceğinden bahsediyorlarsa, yazdan sonra yavaşça ölen yaprakların da bir ilkbaharda yeniden canlanacaklarına dair içlerinde muştular taşımakta; öyle değil mi?
Solmaya güz tutmuş bir âlemsin sen, uyumaya yüz tutmuş canlılar senin koynunda, boşalmaya düş kurmuş gökyüzü tepende ve suya yanmış toprak ayaklarının altında… Yani şarkısız bir zaman gibisin. Sabahları günışığına takılıveren kuş cıvıltılarından yoksun, gönlü sarhoş eyleyen çiçek kokularından yoksul. Sarı yapraklar ve aç toprağa koşan yağmurlar… Kollarını yağan rahmetin serinliğine açmış, yoksunlukların yoksulluğuyla bahçelerde meçhullere karışmaya hazırlanan yalnız bir dervişsin. Seni asıl güzel kılan da, kaderinin sana bahşettiği bu yağmurlu yazgına kanaatkârlığın olsa gerek.
Herkes albenili renklere, parlak güneşe, gelinlikli tarlalara, zambaklı bahçelere taliptir de, söyle sonbahar sendeki gizli güzelliğe kim taliptir? Senin bu solmuş yüzün bana sonsuzluğu hatırlatır da, hep hüzne koyar kalbimi. Değil mi ki, seni böyle yaratan, hüzünlü kalpleri sever, o zaman, boynunu bükmüş çıplak dallı ağaçlarınla, rahmetle ıslanmış sarı yüzünle, mahcup edalarla yaprakları savuran yelinle sen de benim ilkbaharım ol…



Zuhal GEDİK