๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 06 Ekim 2010, 16:15:56



Konu Başlığı: Vakıf insanlar ve din
Gönderen: Sümeyye üzerinde 06 Ekim 2010, 16:15:56
Vakıf İnsanlar ve Din

a. Vakıf ve Vakıf İnsan Tanımı

Sözlükte, tasarruftan alıkoymak, hapsetmek anlamına gelen vakıf, terim olarak, bir mülkün menfaatini insanlara tahsis edip, aslını, ebediyyen Allah'ın mülkü hükmünde olmak üzere mülk edinme ve edindirmekten alıkoymaktır. (Bilmen, 4:294; Zuhayli 1992, 10:243)
Tariften de anlaşılacağı üzere vakıf, mülkün/servetin insanların yararına kullanılmak üzere Allah yoluna adanmasıdır. Dolayısıyla insan yararına olmayan ve Allah'ın ölçülerine uymayan işlerde vakıf söz konusu değildir. Buna göre Kur'ân'ın ifadesiyle "Biz Allah'a aidiz ve O'na döneceğiz" (Bakara, 2/156) diyen her Müslüman, malı ve canıyla bir anlamda vakıftır. Bu sebeple Müslüman'ın aklı, malı, canı, namusu ve dininin dokunulmazlığı vardır ve bunların hepsi son derece muhterem ve değerlidir..

Yeryüzünün en önemli ve en eski mabedi olan Ka'be'nin Hz. Âdem tarafından inşa edildiği (Hamidullah 1981, 27) ve onun Allah'ın Evi olarak isimlendirilmesi düşünülürse, ilk vakfın ilk insanla başladığı ve ibadet temeline dayandığı kolayca anlaşılır. Onun için İslâm hukukçuları, vakıfta kurbeti, yani vakfın Allah'ın hoşnutluğunu kazanarak O'na yakın olma arzusu ile yapılmış olmasını vakfın temel şartı saymışlardır (Öztürk 1995, 63). Dilimizde şöhret bulan şu deyişler, insan olarak her şeyimizi Yüce Yaratıcı'ya borçlu olduğumuzu ve onları O'nun hoşnutluğununu kazanabilmek için harcamamızın gerekli olduğunu ifade etmektedir:

Haydan gelip hu’ya gitmek: Hay kelimesi Yüce Allah'ın ismidir. 'O' demek olan Hû zamiri de O'na işarettir. Allah'tan gelip, sonunda O'nun huzuruna döndürüleceğimizi anlatan bu deyimle ilgili pek çok âyet yer alır Kur'ân'da (Ör. Bakara, 2/156, 245; Yunus, 10/ 56, Rum, 30/ 11). Bununla birlikte bu söz, dilimizde emeksiz kazanılanın boşa gidip, bir fayda sağlamayacağını ifade eder.

Fî sebîlillah: Allah yolunda, Allah uğruna demek olan ve hiç karşılık beklenmeden yapılan işler için kullanılan (Doğan, 383) bu deyiş, pek çok âyette geçmektedir (Bakara, 2/154, 195, 261 vb.). Yüce Allah'ın kullarının hiçbir şeyine muhtaç olmadığı ortadadır. Ama O, yaratıklarına yapılacak olan hayır ve yardımı Kendine izafe ederek konunun önemine dikkat çekmiş ve insanları buna teşvik etmiştir. Buna göre Allah'ın yaratıklarına yardım, âdeta O'na yardım demektir. Onları sevip saymak, onların yaratıcısını sevip saymaktır.
Hasbeten lillah: Karşılık beklemeden, Allah rızası için yapılan işler için kullanılan bu ifade de 'Fî sebîlillah' deyimi ile paralellik arzetmektedir. Kendini hiçbir beklentisi olmadan ve isteyerek insanlığa hizmete adayan kimseler için 'hasbî insan,' yapılan işe 'hasbî iş' ve 'hasbîlik' (Doğan, 446) denmiştir.

Allah'a yakınlık arama manâsı ifade eden 'kurban ibadeti'nin önemli bir hikmeti de, insanlara yardım etmektir. Allah uğruna can feda etmek demek olan şehidliğin hikmetleri arasında da yine insanlığın temel haklarını korumak vardır.

Dolayısıyla vakıf, Kur'ân'da ısrarla üzerinde durulan sadaka ve infakın müesseseleşmiş ve devamlı hale getirilmiş şeklidir. Vakıf, mülkü duran, fakat hizmeti durağan olmayan, sürekli akan, hizmet halinde olan bir kuruluştur.

Din, dünya, kâinat insan içindir. Tüm güzellik ve donanımlarıyla kâinat, bir bakıma insan için yaratılmış, yeryüzü insan için süslenip bezenmiş, canlı-cansız her şey insanın hizmetine sunulmuştur. Birer insan olan peygamberler yine insanların iki cihan mutluluğu için gelmiş, kutsal kitaplar insan için inmiştir. Melekler bile insana hizmet etmektedirler. Onlar, Yüce Yaratıcı'nın emriyle insanlığın atası Hz. Âdem'e saygı secdesine kapanarak bunu sembolik olarak ifade etmişler, savaş ve benzeri zor zamanlarda mü'minlerin yardımına gelmişlerdir. İşte vakıf kurumu da, Allah'ın rızasını kazanma gayesiyle insana hizmetin müşahhas bir göstergesidir. Kur'ân'dan okuduğumuz şu âyetler bu söylediklerimizi en güzel bir biçimde ifade etmektedirler: "O Allah, sizin için yeryüzünü bir döşek, bir beşik, durulacak bir yer, bir sergi yaptı ve size boyun eğer kıldı" (Bakara, 2/ 22, Tâ-Hâ, 20: 53, Mü'min, 40/64, Nuh, 70/19, Mülk, 67/15). Sizin için göklerde ve yerde olan her şeyi, güneşi ayı, geceyi gündüzü, denizleri, gemileri, nehirler, hayvanları sizin hizmetinize verdi (Ra'd, 13/2, İbrahim, 14/33, Casiye, 45/12, İbrahim, 14/32, Hacc, 22/36). Âyetlerde geçen 'sizin (için)' ifadesi cümlede öne alınarak, yeryüzünün insanlık için yaratılıp bezendiğine vurgu yapılmıştır.
Her şeyin insana hizmet için oluşu düsturu istikametinde insanı doğrudan yahut dolaylı olarak ilgilendiren her alanda vakıflar kurularak bu hizmetler çok yönlü olarak sürdürülmüş, sonuçta her topluma nasip olmayan özellik ve güzellikte bir 'Vakıf Medeniyeti' oluşmuştur. Cemil Meriç'in "Osmanlı toplumunda dram yoktu ki roman oluşsun" dediği Osmanlı döneminde kayıtlara geçen vakıfların sayısı 26.300'ü bulmuş ve bunların 1400 kadarı da hanımlar tarafından kurulmuştur (Kazıcı 1985, 43-44; Topbaş, 34, 40). Bunların içerisinde göçmen kuşların ve kimsesiz sokak hayvanlarının ihtiyaçlarını karşılamak için kurulan vakıflar olduğu gibi, hizmetçilerin kırdığı veya ziyan ettiği eşyaların, onların şahsiyet ve haysiyetleri zedelenmeden ödenmesi için kurulmuş olanlar da vardır. Öyle ki Fransız Comte de Bonneval, Osmanlı topraklarında gördüklerini şu şekilde dile getirmekten kendini alamamıştır: "Osmanlı ülkesinde verimsiz ağaçların sıcaktan kurumasına meydan vermemek üzere hergün sulanmaları için işçilere para vakfedecek kadar çılgın Türkler görmek mümkündür." (Topbaş, 29)

En büyük Vâkıf, insanı en mükemmel bir biçimde yaratan, tüm kâinatı donatıp insanın hizmetine sunan ve tüm bunları karşılıksız veren Yüce Allah'tır. Vakıf da, inanan inanmayan tüm insanlara ve tüm diğer canlılara karşılıksız veren, sayısız nimetler bahşeden Yüce Allah'ın Rahman, Vehhâb (Her türlü nimeti karşılıksız bol bol veren), Rezzâk (Yaradılmışlara faydalanacakları şeyleri ihsan eden), Lâtîf (İnce ve sezilmez yollardan kullarına çeşitli faydalar lutfeden), Mukît (Her yaratılmışın azığını veren), Kerîm (Keremi bol olan), Vedûd (Sevgi kaynağı olan, iyileri hep seven ve sevdiren), Kayyûm (Her şeyi ayakta tutan, ayakda durabilmesi için ihtiyacı olan her şeyi bahşeden), Velîyy (İyilere hep dost olan), Vekîl (İşleri en güzel ve mükemmel bir biçimde icra eden), Berr (iyilik ve ihsanı bol olan), Ğanî (Mutlak zengin ve her şeyden müstağni olan), Nâfi' (Hep hayır ve faydalı şeyleri yaratan) isimlerinin tecellisi, kulları eliyle O'nun ahlâkının yansıması ve O'nun ahlâkıyla ahlâklanmanın bir göstergesidir.

"Ben, bu irşad görevime karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum, benim mükafatım ancak Âlemlerin Rabbi olan Allah'a aittir" (Şuara, 26/109, 127, vs.) diyen peygamberler de vakıf ve gönül insanlarıdır. İşte vâkıf/vakıf insanı, sahip olduğu şeyleri insanlığın hizmetine sunmakla Allah ve peygamberinin ahlâkıyla ahlâklanmak isteyen, insanlık sevdalı gönül adamıdır. İslâma göre insan Yüce Yaratıcısını tanır ve O'nu her şeyinden fazla sever. Allah sevgisinin bir göstergesi de, O'nun yaratıklarına sevgi göstermektir. 'Yaratılanı severiz Yaratan'dan ötürü' düsturunun esprisi de burada yatmaktadır.

İnsanın yaratılışında, özünde insanlara ve diğer canlılara yardım etme temayülü vardır. Ayrıca insan, ölümsüzleşme arzusu ile dopdoludur. Ona biçilen yetmiş-seksen yıllık bir ömür onun bu arzusunu tatmin edememektedir. Bu yüzden o, bu dünyadan ayrıldıktan sonra da geride bıraktıklarıyla anılarak yaşamak istemektedir. İnsanın bu ölümsüzleşme arzusu ilk insan Hz. Âdem'in şahsında net bir şekilde kendini göstermiştir. Kur'ân'a göre Hz. Âdem'i yasak meyveden yemeye götüren ve onun Cennet'ten yeryüzüne indirilmesine sebep olan şey de, onun ebediyet arzusudur. (A'raf, 7/20, Tâ-Hâ, 20/120). Kur'ân'da insanların dünya hayatında yaşadıkları ömrü, öteki dünya dediğimiz ahiret yurdunda 'bir gün yahut birkaç saat' olarak değerlendirdiğini anlatan âyetler vardır. İşte vakfın psikolojik temellerinden biri, insanın ebediyet tutkusu ve arkada hayırla anılacağı, ebediyeti kazanma adına sadaka-i cariye olacak eserler bırakma temayülüdür.

Özetleyecek olursak, insanın ölümsüzleşme tutkusu, Yüce Yaratıcı'nın ahlâkıyla ahlâklanıp O'nun takdirini kazanma arzusu, ölümünden sonra hayırla anılma ve sadaka-i cariye olacak eserler bırakma iştiyakı, insan sevgisi ve insana hizmet sevdası, başkalarının mutluluğu ile saadete erme duygusu vakfın oluşmasındaki en önemli etkenlerdir. Bu dinî ve insanî etkenler tarih boyunca pek çok alanda, pek çok kahramanın/vakıf insanların yetişmesini sağlamıştır. Tarihe malolmuş bu insanlar herkese açık olan hayır pazarlarında âdeta birbirleriyle yarışmışlar ve kendilerinden sonraki kuşaklara örnek olmuşlardır.

b. Vakıf İnsan Kimdir ve Nasıl Olunur?


Vakıf insanlar, kendilerini, enerjilerini, mallarını, hüner ve maharetlerini insanlığa adayan gönül adamlarıdır. Onlar, insanlık ve varlık sevdalısı/delisi kimselerdir. Delicesine seven, delicesine veren, delicesine didinen insanlar. Digergâm, önceliği hep öteki/başkası olan, fütüvvet ve îsâr1 ruhuna sahip erlerdir. İnsanlığın hizmetkârı olmayı en büyük şeref kabul eden, hayır pazarı, iyilik ve güzellik çağlayanı, erdem deryası olan can dostlardır. Yaratılan her şeyi Yaratan'dan ötürü sevmeyi marifet bilen gönül doktorlarıdır. Onlara bu engin ufku bizzat Habib-i Kibriyâ Efendimiz (s.a.s.) çizmiştir. O, şöyle buyurur: "Merhamet, sizin anladığınız şekilde yalnızca birbirinize olan merhamet değildir. Asıl merhamet bütün yaratıkları kuşatan merhamettir, evet bütün mahlûkatı kuşatan bir merhamet.." (Hakim, Müstedrek, 4:185)

Sahip oldukları maddî ve manevî her şeyin asıl sahibi olarak Yüce Yaratıcı'yı görerek onları O'nun uğruna, O'nun yaratıklarının hizmetine sunan fedakârlık âbideleri. Umudun bittiği yerde umut, çarelerin tükendiği yerde çare, ışıkların söndüğü yerde ışık olanlar. Onlar, ateşin etrafında dönen pervaneler gibi, çoğu zaman ışıktan yararlanmak ve yararlandırmak için kendilerini feda ederler.

Onlar, değişik isimlerle görünürler. Kimi zaman peygamberdir onlar, kimi zaman havarî, kimi zaman sahabe, kimi zaman velî, kimi zaman ermiş, kimi zaman alperen, kimi zaman da daha başka isim ve sıfatlarla görünürler. Farklı isimler, farklı alanlar, farklı giysiler, farklı rütbeler, farklı coğrafyalarda görünmüş olmaları çok da önemli değildir onlar için. Onlar için önemli olan, insana ve var olan her şeye hizmetkâr olmaları ve bunu gösteriş, birilerine yaranmak için değil sırf Yüce Yaratcı'nın hoşnutluğunu kazanmak için yapmalarıdır.
Peki onlar tüm bu ruh ve duyguyu, bu doluluk ve canlılığı nereden alıyorlar? Onlardan ve onlar gibi olmak için neler yapılmalıdır?

Onlar, her şeyden önce O'nu tanıyorlar, O'nun yaratıklarını tanıyorlar, onların değerini anlıyorlar, niçin yaratıldıklarını biliyorlar, dünyaya geliş gayelerinin farkına varıyorlar ve O'na yaklaşmak için O'nun yaratıklarına hizmeti yegane gaye ediniyorlar. Bu yüce ruhu O'ndan alıyorlar kısaca. Çünkü O'dur, tüm özellik ve güzellikleriyle kâinatı yaratan, bezeyen ve donatan. O, insanı Kendisi için/Kendini tanıması için, kâinatı ise insan için yaratmıştır.
Nitekim Yüce Yaratıcı, Kitabı'nın daha başında o güzel insanları tanıtarak, onlardan olmaya yönlendirir kullarını. Kur'ân'ın ikinci suresinin başında tasvir edilen bu güzel insanların temel özelliklerinden biri şöyle ifade edilmiştir: "Onlar, kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler." (Bakara, 2/3) Bu kısa cümlede şunlar dikkatimizi çekmektedir: 'Rızık olarak verdiklerimizden' buyurularak, insanın sahip olduklarının asıl sahibinin Yüce Allah olduğuna işaret edilmiştir. O'nun verdiğini, O'nun istekleri doğrultusunda harcamak. Öte yandan 'verdiğimiz mallardan' denmemiş de rızık kelimesi özellikle kullanılmıştır. Bu şekilde, Allah'ın insana verdiği ve insana faydası olan her nimet kastedilmiştir. Cümlenin başındaki 'min' edatı, 'bir kısmından' anlamınadır, dolayısıyla insandan sahip olduğunun tamamını değil, bir kısmını vermesi istenmektedir. Cümlenin sonundaki 'infak ederler' fiili sürekliliği bildirir. Buna göre müttekîler, kesintisiz infak edenlerdir. Rızık ve infak kelimeleri, yalnızca malî harcamalarla sınırlı olmayıp, sahip olunan her şeyi içine almaktadır. Zaten cümlenin başındaki 'mâ' edatı da buna işaret eder. Buna göre Müslüman, sahip olduğu konumu, kabiliyeti, ilmi, evladı ve diğer malî imkanları Allah yolunda kullanmaya infak etmeye gayret eden kimsedir.
O güzel insanlardan biri olan Cüneyd-i Bağdâdî, kendi zamanı ve meşrebi açısından sufi diye andığı ideal/vakıf insan tipini şöyle tarif eder:

Sûfî/Arif toprak gibidir. Üzerinde iyi kötü herkesi ve her şeyi taşır. Bulut gibidir, herkesi gölgelendirir. Yağmur gibidir, herkese rahmet olur yağar. Üzerine atılan her türlü pisliği içinde eriten, temizleyen ve içinden güzel şeyler bitirerek o pislikleri güzelliklere dönüştüren verimli bir topraktır o. (Kuşeyri 1993, 315)

"Evet vakıf insan öyle bir hizmet ehlidir ki, onun hali, uzun yollar boyunca binbir canlıya, insana, hayvana, ağaca, güle, sünbüle, bülbüle hayat vererek akıp giden ırmağa benzer. Bu ırmağın varacağı menzil de, Yüce Yaratıcı'nın ebedî vuslat deryasıdır." (Topbaş, 138-139)
Bu konuda Hz. Mevlâna da şunları söyler:

Şefkat ü merhamette güneş gibi ol!
Başkalarının kusurlarını örtmede gece gibi ol!
Sehavet ü cömertlikte akarsu gibi ol!
Hiddet ü asabiyette ölü gibi ol!
Tevazu ve mahviyette toprak gibi ol!
Olduğun gibi görün, göründüğün gibi ol!


Onları bu güzelliklere sevkeden yüce Allah'ın ahlâkıyla ahlâklanma tutkusu, O'nun hoşnutluğunu kazanma coşkusu, güzel insanlara benzeme ve onlarla birlikte olma arzusu, cömertlik, hayırseverlik, yardımseverlik gibi güzel iz ve eserlerle ölümsüzleşme sevdası, Âhiret'te kalıcı mükafatlara nail olma isteği gibi duyguları sürekli canlı ve zinde tutmak gerekir ki, o güzel insanlardan olunabilsin. Bunun için de dünyanın sonlu, kalıcı olanın güzelliklerle anılma ve gönüllere girme olduğunu bilmek gerekir. Sahip olduğumuz değerlerin bize emanet olduğunu, onlara bizim de hiç sahip olamayabileceğimizi, yahut bir gün elimizden alınıverileceğini düşünmek gerekir.
Şu sözler, kulağımıza küpe olsun ve hep bizim yolumuzu aydınlatsın:
Kâmil odur ki, koya her yerde bir eser,
Eseri olmayanın yerinde yeller eser. (Hadimî)

Ölen insan mıdır, ondan kalacak şey eseri,
Bir eşek göçtü mü, ondan da nihayet semeri.
(M. Akif Ersoy)

Hayvan ölür semeri kalır, insan ölür eseri kalır.
Gidenin değil, bırakmayanın ardından ağlamalı.
Bırakanın da bıraktığı yerden devam etmeli.
(Şeyh Edebali, Osman Gazi'ye Nasihat)
Geldi geçti ömrüm benim, şol yel esip geçmiş gibi.
Hele bana şöyle gele, şol göz yumup açmış gibi.
Bir hastaya vardın ise, bir içim su verdin ise.
Yarın anda karşı gele, hak şarabın içmiş gibi. (Yunus Emre)
Her şeyin bir karşılık/bir çıkar beklentisiyle yapıldığı günümüzde, hiçbir karşılık beklemeden iş yapan güzel insanlara ne kadar muhtacız! Onlara ve onlar gibi olmaya çalışanlara ne mutlu!


1 Fütüvvet, yardımlaşma ve dayanışma ruhu; i'sar ise, kendisi ihtiyaç hâlinde olduğu hâlde, başkalarının ihtiyacını giderme ve onlara yardım etme şuurudur. Haşr suresi 9. âyette buna işaret edilmiştir.



Kaynaklar:
- Bilmen Ömer Nasuhi, Hukukı İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamusu.
- Öztürk Nazif, Elmalılı M. Hamdi Yazır Gözüyle Vakıflar, Ankara, 1995.
- Zuhayli, Vehbe, İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, İstanbul, 1992.
- Hamidullah, Muhammed, İslâm Müesseselerine Giriş, İstanbul, 1981.
- Pakalın M. Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul, 1983.
- Doğan Mehmet, Büyük Türkçe Sözlük..
- Topbaş O. Nuri, Vakıf Hizmet İnfak, İstanbul, 2002.
- Kazıcı Ziya, İslâm ve Sosyal Açıdan Vakıflar, İstanbul, 1985.
- Kuşeyrî, er-Risaletü'l-Kuşeyriyye, Beyrut, 1993.


Doç.Dr. Ali Akpınar