๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 13 Ekim 2010, 18:13:14



Konu Başlığı: Uzlaşma kültürü
Gönderen: Sümeyye üzerinde 13 Ekim 2010, 18:13:14
Uzlaşma Kültürü


Kelime kökü olarak silmden (barış) gelen İslâm'ın en çok değer atfettiği kavramlardan birisi de musâlaha'dır. Sulh kelimesinden türeyen 'musâlaha'nın semantik haznesi oldukça zengindir. Öncelikli olarak 'barış,' 'anlaşma,' 'uzlaşı', 'iyi iş' mânâlarına gelen musâlaha, iki veya daha fazla tarafın varlığını mecburî kılar. Türkçede bazı teknik terimleri göstermek için kullandığımız sulh kökünden türeyen ıstılah tabiri de, bir kelimenin mânâsı üzerindeki içtimâî uzlaşıyı ifade etmektedir. Şâyet aynı dili konuşan insanlar arasında kelimelere atfedilen mânâlarda bir uzlaşma yoksa, kavram kargaşasının yaşanılması kaçınılmazdır. Bu sebeple mutlu ve huzurlu bir cemiyetin inşasında, hem ferdî hem içtimâî hem de toplumlar arası seviyede musâlaha ve sulh (uzlaşı) hayatî düsturlar olarak karşımıza çıkmaktadır.

Sulh ve musâlahanın karşıtı ise; fesat, ifsat ve seyyiedir (kargaşa, kaos, kötülük, anlaşmazlık ve fitne). Sulhun ve musâlahanın bizzat kaynağı olan yüce dinimiz İslâm'ın evrensel hitabı Kur'ân'ı Azimüşşan'da bu hakikati ifade eden çok sayıda âyet-i kerîme vardır. Kur'ân-ı Mubîn ısrarla bozgunculuğu ve kötülüğü yererek insanlara ferdî ve içtimaî hayatlarında uzlaşı kültürünü yerleştirmeyi, kişilerin zaaflarından istifade ederek onları bir ticaret malı hâline getirmemeyi öğütlemektedir. Kâinatın Sahibi, yarattığı varlıklar arasına mükemmel bir nizam ve intizam koymuştur; bu âhengi bozmaya hiç kimsenin hakkı yoktur. Şâyet bu tür bir bozgunculuk yaşanmışsa, evvelemirde bu konuda sulh adına ilk hareket etmesi gereken de yine Allah'ın yarattığı en kerîm varlık olan insandır. Kur'ân-ı Kerîm açısından meseleye bakıldığında, ıslah ve musâlaha (uzlaşı yolları bulma) içtimâî hayatta gerçekleştirilmesi gereken bir hedeftir. Bakara Sûresi 224. âyette Yüce Yaratıcı mealen şöyle buyurmaktadır: 'Bir de Allah adına yemin ederek; iyilik etmeye, günahlardan uzak durmaya ve insanların arasını düzeltmeye (uzlaştırmaya) O'nun adını engel yapmayın. Allah hakkıyla işitir ve bilir.' Kur'ân-ı Kerîm insanın kendiyle, çevresiyle ve diğer insanlarla uzlaşı içerisinde nasıl yaşaması gerektiğini gösteren en önemli rehberdir.

Siyak açısından eşler arasındaki anlaşmazlıklarda uzlaşının önemini belirten bir âyet-i kerîmedeki ifadeler dikkate şâyândır: "Eğer bir kadın kocasının kötü muamelesinden ve kendisinden yüz çevirmesinden endişe ederse, bazı fedakârlıklar göstererek sulh olmak için gayret göstermesinde mahzur yoktur. Sulh, elbette en hayırlı olandır (es-sulhu hayr)..." (Nisa sûresi, 4/128) Enfal sûresindeki bir başka âyet-i kerîmede وَإِنْ جَنَحُوا لِلسَّلْمِ فَاجْنَحْ لَهَا وَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ إِنَّهُ هُوَالسَّمِيعُ الْعَلِيمُ - Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de yanaş ve Allah'a (c.c.) güven. Çünkü Allah (c.c.) Semîdir, Alîmdir (her şeyi hakkıyla işitir ve bilir)' (Enfal sûresi, 8/61) buyrularak Peygamber Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) şahsında bütün Müslümanlara bu şekilde hareket etmeleri emredilmiştir. Âyette geçen "selm" (barış) ifadesini hemen hemen bütün müfessirler sulh (uzlaşı) olarak tefsir etmişlerdir. Allah (c.c.), barış ve sulhun temini için gayret sarfeden kimseleri Kur'ân-ı Kerîm'de sıkça müjdelemekte ve söz konusu fedakâr insanların ecrini zayi etmeyeceğini buyurmaktadır.1 İnsanların dinî, millî, kültürel ve coğrafi farklılıkları İlâhî İrade'nin muradının bir parçasıdır. Bu farklılıklarla donatılmış küremizdeki asayişi Yüce Yaratıcı uzlaşı kahramanlarının omuzlarına yüklemiştir: 'Rabb'in içlerinde uzlaşı ve barış için didinen kimseler oldukça memleketleri helâk edici değildir.' (Hud sûresi, 11/117)
İnsanlık tarihinin gerçek mânâdaki sulh temsilcileri Peygamberlerdir (aleyhimüsselam). Onlar, sulhun bir emniyet alanı olduğunu, içtimâî mutluluk ve refahın bu tür bir sulh ile gerçekleşeceğini en iyi bilen seçkin kimselerdir. Bu sebeple hayatları boyunca sebat ve metanetle uzlaşı kültürünün yerleşmesine çalışmışlar ve çevrelerindeki insanlara da bu mukaddes vazifeye katkı yapmak için aralıksız tavsiye ve teşviklerde bulunmuşlardır. Adaletin kuvvette değil hakta olduğunu, huzur ve sükûnun temininde toplumsal uzlaşının ne kadar hayatî bir husus olduğunu bilen, bu sebeple de kendilerine bakan yönüyle uzlaşının sağlanması adına ciddi ferağat ve fedakârlık gösteren Peygamberân-ı izâm, kelimenin tam mânâsıyla ehlu's-salâh ve'l-ıslâh (barış ve huzurun temini için çalışan kimseler) olmuşlardır. Güçlüyken de zayıfken de birlikte huzur içinde yaşamanın yollarını arayan bu güzide insanlar, toplum için sarfettikleri gayretlerinden dolayı güvenin en yüksek seviyedeki temsilcileri kabul edilmişlerdir. Onlar geçmişte kendilerine, toplumlarına yapılan yanlışlıkları, aşırılıkları ve kötülükleri de toplumsal huzur ve sulh adına âlicenaplıkla affetmeyi ya da unutmayı tercih etmişler ve bunu hayatlarına sürekli tatbik etmişlerdir. Daha da önemlisi, güzel günler için oluşturulacak huzur adacıklarının hatırına kin ve nefreti bir çırpıda lügatlerinden silmiş ve engin hoşgörüleriyle insanlığa devamlı güzel örnek ve rehber olmuşlardır.

Sulh kültürünün yerleştirilmesi açısından incelendiğinde her bir peygamberin hayatının ayrı bir zenginlik ve temsille dolu olduğu görülecektir. Kavminin ıslâhı için neredeyse bin yıl emek veren Hz. Nuh'tan (a.s.), bu uğurda ateşe atılan Hz. İbrahim'e (a.s.); hayatı boyunca huzur ve sükûnu bozmak isteyen kavmiyle mücadele eden Hz. Musa'dan (a.s.) Kâinatın İftihar Tablosu Efendimiz'e kadar birçok peygamber (a.s.) sabırla uzlaşı yolları aramışlardır. Onlar, yaşadıkları toplumda hep mazlum ve mağdurların yanında olmuşlar; bu kimselerin yeniden hayata bağlanması, maddî-mânevî hayat standartlarının insanî seviyeye çıkarılması adına sürekli didinip durmuşlardır.

Peygamberlik zincirinin son halkasının hayatı da hep bu çerçevede geçmiştir. O'nun (s.a.s.) daha bi'setten önce yaşadığı toplumdaki haksızlık, zulüm ve adaletsizliklere karşı aldığı uzlaşmacı tavır çok iyi bilinmektedir. Bir zaman Kureyş Kabilesi üyeleri Mekke'deki konumundan ve saygınlığından dolayı Abdullah b. Cud'an'ın evinde toplanmış ve ne yerli halktan birilerinin ne de dışarıdan gelen kişi veya grupların mazlum durumuna düşürülmemesi üzerine anlaşmışlardı. Herkesin birbirlerine söz verdiği bu anlaşmaya 'erdemli kişilerin anlaşması' mânâsında hilfu'l-fudûl denmiştir. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s.) bu anlaşmada hazır bulunduğunu bildirerek şöyle buyurmuştur: "Ben Abdullah b. Cüd'an'ın evinde bir anlaşmaya şahit oldum. Orada bulunmuş olmayı nice kırmızı deveye tercih ederim. Şâyet şu an (İslâm'ın hükümfermâ olduğu bir dönemde) böyle hayırlı bir anlaşmaya çağrılsam tereddütsüz icabet ederdim.'2 Tarihin kaydettiği bu hayırlı anlaşmanın meşhur müfessir Zemahşeri'nin Esâsu'l-Belâğa isimli eserinde kaydettiği gibi, bir adı da salâh (uzlaşı) olan Mekke'de gerçekleşmesi tesadüf olmasa gerektir.

Allah Resûlü'nün (s.a.s.) sulh ve ıslah adına sergilediği eşsiz örneklere geçmeden önce O'nun terbiyesinde yetişenlerin de aynı çizgide devam ettiklerini gösteren küçük fakat oldukça önemli bir kesiti sunmakta fayda vardır. Terbiyesini bizzat Fahr-i Kâinat Efendimiz'in (s.a.s.) hânesinde alan Hz. Hüseyin'in (r.a.), dönemin Medine valisi tarafından yapılan yanlış bir uygulamaya karşı hemen tavır alması ve hakkın hâkimiyeti için bütün gücüyle mücadelesi zikre değerdir. Hâdise özetle şöyledir: Hz. Hüseyin (r.a.) valinin yanına gider ve ona bir an evvel yaptığı hatadan geri dönmesi için şöyle hitap eder: "Şimdi insanları hilfu'l-fudûl anlaşmasına çağırmak için Allah Resûlü'nün mescidine gidiyorum." Hz. Hüseyin'in valiye karşı söylediği sözleri işiten Abdullah b. Zübeyr'in (r.a.) de böyle bir çağrı karşısında sulh sağlanıncaya kadar mazlumun yanında yer alacağını ilân etmesi, dönemin Medine valisine derinden tesir etmiştir. Peygamber vârislerinin meseleleri çözmede gösterdikleri kararlılık karşısında valiye musâlahadan başka bir tercih kalmamıştır.3
Mekke'nin Fethi'nin uzlaşı kültürünün ve barış içerisinde bir arada yaşama azminin toplumun bütün katmanlarına yerleşmesinde oynadığı rol, üzerinde durulması gereken bir hâdisedir. Peygamber Efendimiz'i (s.a.s.) evinden yurdundan eden Mekkeli müşrikler, O'nu (s.a.s.) Medine'de de rahat bırakmamışlar, büyük ordular organize ederek üç defa üzerine yürümüşlerdir. Mekke'de Müslümanlara yaptıkları ezâ ve cefalar yetmemiş gibi onlara Medine'de de her fırsatta hayatı dar etmeye çalışmışlardır. Ve yıllar sonra "İşte o günleri biz insanlar arasında devrettirip dururuz." (Âl-i İmrân Sûresi, 3/140) hükmünce Cenab-ı Hakk'ın izin ve inayetiyle Allah Resûlü (s.a.s.) horlandığı, hakaret edildiği, suikasta maruz kaldığı ve sonunda terk etmek mecburiyetinde kaldığı Mekke'ye muzaffer olarak geri döndü. Mekkeliler endişeli bir şekilde beklemedeydiler. Resûl-i Ekrem (aleyhisselam) bütün Mekkelilere; "Kim evinde kalırsa güven içindedir, kim Ebû Sufyân'ın evine giderse güven içindedir, kim Kâbe'ye girerse güven içindedir." şeklinde bir fermanda bulunarak teminat verdi. Hâdisenin detayları pek çok hikmet barındırmaktadır; fakat konumuz açısından önemli bir iki noktaya dikkatleri çekmek istiyoruz. Mekkeli müşriklerin ileri gelenlerinden pek çoğu Kâbe'ye sığınmış ve Efendimiz'in (s.a.s.) ne yapacağını merakla beklemekteydi. Nebiler Sultanı (s.a.s.) Kâbe'ye girer girmez iki rekât namaz kıldı, Cenab-ı Hakk'a hamd u senâda bulunduktan sonra etrafında, kendilerine ne yapılacağını merakla bekleyen Mekkelilere dönerek sordu: "Benden nasıl bir muamele bekliyorsunuz?" Mekkeliler âdeta hep bir ağızdan "Sen'in (s.a.s.) hakkında hayır söyler ve hayır düşünürüz ey cömert ve kerim kardeş, cömert ve kerim kardeşin oğlu, hüküm verdiğin zaman merhamet, lutûf ve afv u safh ile hüküm verirsin." dediler. Bunun üzerine Efendimiz'in (s.a.s.) mübarek dudaklarından uzlaşı kültürü adına tarih sayfalarına altın harflerle yazılacak şu sözler döküldü: "Ben, kardeşim Yusuf'un (a.s.) dediği gibi derim: لاَ تَثْرِيبَ عَلَيْكُمُ الْيَوْمَ يَغْفِرُ اللهُ لَكُمْ وَهُوَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ - Bugün sizi kınayacak, serzenişte bulunacak değilim! (Ben hakkımı helâl ettim) Allah da sizi affetsin. Çünkü merhamet edenlerin en merhametlisi O'dur (c.c.)." (Yusuf sûresi, 12/92)

Allah Resûlü (s.a.s.) burada, Kendisiyle birlikte yeni bir sayfanın açıldığını, bu sebeple cahiliye döneminde işledikleri hata ve suçların tamamının ayakları altında olduğunu ve hükümlerinin kalmadığını belirtir. Daha sonra herkesin Hz. Âdem'den geldiğini ve Âdem'in de topraktan yaratıldığını ifade eden Efendimiz (s.a.s.), cahiliyedeki insanların atalarıyla alâkalı mânâsız övünmelerini yerer ve tek geçerli akçenin takva olduğunu hatırlatarak sözlerini bitirir.4

Yaptıkları zulüm ve haksızlıkları, işledikleri günah ve cürümleri telâfi etmek isteyen kimseler için, Mekke Fethi ve akabindeki gelişmeler oldukça zengin bir ilham kaynağı hüviyetindedir. Mekke'nin Fethi, kin ve nefretin söndürüldüğü, zalim ve mazlumun arasının peygamberâne bir tavırla bulunduğu, içten bir ülfetin ve yakınlığın inşâ edildiği gerçek bir zaferdir. Kur'ânî ifadeyle belirtecek olursak Mekke'nin Fethi, sulhun tercih edilmesi ve Şeytan'ın tuzağına düşülmemesi hususunda başvurulacak tek adresidir: "Hep birden barışa girin. Sakın Şeytan'ın peşinden gitmeyin. Çünkü o, apaçık düşmanınızdır." (Bakara sûresi, 2/208)
Söz konusu uzlaşıyı Mekke Fethi esnasında yakalayamayan, zafer sonrası oradan kaçan geleceğin büyük sahabileri Safvân b. Umeyye ve İkrime b. Ebî Cehl'in, Efendiler Efendisiyle (s.a.s.) musâlahası hatırlanmaya değer bir konudur. Umeyr b. Vehb, Peygamber Efendimiz'in (s.a.s.) yanına gelerek Safvân'ın kendi toplumunda saygınlığının olduğunu; ama şimdi korkusundan Cidde'ye gittiğini oradan da deniz yoluyla Yemen'e geçeceğini belirttikten sonra, onun için affedilme imkânının olup olmadığını sorar. Bunun üzerine sevgi Peygamberi Resûl-i Ekrem (s.a.s.) ona saniye kaybetmeksizin emân verir. Umeyr, Allah Resûlü'nden (s.a.s.) gelen bu emân için bir de emâre (delil) ister. Nebiler Sultanı (s.a.s.) Mekke'ye muzaffer olarak girdiği sarığını hiç tereddüt etmeden Umeyr'e verir ve onu Safvân'a vermesi için tembihte bulunur. Safvân da bu âlicenaplık karşısında kemâl-i huzurla Nebi'nin (s.a.s.) yanına gelir teslimiyetini ilân eder.

İkrime b. Ebî Cehl'in durumu da bundan farklı değildir. Eşi Ümmü Hakîm Müslüman olur olmaz soluğu Fahri Kâinat Efendimiz'in (s.a.s.) yanında alır ve hiç vakit kaybetmeden eşi hakkında O'ndan (s.a.s.) eman ister. Şefkat Sultanı (s.a.s.) Hz. Safvân'a verdiği emânı Hz. İkrime'ye de verir.5 Bütün bu uygulamalar Allah Resûlü'nün (s.a.s.) insanlara artık serbestsiniz (entumu't-tulekâ)6 buyururken ne kadar samimi ve içten konuştuğunu, toplumsal huzur ve saadetin karşılıklı güvene bağlılığını ve kendisinin bu güveni verdiğini, sonraki yıllarda da kendilerine uzlaşı yolu açılan insanların, Nebi'nin (s.a.s.) verdiği teminatı zâyi etmediklerini açık bir şekilde ortaya çıkarmıştır. Özetle sulh, karşılıklı itimadın ve samimiyetin fiillere aksetmesi demektir ki, biz bunun en güzel örneğini insanlığın İftihar Tablosu'nda (s.a.s.) görüyoruz.

Bu süreçte dikkat çeken bir başka sulh örneği de, Efendimiz (s.a.s.) ile Hz. Vahşi arasında geçmektedir. Efendimiz'in amcası Hz. Hamza'yı (r.a.) şehit eden Vahşi, Taif Seferi sonrası Müslüman olduğunda Resûlullah'ın (s.a.s.) huzuruna gelir. Resul-i Ekrem (s.a.s.) amcasının katilini nazikçe karşılar ve ondan, amcasını hatırlattığı için, Kendisine fazla görünmemesini rica eder.7 Kaynaklarımızın hiç birinde Efendimiz'in (s.a.s.), amcasını öldürdüğü için Hz. Vahşi'ye en küçük bir olumsuz tavır takındığına dair bir bilgi kaydedilmemiştir. Bu medenî uzlaşı zemini bir taraftan genç Müslüman topluma yeni insanlar kazandırırken, diğer taraftan da eski kırgınlıkların üzerlerine kalın bir çizgi çekmiş ve var olan sosyal barışın canlılığına katkıda bulunmuştur.

Sadece muteber hadîs kitaplarının kitâbu's-sulh veya bâbu's-sulh bölümlerine bakmak bile, sulh ve barışın Fahri Kâinat Efendimiz'in hayatındaki yerini görmemize ve bu doğrultuda gösterdiği gayretlerin kemmiyet ve keyfiyetine dâir bilgi edinmemize imkân sağlayacaktır.
Peygamber Efendimiz bir anlaşmazlık yaşandığında, tarafları hemen sulh etme yoluna gitmiştir. Meselâ bir seferinde O'nu (s.a.s.) Amr b. Avf Oğulları'nın bulunduğu yerde ortaya çıkan bir anlaşmazlığı uzlaştırırken görüyoruz. Taraflar arasında bir problem olduğunu duyunca derhal oraya giden Efendimiz (s.a.s.), gözbebeği kabul ettiği namazının bir miktar gecikmesi pahasına tarafların uzlaşmasını Cenab-ı Hakk'ın izin ve inayetiyle sağlamış, böylece bu tür problemlerin çözümünde gerekli hassasiyeti ümmetine fiilen göstermiştir.

Uzun süren iç savaşların durdurulması ve ortak bir sulh alanının oluşturulması için, halifelik gibi büyük bir payeden, arkasında ciddi bir destek olmasına rağmen feragat eden Nebi (s.a.s.) torunu Hz. Hasan (r.a.), Şam'a kadar gidip orada Hz. Muaviye (r.a.) ile barışır. Hz. Muaviye'nin aşırı ısrarı üzerine Şam'da hutbeye çıkarak niçin böyle bir uzlaşı içine girdiğini açıklayan Hz. Hasan (r.a.), âdeta yıllar önce Dede'sinin (s.a.s.): "Bu benim torunum Hasan, Seyyid'dir. Allah (c.c.) onun eliyle iki büyük topluluğu uzlaştıracaktır."8 mucizevî sözünü gerçekleştirerek uzun süredir akan Müslüman kanının durmasına vesile olmuştur.

Sulh ve uzlaşı duygu, düşünce ve pratiğinin bulunduğu yerlere büyük muhaddis Abdurrezzâk'ın kaydettiği gibi ardu's-sulh (barış ve uzlaşı diyarı) denilmektedir.9 Yalanın her türlüsünü kınayan ve yasaklayan İslâm, yine uzlaşı kültürü, kalblerin telifi, ülfet ve dostluğun devamı, özellikle evli çiftlerin aile saadetlerinin korunması adına söz ve fiillerdeki küçük modifikasyonları bile tecviz etmektedir.
Özetle, uzlaşı zemini arama gayretleri sulh ve selâmetin temsilcileri için zaruridir. Yukarıdaki örneklerin de açık bir şekilde gösterdiği gibi, bu Müslümanların âdeta varlık sebebidir. Ümmet-i vasata yani adalet ve istikametin (sırât-ı müstakîm) temsilcileri olan Müslümanların kaos ve kargaşaya, zulüm ve mağduriyetlere nötr kalamayacağı açıktır. Ayrıca onların, geçmişte kendilerine yapılan zulüm ve adaletsizlikleri de istikbaldeki huzur adına zaman ve zeminin müsaadesi nispetinde unutma civanmertliğini göstermeleri de, sulh kültürü adına önemi aşikâr bir mevzudur. Sulh olmazsa, toplum içindeki mağdur ve mazlum fertlerin hasımlarına karşı beslediği kin ve nefret de hiç bir şekilde söndürülemez. Huzurun bir başka adı olan hoşgörünün tesisi için de sulh hayatî bir öneme sahiptir. Sulhu temsil edenlerin önündeki en büyük engel kırgınlıklar, cidâl ve kavgalardır. Muslihlerin varlık sebebi ise, bu engelleri aşarak dünyayı yaşanabilir bir hâle getirmektir. Konuyu teberrüken Kur'ân-ı Kerîm'de Ahlâk Sûresi olarak bilinen Hucurât Sûresi'nin bir âyetiyle bitirelim: "İnananlar ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki esirgenesiniz." (Hucurât sûresi, 49/10).




Dipnotlar
1. Bkz. A'raf Sûresi, 7/170
2. Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkami'l-Kur'ân, 10/169
3. Kurtubi, a.g.e., 10/169
4. Ezrakî, Ahbâru Mekke, 1/383
5. Taberî, Târihu'r-Rusül ve'l-Mülûk, 2/56
6. Beyhakî, es-Sunenu'l-Kubrâ, 9/118
7. İbn Abd el-Berr, el-İstîâb fî Ma'rifeti'l-Ashâb, 1/496
8. İbn Hacer el-Eskalânî, Fethu'l-Bârî, 8/238
9. Abdurrezzâk, Musannaf, 5/188


Doç. Dr. İsmail Albayrak