๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 17 Kasım 2010, 19:28:18



Konu Başlığı: Uygarlaşmakmı? uşaklaşmakmı?
Gönderen: Sümeyye üzerinde 17 Kasım 2010, 19:28:18
Uygarlaşmakmı? Uşaklaşmakmı?


On dokuzuncu asra kadar, Osmanlı ülkesinde bir ortak şuur vardı; İslamiyet. Vahye dayanan bir hakikatler bütünü. O cihanşumul dinin izahı, yorumu ve yayılması için binlerce düşünce ve duygu adamı ömrünü harcamıştı. Bütün bir ictimai nizamın temeliydi İslamiyet. Sosyal bir sınıfın veya bir kavmin değil, ümmetin inançlarını dile getiriyordu. Ayıran değil birleştirendi. İnananlar kardeştiler. Tek Allah, tek kitap, tek hakikat, tek halife, tek dünya. Yunus`un mısralarını kanatlandıran imanla, mesnevideki pırıltılar aynı ezeli nurdan. İslamiyet Süleymaniye´de kubbe, Itri­­­´de nağme, Baki´de şiir.

Medeniyetlerde ihtiyarlar. Tanzimat, ülkemizde kapitalizmin zaferi. Entellektüel geçinen toy yazarların uğrunda şampanya şişeleri patlattığı bu şarlatan, bize batılıların önerdiği ve denetlediği bir batılılaşma düzenidir. Bu düzen imparatorluğu batırmıştır, çünkü endüstrileşmeyi sağlayan değil, engelleyen bir tutum içermektedir. Nitekim dört kıtayı sömürerek palazlanan kapitalizm canavarı, kendi bindiği dalı kesecek değil. Zamanla Avrupa’nın maddi fetihleri, çöküş devrinin ulemasını afallatır. Neden bilmem, susar ve sahneden çekilirler. Yerlerini ithal malı bir insan tipi alır: halk dilinde adları asri, kendi dillerinde medeni, şimdiki adları çağdaş. Hem suda, hem karada yaşayan bu hilkat garibesi giderek büsbütün kopar mazisinden. İhtiyar bir medeniyet, düşmanlarının tavsiyesine uyup intihara hazırlanırken, vicdan sahibi Avrupalı düşünürlerin öğütleri yükselir derinlerden. Engelhardt’ın, “Türkiye ve Tanzimat” adlı kitabında şöyle seslenilir; “ Devlet-i aliye günden güne zayıflamaktadır. Niçin saklamalı: Onu bu hale düşüren sebeplerin başında Avrupalılaşma gelir. Temellerini 3. Selim’in attığı bu zihniyeti, derin cehaleti ve sonsuz hayalperstliği yüzünden, 2. Mahmut son haddine vardırır. Babıali’ye tavsiyemiz şu; hükümetinizi dini kanunlarınıza saygı esası üzerine kurun. Zamana uyun, çağın ihtiyaçlarını dikkate alın. İdarenizi düzene sokun, ıslah edin. Ama yerine, size hiç de uymayacak olan müesseseleri koymak için eskileri yıkmayın. Batı kanunlarının temeli Hıristiyanlıktır. Türk kalınız. Avrupa’nın şartları başkadır, Türkiye’nin başka. Avrupa’nın temel kanunları, Doğu’nun örf ve adetlerine taban tabana zıttır. İthal malı ıslahattan kaçının. Bu gibi ıslahat Müslüman memleketleri felakete sürükler". Ne varki bu samimi ses, gönülleri Müslüman Türk kalmaya razı olmayan bizim garpperest, sözde aydınlarımızı hiç kucaklamaz. Ama, Balkan savaşı kopmak üzereymiş, Avrupalı dostları hasta adamın mirasını bölüşmek için sabırsızlanıyormuş, onlara ne! Dava: ne pahasına olursa olsun Osmanlıyı yıkmak. Medeniyet bunu gerektirmiyormu? Efendileri yalanmı söyleyecek? Harf devrimi ile kütüphanelerimiz susturulur, irfanımızı maziye bağlayan köprüler yıkılır. İslamiyet sisler içinde. İhmalin, bilgisizliğin, bühtanın sisleri. “Kur’an’ı asrın idrakine söyletmek” Akif’in rüyasıydı. Gerçi halkı mazisine bağlayan çiviler, bütün gayretlere rağmen sökülememiştir ki, bunun sayesinde müslüman gençlik de aynı emel peşindedir. İslam, içtimai bir nizam. Yaşayan ve yaşayacak olan bir dünya görüşü... Ama bunu çağdaşlara kabul ettirmek kolay mı. Kasırgalar ancak köklerini toprağın derinliklerine salabilmiş ağaçları güçlendirirler. Bunu beceremeyenler ölmeye, yok olmaya mahkum. Batıda oluşan yeni çelişkiler, türlü türlü ideolojiler, bizim çiçeği burnunda çağdaşlarımızın kafasını allak bullak eder. O artık ne Asyalı, ne Avrupalıdır. Çağdaşlığın bir gereği olarak dininden vazgeçmiştir, ancak hiristiyan da olamamıştır. Yıkılan bir dünyanın harabeleri arasında da yaşanamaz ki. Her toplumun belli bir değerler bütününe ihtiyacı var. Avrupalı dostları gocunmasın diye yıllarca hazinelerini gizleyen, bu şimdiki unvanlarıyla “çağdaşlar kafilesi”, sonunda unutur hazinelerinin olduğunu. Şaşar, apışır, bütün idrak ve izan kabiliyetini kaybedince, başlar sufli taklitle durumu idare etmeye. Yani nasıl Çinhindi’nde tam Fransızlaşmak, tam Amerikanlaşmak için birtakım Kolu’lar çekik gözlerini ameliyatla düzeltmeye uğrasıyorlarsa, nasıl Amerikalı zenciler türlü metotlarla derilerinin rengini beyazlaştırmaya çalışıyorlarsa, bizim taklitciler de kadınlarını soymakla, sanatlarının  imge düzenini bozmakla, dillerini iğdiş etmekle Avrupalı olacaklarını sanırlar.

Bilmezler ki, yaptıkları uygarlaşmak değil, uşaklaşmaktır. Bilmezler ki; Avrupa maddeciliğine rağmen hiristiyandır ve hiristiyan için tek düşman müslümandır. Filhakika, Türkiye herşeye rağmen müslümandır ve en azından Avrupa’lının gözünde öyle kalacaktır. Bilmezler ki, bu gerçekleri değiştiremeyeceklerdir.

Yeni kuşaklar bu sahte batıcılıktan tiksinirler. Masallarla avutulamazlar. İkiye ayrılırlar: Ülkelerinin mukaddeslerine sarılanlarla, sosyalizme gönül verenler, Batılı bir deyimle: sağcılarla, solcular. Sosyalizm, Tanzimatla başlayan Batılılaşmanın, Cumhuriyetle kökleşen laik ve pozitif düşüncenin en efendice, en tabi sonucu. İmanını kaybeden, tarihten koparılan genç nesiller için son kurtuluştu sosyalizm. Yıllarca çöllerde yaşamışlardı, vahaya koşuyorlardı çılgınca. Çekiciydi sosyalizm çünkü tehlikelerle dolu yasak bir bölge idi. Avrupa’dan geliyordu ama, Avrupa’dan çok Doğu’nun ezilen milletlerine sesleniyordu. Gençlerimiz bu memnu meyveyi kabuğu ve çekirdekleri ile birlikte yutacaklardı ve yuttular. Bir din oldu sosyalizm. Marx, Hz. Muhammed’in yerini aldı, Kapital Kuran’ın. Kanla mühürlenen bir nevi Batılaşmaydı bu. Okuyan gençlik düğüne gider gibi ölüme koştu, sosyalizm uğruna. O da bilmiyordu... Bilmiyordu ki;

1)     Hiçbir düşünce bir ülkeden diğerine olduğu gibi aktarılamaz.

2)     İnsan düşünce için değil, düşünce insan içindir.

3)     Batan bir ülkeyi bir anda kurtaracak hiçbir sihirli formül, yani izm yoktur.

4)     Avrupa’yla aramızda aşılmaz bir duvar var. Doğu, kapitalist içinde, sosyalist içinde sömürülecek bir alandır. Doğulu ise, bir yarı insan, şüpheli bir yandaş, tek kelime ile düşmandır.

5)     Zilletten kurtulmanın tek yolu haysiyetimizi ispattır. Haysiyet bizi biz yapan değerlerdir. Bunların başında din gelir. Din yani İslam.

Marksizm de dışardan gelen bütün ideolojiler gibi bir felaket kaynağı olmuştur. Ancak şuurlanmamıza yardım etmiştir. Avrupa’nın yalancılığına, kapitalizmin sömürüsüne dikkatimizi çekmiştir. Anlatmıştır ki, Batı düşüncesi dokunulmaz hakikatler bütünü değildir. Her sınıfın, her camianın, her milletin kendini korumak için uydurduğu yalanlar vardır. Batı’dan icazet almadıkça, Batı’yı tenkid edemezdik. Marksizm bize bu icazeti verdi. Yani Şuurumuza vurulan zincirleri kırdı ve büyüyü bozdu. Çağdaşlar halkın gözünde küçüldü.

 Batı taklitçiliğine hayır, Sosyalizm bir nevi toplu intihardır, Kapitalizm şuuru isyan ettirir. O halde ne yapmalıyız? Bu soruya 1921 yılında bir Ermeni komitecisinin kurşunu ile şehit edilen Said Halim Paşa’nın tespitleriyle cevap vereyim. Bu ananeperest Osmanlı, çağdaşları içinde Batı’yı en iyi tanıyandı. Şöyle diyor paşa; “Evet batıyı taklit bizi tam bir başarısızlığa götürdü. Ama yinede, bu medeniyetten geniş ölçüde faydalanmak zorundayız. Ne var ki, bunun yolu ahmakça taklit değildir. Başka kavimlerin tecrübelerinden ders almalıyız. Yabancı bir medeniyetten faydalanmak, onu kendi medeniyetimize uydurmak ve yakınlaştırmakla olur. Avrupa medeniyetini şarklılaştırmalıyız. Böyle bir arzu, araştırma ve muhakeme kabiliyetimizi geliştirir, öğrenme gayretimizi kamçılar. Bu sayede hem kendi medeniyetimizi, hem Batı’nınkini daha yakından tanımış oluruz. Batı’nın üstünlüğü ilmi zihniyetinden ve tecrübe metodundan ileri geliyor. Aynı zihniyet ve metotla kendimizi incelersek görürüz ki, bizim müfekkiremiz, ahlaki, siyasi ve içtimai inançlarımız, tamamı ile dinimizden geliyor. Demek ki ona karşı çok saygılı olmalıyız. Dinin, üzerimizdeki bütün haklarını teslim etmeliyiz. Dinsizlik, Latin zihniyetinin bir sapıtışıdır, fikri bir üstünlük alameti değil. Bir kavmin an’anat ve mevzuat’ı, üzerinde yaşadığı topraktan daha kıymetli olan manevi vatanını teşkil eder. Bir toplumu, millet yapan onlar. Başka bir kavmin, tahakkümü altına giren bir kavim, arazisini değil, mevzuat ve an’anatını kaybettiğinden dolayı istiklalini kaybeder. Zira üzerinde yaşadığı toprakları, ekseriya terke mecbur olmaz. Belkide onlardan daha çok faydalanır. Bizim gibi vatan topraklarını korumak için, bol bol kan döken bir milletin, manevi vatanına karşı bu kadar ilgisizlik, bu denli saygısızlık göstermesi ne büyük gaflet". Paşa’nın,  Tercüman gazetesinin, 1001 temel eserler serisinde “Buhranlarımız” adı altında toparladığı risaleleri arasında yer alan bu satırlar çok düşündürücüdür. Lakin bütün bunların çağdaşları ne kadar ilgilendirdiği, günümüzde yaşanan esef verici olaylardan bellidir.

Karışıklığa çok elverişli bir zemindeyiz. Hukuğumuz karışık, diplomasimiz karışık, sistem tümden karışık, kafamız karışık. Böyle karışık bir düzenin hakkından elbetteki ancak beyni bulanıklar, dalkavuklar, kısa görüşlü bürokratlar, yani günümüzün çağdaşları gelir. İpler onların elinde. Haykıramadık ki; Sayın aydın kisveli çağdaşlarımız, Avrupa’yı tanımıyorsunuz. Kıyas tanımaya tabidir. Kendinizi Batı’ ile kıyaslarken, taklit yeteneklerinizi son sürat zorluyorsunuz. Bu sizide, milleti de yoruyor. Millet ihanetinizi biliyor. Korkuyor ve seziyor ki, hayatını idame ettirmenin tek şartı hareketsizlik. Uyuşturdunuz insanımızı. Gelişmenin, ilerlemenin yolu bu değil, hayır! Nasıl gelişir bir medeniyet? Yeni yeni ülkeler fethederekmi? Hayır. Medeniyetin büyümesi ne teknolojik zaferlerle ilgilidir ne madde üzerindeki hakimiyetiyle. Medeniyetin büyümesi demek kendi kendini tayin etme (self-determination), kendi kendini biçimlendirme (self-articulation) imkanlarının gittikce artması, toplum değerlerinin manevileşmesi, cihaz ve tekniklerin sadeleşmesi demektir. Büyüyen bir medeniyette karizmatik azınlık, çevrenin her meydan okuyuşuna başarılı cevap verir. Boyuna tazeler kendi kendini. İnsanıyla bütündür. Aydın, toplumun herhangi bir ferdidir, zevkleri ile, zilletleri ile, mukaddesleri ile, acıları ile... Avukattır, din adamıdır, muhasebecidir vs. Toplumun herhangi bir ferdi ile aynı kilisedeki ayine katılır ve bundan utanç duymaz. Bu onu gerici, yobaz yapmaz. Aynı kafede dinlenir, aynı sofrada yemek yer. Ne imtiyazı vardır, ne imtiyaz peşindedir. Siz kendi tarihinizden koptuğunuz ölçüde aydınsınız; kendi tarihinizden yani kendi insanınızdan. Batı’nın temsilcisi olduğunuz ölçüde aydınsınız. Bir frengi hastalığı sizdeki. Böyle ilerlemez Türkiye, Böyle ulaşılmaz çağdaş uygarlık seviyesine, böyle büyümez bir medeniyet. Büyüyen medeniyet bir bütündür, kaynaşmış bir bütün: kalabalık, üretici azınlığa gönülden bağlıdır ve onu isteyerek takip eder. Böyle bir toplumda kanlı kardeş kavgaları, sert ve keskin bölünmeler görülmez. Bırakın Avrupalı gibi görünme gayretlerini. Gelin hiç değilse büyümek üzre olan bir medeniyet olalım.


 

     Emine .N. Arslaner