๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 16 Ekim 2010, 15:23:40



Konu Başlığı: Türkiye de sahabe ruhunun ihyâsı
Gönderen: Sümeyye üzerinde 16 Ekim 2010, 15:23:40
Türkiye’de Sahabe Ruhunun İhyâsı


İman ettikten sonra, dünya ve ukbâ saadetine giden yol, i’lâ-yı kelimetullah için mücadele ve mücahededen geçmektedir. Sahabenin hepsi, dâsitanî bir kahramanlıkla kendilerinden beklenen bu mücadeleyi vermiş ve gereken gayreti göstermişlerdir.

Geçen hafta en güzel İslâm şehirlerinden biri olan İstanbul’u ziyaret bahtiyarlığını yaşadım. Bu ziyarette, Kahire Üniversitesi’nden akademisyenlerle beraberdik. Bu vesileyle, Türkiye’de yaklaşık kırk yıldır devam eden sivil bir hareketin faaliyetlerinden bazılarını değişik yönleriyle tanıma imkânı bulduk. Bu harekete gönül verenlerin çok kaliteli müesseselerinden ve Türk toplumunun her tarafını doldurmaya başlayan hizmet meyvelerinden bazılarını gördük. Ziyaretimizde insanın gönlünü ferahlatan ve bütün toplumu kucaklayan güçlü bir dirilişe dair ümitleri canlandıran şeylere şahit olduk. Daha da önemlisi, gördüklerimiz bütün insanlığın hayrına faaliyetlerdi. Allah’tan dilerim ki, bu ziyarette gördüklerimi anlatmaya beni muvaffak kılsın ve ben de önemli gördüklerimi sizinle kısaca paylaşayım. Zîrâ bu, okuyucularımın ümitlerini şahlandırmaya bir vesile olacağına inandığım istifade edilecek yeni bir tecrübedir.

Osmanlı Devleti’nin yıkılma sürecinde ve sonrasında Türkler değişik siyasî eğilimleri temsil eden farklı gruplara ayrıldı. Bu farklı görüşlerdeki insanlar arasındaki mücadeleler zamanla, gruplaşma ve birbirine şiddet uygulamaya varacak kadar arttı. Daha sonra, laikçiliği ideoloji olarak benimseyenler diğer gruplara baskın çıktı. Devletin temelleri de askerlerin gözetimi altında bu ideolojiyle kuruldu ve bu ideoloji Türkiye’de yaşayan herkese teşmil edildi. Demokrasinin bazı kuralları yerleşmiş olsa bile çoğu zaman askerî müdahaleler bu demokratik görüntüyü bozmaya yetti.

1960’lı yıllarda komünistler ile askerî güçler arasındaki mücadele iyice arttı. İslâmî hassasiyeti olan bazı insanlar bu mücadelenin dışında kalmaya özen gösterdi ve başkalarıyla açıktan mücadele yerine eğitim, düşünce sisteminin yeniden gözden geçirilip yapılandırılması gibi yollarla, kendi varlığını yeniden inşa etme çalışmalarıyla meşgul oldu. Bu temelden hareket edince diğer insanlara açılma imkânı da doğmuş oldu. Bu hareket ilhamını Fethullah Gülen Hocaefendi’nin fikirlerinden almaktadır. Gülen, Anadolu’da zühdü, veraı, mutedil fikirleri, herkesle diyaloga açık olmasıyla tanınan birisidir. Zamanla bu güzel intiba ve yüksek güvenilirlilik, toplumun pek çok katmanı arasında hareket adına bir krediye dönüştü.

Hocaefendi Türk toplumunun en önemli hastalıklarını teşhis ve tespit etmeye çalıştı. Neticede bütün gayretini üç ana problem üzerine yoğunlaştırdı: Cehalet, yoksulluk ve ihtilaf. Vaazlar, konferanslar gibi, bulduğu her vesileyi değerlendirerek bu hastalıkların tedavisine gayret etti. Bu yolda zaman, mekân ve muhatap ayırt etmeksizin bütün insanlara ulaşmayı düşündü. Bunu yaparken de dindarlara dinin ruhunu yaşama ve yaşatma, başka yönlere kaymış olanlara da birlikte yaşama, diyalog ve vatanın yükseltilmesini her şeyin üstünde görme gibi temel felsefeleri yerleştirme üzerinde ısrarla durdu. Doğruluk her zaman için en tesirli ve geçerli vesile olduğundan ortaya çıkan tek netice muvaffakiyet oldu. Bu, içtimaî ve aynı zamanda iktisadî hareketin başarısının altında yatan gerçek, temellendirmesini ve kaynaklarını Allah’ın kitabı ve Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) sîreti ve ashab-ı kiramın (radıyallâhu anhum) hayatından almasıdır. Şunu diyebilirim ki, Türkiye’de gördüklerimiz sanki Asr-ı Saadet’ten bir parıltı ve Asr-ı Saadet’e bir ânlık bakıştı.

Eğitim-Öğretimde Islah

Hocaefendi, toplumun bütün hastalıklarının ilk ve en önemli tedavisinin talim ve terbiye yoluyla olacağı konusunda kesin bir kanaate varmıştı. Evet, cehalet en büyük âfettir. Her toplumun sosyal ve kültürel gelişmesi eğitime bağlıdır. Bu hareketin bir aşamasında, Türkiye’nin ciddi ekonomik krizlerle karşılaşması karşısında hükümetlerin özel okulları teşvik etmesi önemli bir noktadır. Ekonomik problemlerin, özellikle eğitim ve sağlık noktasında ülkede ciddi tesirleri oldu. Binaenaleyh hükümetler özel sektöre eğitim ve sağlık kurumları açma ve işletmeyi teşvik etti. Özel sektör de okul ve hastaneler açmak için bahsedeceğimiz bu hamleyi yaptı. Burada üzerinde durulması gereken önemli nokta, bu hamlenin insanları iktisadî yönden teşvik etmesinin yanında, eğitim-öğretim yönünden de teşvik edici olmasıdır. Böylece Hocaefendi’nin fikirleri etrafında gelişip toplumda ciddi tesirler bırakan bu hareket için okullar açma fırsatı doğdu. Bu okullar Türkiye’nin bütün bölgelerine açıldı ve içtimâî şuuraltından beslendi. Bu şuuraltı, zaten Hocaefendi tarafından okullar açılmadan hazırlanmıştı. Binaenaleyh bu okulların başarılı olmasında rol alan öğretmen ve eğitimciler de zaten hazırdı.

Okulların bazısını ziyaret ederek eğitim politikalarına biraz aşina olma imkanı bulduk. Okullarda ilk dikkatimizi çeken, onların güzel bir mimarî ile inşa edilmeleri oldu. Bunun yanında lâboratuvarlarda en yeni ve güzel cihazların kullanıldığını, kültürel ve sportif faaliyetler için de her şeyin yerli yerinde olduğunu gördük. Sınıflardaki öğrenci sayısı 22’yi geçmiyor, toplamda ise yaklaşık her 10 öğrenciye bir öğretmen düşüyordu. Böylece hayatın her alanında öğretmenlerle talebeler arasındaki iletişim devam ediyordu. Okullarda aynı zamanda velilere yönelik hususi programlar da oluyor. Böylece aileler okulun faaliyetlerinden devamlı haberdar oluyorlar ve bu faaliyetlerde vazifeler alabiliyorlar. Okullarda resmî müfredat uygulanıyor ve bunu aileler biliyorlar. Burada asıl fark edilmesi gereken okullardaki öğretmenlerin yeterliliği ve yüksek terbiye anlayışıdır. Neticede bu okullarda okuyanlar, ilim ve ahlâkı cem etme, herkesi kendi konumunda kabul gibi güzel vasıflarla yetişiyorlar. Bu okullar aynı zamanda kardeş okullar projesi altında fakir bölgelerdeki devlet okullarıyla da ortaklaşa çalışmalar yapıyorlar ki, bunu ülke içindeki ihtilâfların üstesinden gelmek için iyi bir vesile olarak değerlendirmek mümkün. Talebe ve velilerinin kardeş okullara yaptıkları ziyaretler ise, toplumun farklı katmanları arasında boşlukların kapanmasında önemli bir rol oynuyor. Onlar bunu, İslâmî mesuliyet şuurundan hareketle bütün insanlığa karşı dinî ve millî bir vecibe olarak görüyorlar. Bu prensiplerden hareket eden insanlar dünyanın her yerinde aynı başarıyı gösterme azim ve hedefiyle çalışmaya devam ediyorlar.

Kabiliyetli ancak fakir talebelere zenginlerle eşit şartlarda yarışma fırsatı veriyorlar. Bu okullarda, fakir talebelerin ücretsiz okuyabilmeleri için özel kontenjan ayrılmış, bunun da semereleri görülmeye başlanmış. Bu okullarda okuyan zengin ve geniş imkânlı kimseler de toplumun başka kesimlerine karşı sorumluluk şuuruna sahip olarak yetişiyorlar. Bu okullardan mezun olup iş hayatına atılanlar, okulları desteklemeye ve her yıl Türkiye’nin dört bir yanından binlerce öğrenciye burs vermeye başlıyorlar. Bu işe gönül verenler, özel sektör olarak okullara vakıf ruhuyla mütevelli oluyorlar.

Öğretmenler -karakterlerinin gereği olarak- hem ders yapılan sınıflarda hem de okulun talebelerin istirahatları için ayrılan diğer kısımlarında kendilerine mahsus farklı bir portre ortaya koyuyorlar. İyi eğitim almış, ahlâkı güzel talebeler yetiştirmek için bir eğitim sistemi geliştiriyorlar. Bu da bütün dünyada İslam ve Müslüman imajını tashih etmek için önemli bir adımdır.

Evet, bu öğretmenler, Kur’ân ve Sünnet’te emredildiği üzere, iman eden-etmeyen herkese, farklılıkları problem hâline getirmeden İslâmî ahlâkı temsil etmeyi hayatlarının gayesi olarak benimsemişlerdir. Genel felsefeleri de şudur: “Bir mü’min, hayatı okumaz ve ilmî gelişmeleri takip etmezse, büyük bir kayıp yaşar. Öyleyse, hep beraber dünyayı gerçek bir mü’min bakış açısıyla okumaya, anlamaya ve dünyaya yeni şeyler sunmaya çalışalım.” Fethullah Gülen Hocaefendi, toplumların bütün hastalıklarının en birinci ve en ehemmiyetli ilâcının, eğitim olduğuna inanmıştır. Zîrâ cehalet en büyük belâdır ve ruhî-fikrî bütün hastalıkların başıdır. İnsanlığın, medeniyetin bütün sahalarındaki gelişmeleri de eğitime bağlıdır.

İçtimâî Barış ve Fakirlikle Mücadele

Herhangi bir devletin ilerleyebilmesi için, toplumdaki refahın ve gelir seviyesinin yüksek olmasının önemi açıktır. Bununla birlikte, üzerinde konuştuğumuz bu gönüllüler hareketi, devletin sahip olduğu imkânlara sahip olmamalarına rağmen bütün gayretlerini ortaya koymuşlar ve güçlerinin yettiği ölçüde içtimaî adaletin kanunlarına göre gelir dağılımını en yüksek seviyeye çıkarmaya çalışmışlardır. Neticede bu cehd ve gayretler, artık halkın içine yayılmış bir kültür hâline gelmektedir: Daha çok vermek için daha çok çalışmak. Şimdi, bu hareketin istenen neticeye ulaşabilmek için neler yaptıklarını kısaca arz etmek istiyorum:

1. Toplumun değişik katmanları arasında irtibat ve diyalogun sağlanması için sürekli bir teşvik var. Nitekim okullarda zengin ve fakir öğrenciler beraber okumaktalar. Okul, insanın anlayış ve idrakinin gelişip olgunlaştığı bir zaman ve mekândan ibarettir. Dolayısıyla toplumun muhtelif tabakaları arasında diyalogun sağlanması ve halkta güzel bir toplum bilincinin oluşturulması için okullar, muazzam bir tesir icra eder. İşte bu duygudan hareketle, iş adamları, toplumun her kesimini kucaklayan okullara gönülden destek oldular. Bu destekleme, yapılanlara karşılık rızkın artacağı ve Allah’ın kazanca bereket vereceği şeklindeki derin imanları bir tarafa, Allah’ın o zenginlere verdiği asalet ve şerefin bir yanı olarak da görülebilir. Eğitim faaliyetlerine yapılan bu yardımlar, fakirliğe karşı mücadele etmede en güzel ve en ehemmiyetli yoldur. Çünkü eğitimden elde edilecek neticeler, uzun vadede hem içtimâî hem de ekonomik alanda yükselmeye vesile olacaktır.

2. Kısa vadede düşündüğümüzde ise bazı iş adamları Fethullah Gülen’in fikirleri etrafında toplandılar ve benimsedikleri ıslah düşüncesi istikametinde, herkesi kucaklayıcı bir şekilde çalışmaya koyuldular. Kendi milletlerinin muhtaç olduğu şeyleri onlara iletmeyi, ictimaî bir vazife olarak üzerlerine aldılar.

3. Dünyaya insanlık şerefi namına merhamet mesajları sunabilmek için yapılan çalışmalar “Kimse Yok Mu?” adı altında bir yardım derneğine dönüştü. Bu dernek ilk olarak, pek çok binanın yıkıldığı ve insanların evsiz yurtsuz kaldığı 1999 Marmara depreminde gösterdiği gayretlerle ismini duyurdu. “Kimse Yok Mu?” ismi ise enkaz altında kalan yaşlı birinin “Kimse yok mu?” çığlıklarının televizyonlarda duyulmasından sonra düşünüldü. Başlangıçta bu dernek, televizyon kanalına bağlı bir program şeklinde çalışıyordu. Sonra yardım faaliyetleri genişleyince, televizyondan müstakil olarak çalışmaya başladılar. Yıl boyunca hastalara, fakirlere ve özel ihtiyaç sahiplerine yardım ettiler. Onların dertleri bütün bir insanlıktı. Bundan dolayı, işittikleri bütün yardım çağrılarını, insanlığın bir çığlığı olarak algıladı ve insanlık namına yardıma koştular. Onlara göre ırklar, ülkeler, diller başka başka olsa da acının dili bir idi. Nerede olursa olsun, dökülen her gözyaşı, onlar için birer yardım çağrısıydı. Bu çağrıya kulak vererek, yaptıkları faaliyetlerle dünyanın dört bir yanına yetiştiler. Musibete uğrayan ülkelerin hükümetleriyle temasa geçip halkın aslî ihtiyaçlarını öğrendiler, gidip oralarda seyyar hastaneler yaptılar, temel gıda maddeleri ve çadırlar dağıttılar, köyler kurdular, kuyular açtılar. Tsunami hâdisesinde Endonezya’ya, depremden sonra Pakistan’a gittiler. Darfur’da (Sudan) bir köy inşa ettiler. Sonra Burma’da göründüler. Oradan Gürcistan ve Güney Osetya’ya uzandılar. Gazze savaşından sonra mazlum kardeşlerine yardım için Filistin’e ulaştılar. Ulaşıp ihtiyaç duyulan gıda ve tıbbî malzemeleri takdim ettiler. Halen de aynı aşk ve şevk içinde çalışmaya devam ediyorlar.


Diyalog Felsefesi ve Medya Kuruluşları


Dünyada bütün fikrî projelerin yaşayıp gelişebilmeleri için, diğer fikirlerle diyaloga geçmeleri şarttır. Bir fikrin kuvvet ve sebatı arttıkça, ne kadar farklı olursa olsun diğer fikirlerle diyaloga geçme ve onlarla irtibat kurma cesareti de artar. Her ülke, kendi içinde fikrî çatışmalara şahit olmuştur. Ancak Türkiye’de bu fikrî çatışma bir aralık kanlı iç çatışmalara dönüştü. Bu yüzden Fethullah Gülen Hocaefendi’nin ilk gayreti, bu büyük çatlağı tamir etme, Türk toplumunun kan kaybetmesini önleme ve çeşitli fikirler arasında barış ve diyalogun esaslarını yerleştirmeye çalışma istikametinde oldu. İşte diyalog faaliyetleriyle tanınan ve diyalog adına “Abant” platformunu kuran Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın kuruluşunun arka plânında da bu gayret vardır.

Hocaefendi, Türk toplumunun uzun zamandan beri tanıdığı bir âlimdi. O, çeşitli çevrelerden, tanınmış ve kabul görmüş şahıslara bizzat kendisi diyalog ziyaretleri gerçekleştirdi. Onlara, Türkiye’nin selâmeti için ortak zeminlerde buluşma teklifinde bulundu. Ardından karşılıklı dostluk ziyaretleri başladı.
Hocaefendi, fikir dünyasının önde gelen isimlerini, hattâ sanat ve sinema dünyasının ileri gelenleriyle futbolcuları dahi, yani toplumun gözü önündeki kimseleri aynı mekânda buluşturmaya çalıştı. Sonra bu diyalog çağrısı, Türkiye sınırlarını aştı ve bütün dünyaya yayıldı. Bu hareketin temsilcileri dünyadaki pek çok heyet tarafından davet edildiler, özellikle de İslâm âleminden.

Fethullah Gülen, 1999 yılında Amerika’ya gittiğinde bu faaliyetler durmadı. Belçika, Fransa, Mısır, Washington, Londra ve Erbil’de toplantılar düzenlendi. Bunlar, gelecekte diyalog ve yakınlaşmaları artırma hedefleri olan büyük toplantılardı. Dünya barışı adına yapılan çalışmaların ilklerinden biri de Bosna’da savaşın devam ettiği günlerde, dünya yıldızlarından oluşturulan karma bir takımla Türk millî takımı arasında yapılan futbol maçıydı. İzleyiciler arasında, Arjantinli eski futbolcu Maradona da vardı. Bu maçtan elde edilen gelirle, Bosna’da üç okul yapıldı.

Onların gerçekleştirilmesi gerektiğine inandıkları ve hayata geçirmek için canla başla çalıştıkları diyalogla alâkalı prensiplerini özetlemeye çalıştım. Kısaca,
1. Bizzat dinimiz bize başkalarıyla diyalog köprüleri kurmamızı emrediyor.
2. Dünya artık küçük bir köy hâline geldi. Dolayısıyla bizim de kimsenin dayatması olmadan kendi irademizle başkalarıyla iyi ilişkiler kurmak için kendimize ait bir yol bulmamız zaruridir.
3. Dünyada İslâm’ın imajı karartılmış, İslâm hakkında dezenformasyon yapılmıştır. Diyalog olmadan bu imaj nasıl düzeltilebilir ki?
4. Kendi değer ve prensiplerine güvenen asla başkalarından korkup çekinmez.

Hâsılı onlar dünyaya yepyeni bir mesaj taşıyorlar ki, bu mesajı şu cümle ile ifade etmemiz mümkündür: “Bundan sonra cümlelerimiz sevgi ve merhamet üzerine kurulacaktır.” Hocaefendi’nin fikirleriyle beslenen hareketin bu güzel fikirleri diğer insanlara ulaştırmasının yolu her çeşidiyle iletişim vasıtalarından geçer. Bu da medeniyetin inşasında kültür ve sanatın ehemmiyetine inanan gençlere ve Müslüman aileye kültürel bir alternatif sunma ihtiyacını gösterir. Binaenaleyh kendi fikir ve değerlerinden beslenen böyle bir alternatifin olmasının önemi iyice ortaya çıkmıştır. Bu anlamda ilk düşünülen şey de dünya çapında ilim adamları ve mütefekkirle irtibatı sağlayacak çok sayıda kitap ve dergiyi hem Türkiye’de hem de yurtdışında neşredecek bir yayınevinin kurulmasıydı. Küçük bir adım olarak başlayan hareketin bu yönü zamanla gelişti. Şu anda aynı yayın grubu 35 farklı dilde yayın yapıyor. Aynı şekilde bazıları aylık, bazıları da üç aylık olan dergileri var. Sadece hizmete gönül verenlere değil, bütün insanlara ulaşmayı hedefliyorlar. Bu müessesenin başarısını neşredilen eserlere talebin genişliğine bakarak değerlendirebiliriz.

İki temel hedefleri var:

1. Bu eserlere ilgi duyanların seviyesini yükseltmek.
2. Okuyucu sayısını artırmak.

Son zamanlarda, Arap dünyasıyla ciddi bir ilişki ve diyaloga girdiler. Bu, özellikle Arapça olarak neşredilen Hira dergisinin yayın hayatına başlamasıyla oldu. Bu zamana kadar benzer ılımlı hareketler arasında irtibatın en büyük engeli dillerin farklı olmasıydı. Fakat karşılıklı ziyaretler ve Arap mütefekkirlerle fikir alışverişi bu engeli aşmak için devamlı ilişki içinde olma fikrini geliştirdi.

“Değirmenin Suyu” ile Buluşma

Şunu kesin ve net bir şekilde söyleyebilirim ki, Türkiye’ye yaptığımız güzel gezi hitam-ı misk kabilinden bir görüşmeyle tamamlandı. Okulların, üniversitelerin ve koca koca hastaneler projesinde gördüklerimizin bizi çok etkilemesine rağmen eleştirel gözle bakıldığında şu denilebilir ki, herhangi bir hareket veya organizasyon bu ileri teknolojiyle yapılmış projeleri sadece maddî imkânlarla yapabilir. Şunu biliyoruz ki, hareketin ortaya koyduğu projelerin, benzerlerine göre konum ve durumu her türlü takdirin üzerindedir. Türkiye’de modern dünyayla herhangi bir mukayese yapılabilecek bir faaliyet beklemiyorduk. Bu kadar mala sahip ve hayır işi yapan insanların bu seviyede takva sahibi, mütevazı ve herhangi bir beklentiye girmeden gece gündüz Allah rızası için çalışmaları da tahmin edebileceğimiz bir şey değildi. Bu insanlar, herhangi bir üstünlük ve gurur emaresi göstermeksizin, sırf başkalarına daha fazla bakabilmek için hiç kimseyle rekabete girmeden kendi imkânlarını artırmaya çalışıyorlar.

Hizmete nasıl katıldıklarını ve hizmetten nasıl etkilendiklerini anlattıkları hitam-ı misk sayabileceğim oturumda şu duygularla dopdoluydum: “Bunlar bizim gibi beşer değil, melekî vasıflar onlara daha iyi yakışıyor.” Konuşmalar esnasında, gözyaşlarımıza hâkim olamadık; doğruluk ve hizmete gönülden bağlılıkları kalbimizin derinliklerine işledi. Neticede, bu iyi insanların hâlleri, Allah’ın izniyle, bu işi devam ettirebilecekleri, hattâ çıtayı daha yukarıya çıkarabilecekleri hususunda içimizde en ufak bir şüpheye yer bırakmadı. Biz, Allah’ın onlara lütfettiği ve misalleri zamanımızda pek bulunmayan bu hizmet yol ve yöntemine ancak gıptayla bakabiliriz.

Bahsettiğim toplantıdan önce bu büyük projeler için finansmanın nasıl sağlandığını, verme işinin devamlı nasıl geliştiğini sorduğumuzda, tebessümle, “Bu değirmenin suyu nereden geliyor?” mu demek istiyorsunuz diye cevap verdiler. Bunun Allah’ın bir lütfu olduğunu söyledikten sonra bizi “değirmenin suyu” dedikleri esnaf ve işadamları ile görüştürdüler. Bu görüşme sonunda gerçekten de hayatın kirlerinden arınmış, tertemiz akan, debisi yüksek bir su bulduk. Bu insanlar bütün beklenti ve arzularını geniş hayır sahalarına bırakmışlardı ve yaptıkları işte tamamen sahabeden ilham alıyorlardı. Hizmetin ihtiyaçlarını karşılamak için himmet adını verdikleri toplantılar akdediyor ve burada bir sene boyunca yapabilecekleri -zekâtın birkaç katını aşan- bağışları konuşup karara bağlıyorlardı. Bu konuda da örnekleri, zor zamanlarındaki tavrı ile Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) ve güzide ashabı idi. Bu duyguyla daha önce, Anadolu insanının hiç gitmediği yerlere projelerini ve fabrikalarını götürdüler. Türkiye’de gerçek toplumsal adalet prensiplerini ortaya koyarak iktisadi seviyenin gelişmesine katkıda bulunmuş oldular.

Değirmenin suyunu açıklayan bu örnek tavır, bu ziyarette gördüğümüz en güzel ve değerli şey ve beklentileri aşkın muvaffakiyetlerin bir açıklamasıydı.

Son olarak, Türkiye’deki bu tecrübenin temel özelliklerini -az da olsa- nakletmiş olabilmeyi Allah’tan umuyorum. Ben bunları görmekle Allah’tan bir nimete mazhar oldum, ümmetin yücelmesi için dinî değerlerden taviz vermeden bilakis Allah’a daha yaklaşmak üzere çalışanlar için de istifade olsun diye gördüklerimi naklettim. Yine umarım ki, bu ziyaretten sonra dolup taştığım ümit parıltılarının bazı kısımlarının naklinde başarılı olmuşumdur. Şurası kesindir ki, karanlık ne kadar artarsa artsın hak ve hayır hep üstün gelecektir. Hakkı temsil eden ışık ne kadar küçük de olsa -Allah’ın izni ve inayetiyle- karanlığı boğacaktır.


Dr. İman Kandİl