๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sefil üzerinde 03 Ekim 2010, 02:48:46



Konu Başlığı: Tebettül
Gönderen: Sefil üzerinde 03 Ekim 2010, 02:48:46

(http://www.sizinti.com.tr/images/konular/381/9.jpg)

Kesilmek, kesip ayırmak, ayrı tutma gayreti içinde bulunmak ve kendini her şeyden çekerek –biraz da sofî ifadesiyle– "hazîratu'l-kuds" veya "haremgâh-ı ilâhî"ye yönelmek mânâlarına gelir "tebettül". Tebettül önce şekilde, surette, özde, mânâda Hakk'a itaatle başlar, çimlenir; kalbi mâsivâ (Allah'tan başka her şey) mülâhazalarından uzak tutmakla gelişir ve herkesin istidadına göre, gönlün bir "beyt-i Hudâ" hâline gelip ruhta maiyet duygusunun kendini tam hissettirmesiyle de bir mânâda semeresini vermiş ve arş-ı kemâlâtına ermiş olur.

Tebettüle, mebde'de iradenin hakkını vererek Hakk'a hasr-ı nazar ve hasr-ı himmette bulunup bütün mâsivâdan kat-ı alâka yoluyla O'nu tam bilme, bulma, hatta bilmeler ötesi bulmaya kilitlenme de denmiştir ki; Hazreti Meryem'e "Betûl" unvanı bundan dolayı verilmiştir. Zaten o muallâ validemiz, tebettülle tebtîle ermişlerin başında gelenlerden biri olarak kabul edilir.

Bir diğer tevcihle; tebettül, Hak'tan gayrı her şeyden alâkayı kesip O'na hasr-ı nazar etmek ise, tebtîl, iradenin hakkını vererek, dinî yol ve yöntemlerle sürekli bir gayret içinde ve her zaman O'na yönelme heyecanıyla oturup kalkmak ve mütemâdî gayretlerle teveccühünü yenileyerek inâyet tecellî dalga boyundaki tebtîl hülyâlarıyla yaşamaktır. Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyân'ın وَتَبَتَّلْ إِلَيْهِ تَبْتِيلًا (Müzzemmil sûresi, 73/8) beyanıyla, üç kelime içinde ortaya koyduğu bu yüce hakikat sayesinde, tabiat ve donanımı tebtîl-i kâmile açık Hazreti Ruh-u Seyyidi'l-Enâm'ın (aleyhi ekmelüttehâyâ) herkesi Hakk'a tevcîh ve tebtîle çağırma gibi ağır bir sorumluluk yüklendiği/yükleneceği günlerin arefesinde melekûtî ufuklara yönlendirilmesi fevkalâde mânidardır...

Hele bu fermanın وَاذْكُرِ اسْمَ رَبِّكَ "Rabbinin yüce ismini zikret!" (Müzzemmil sûresi, 73/8) beyanını müteakip gelmesi, daha işin başında tebtîl ve tebettül yolunun en önemli bir esasını hatırlatmaktadır ki bu da, yola koyulmadan evvel yol azığının hatırlatılması türünden bir şey demektir. Binaenaleyh sofîye, tebtîle ulaşmanın daha ziyade tezkîr, tezekkür ve zikir yoluyla gerçekleştirilebileceği kanaatini taşımışlardır. Vâkıa, kavlî, fiilî ve hâlî zikr u fikr Hakk'a ulaştıran hemen bütün sistemlerin en birinci esasıdır; ama çok defa o ufka acz ü fakr, şevk u şükür yolunda yürüyerek, tefekkür ve tedebbürle kanatlanarak, şefkatle herkesi ve her şeyi kucaklayarak, peygamberâne bir iffet ü ismet, bir sadâkat ü fetânet ve bir tebliğ aşk u şevkiyle ulaşanların sayısı da az değildir.. evet bunlar da o derinlerden derin vefa hisleri ve dupduru teveccühleri sayesinde tebettüllerini Hak tebtîliyle taçlandırmış ve belki de meleklerle at başı hâle gelmişlerdir.

Bir kısım mutasavvıfîn tebettülü, dünya ve mâfîhâ diyebileceğimiz her şeyden kalben yüz çevirerek bütünüyle Allah'a yönelme ve ruhu dünyevî kirlerden arındırarak tecrîd yörüngesinde Hakk'a yürüme şeklinde yorumlamışlardır ki, Fuzûlî bu hususu şöyle seslendirir:

"Meslek-i tecriddir ferâgat evi,
Terk-i mâl eyle, hânümândan geç."

Aslında, hakikî tebettül erleri her zaman, sadece dünyevî mal-menâl değil, uhrevî arzu ve isteklerinde de disiplinli yaşamış ve rıza hedefli bir yörünge takip etmişlerdir. Öyle ki onlar, öteler ve öteler ötesi engin mülâhazalara daldıklarında ne Cennet ve hûri gılmanı düşünmüş, ne evvelen ve bizzat Cehennem endişesine kapılmış ne de ibadet ü taatle dünya ve ukbâya ait bazı şeyleri pazarlamaya kalkışmışlardır ki, sofîlere göre bunlardan birinciler "tâcirân", ikinciler "bendegân", üçüncüler "sâdıkân", Hakk'a hasr-ı nazar edip onun berisinde her şeye kapanan dördüncüler de "âşıkân"dır ve gerçek tebettül kahramanları da işte bunlardır.

Tebettül yolculuğu, zaruret dışı cismânî ve bedenî zevk u lezzetleri terk ederek ciddî bir azim ve irade ile maâlîye müteveccih olmakla başlar. Huzûzât-ı nefsâniyeye karşı tavır almak, nefs-i emmâreyi gemleyip daha baştan onun muhtemel arzularının önünde "sedd-i zerâyî" nev'inden setler oluşturmak ve bu konuda mütemâdî bir teyakkuz içinde bulunmak bu yolculuğun başlangıcıyla alâkalı önemli hususlardan sayılmıştır. Mehâfet, mehâbet ve recâ hisleriyle sürekli Hakk'ı hecelemek; hayatın saniye, dakika ve saatlerini O'na müteveccih bulunmakla derinleştirmek, derinleştirip birleri bin etmek; iman-ı kâmil, teslim-i hakikî, tevekkül-ü tâmm ve tefvîz-i etemm güzergâhından geçerek "Hasbî!" deyip O'nunla yetinmek; "üns billâh" rüyalarıyla hülyalarını süslemek; zevkî ve hâlî isneyniyeti aşarak bütün bütün bahr-i tevhîde gark olmak; dahası, maddiyat itibarıyla bir "mahv", bir "tams" ve "mahk" yaşamaktır ki, işte bu son keyfiyet üstü keyfiyet de tebettülün zirvesi sayılmıştır. Kümmelîne mahsus böyle bir tebettülle melekûtî şâhikalara yükselen "fenâ fillâh" eri, gayrı, esbâbın bir perdeden ibaret olduğunu görür; hicaplardan sıyrılmış olmanın enginliğine ulaşır; esbab dairesinde yapma mecburiyetinde olduğu hususları azimet ufkundan ruhsatlar zeminine inme telâkkî eder; eder ve bir mânâda onlara riayeti, Sahibinin hatırına ruhsata vesile sayar, sayar da mâl-menâl, evlad ü ıyâl, makam u imkân... gibi değişik hususları bir anlamda içtihad hatası türünden değerlendirir, değerlendirir zira o artık bir mest ü mahmûrdur. Ayrıca, elinden geldiğince ism-i Zâhir'in mezâhiri sayılan a'râz u cevâhirden, ism-i Bâtın'ın mecâlîsi kabul edilen ötelere ait şeylerden de alâkasını keserek her türlü bedel ve beklentiye karşı kapalı kalma insiyakı içinde bulunur. İşte bu ölçüdeki bir sır kahramanı –ona hafâ eri de diyebiliriz– değil maddî makam-mansıp, şan ü şeref ve şöhret ü ikbal hissi, mânevî makamları, keşf ü kerametleri ve zevk-i ruhanileri dahi çok rahatlıkla elinin tersiyle iter ve:
"Bulduğumu Sende buldum,
Bâtıl şeylerden kurtuldum;
Gelip kapında kul oldum;
Rabbim Sana döndüm yüzüm!"
der, bütün mâsivâyı ayağının altına alır; kalbiyle, kalıbıyla hakikî tevhid eksenine yönelerek Hakk'ın azametine yakışır bir tebettül tavrı sergiler ve çevresine:
"Gel sen de tebettül kıl, ten mahbesinden kurtul
Nefs ü hevâyı bırak, yalnız Allah'a kul ol"
diyerek hep tebtîl soluklar.

Burada, bir kısım mutasavvıfînce tebettül güzergâhıyla alâkalı görülen "tebeddül" kelimesinin ihtiva ettiği hususlara da işaret etmenin yararlı olacağını düşünüyorum:
Değişme, başkalaşma, daha farklı hüviyetlere bürünerek kemâle yürüme; duygu, düşünce, ihsas ve ihtisas açısından farklılaşma mânâlarına gelen tebeddül, bazı sofîlerce, iradî olarak tefekkür, tedebbür ve tezekkürle ya da ekstra bir kısım mevâhib ve mevâridle hayvaniyetten çıkma, cismaniyet tesirini aşma, kalb ve ruh yörüngesinde seyahat cehd ü gayretiyle melekûtî bir değişim ve dönüşüm şeklinde yorumlanmıştır.

İmanın hâlisâne amellerle insan tabiatının önemli bir derinliği hâline gelmesi, ihsan şuuruyla duygu ve düşüncelerin daha farklı bir derinliğe ulaşması, derken böyle birinin dopdolu bir his ve heyecanla sürekli "daha, daha" deyip hep öteleri kollaması, kollayıp kurb-u ferâizden kurb-u nevâfile koşması.. gönlünün derinliklerinde "Onun işiten kulağı ve gören gözü olurum." (Buhârî, Rekaik) recâsı, sırrının enginliklerinde "Attığında onu sen atmadın, Allah attı." (Enfâl sûresi, 8/17) teveccühünün heyecanı, yer yer müteşekkir ve mütebessim, zaman zaman da "tahdis-i nimet" mülâhazasıyla iki büklüm olan böyle bir tebeddül kahramanı, iç içe değişimlerle tekâmülden tekâmüle sıçrıyor gibi sürekli bir terakkî vetiresi yaşar ve hep vuslat arzusuyla çırpınır durur. O hâliyle bu mütebeddil, insanlardan bir insan olmanın yanında a'râz u cevâhiri aştığı, mâsivâdan geçtiği bu nuranî yolculukta âdeta bir semavîdir ve melekût âlemlerinin gözü sürmeli dilrubâlarındandır.

İşin doğrusunu Cenâb-ı Hak bilir ve O sevdiklerini er geç bazen tebettüllerle bazen de tebeddüllerle gözlerin görmekten âciz olduğu, kulakların duymadığı, beşer tasavvurlarını aşan mazhariyetlere ulaştırır.

اَللّٰهُمَّ الْإِيماَنَ الْكاَمِلَ وَالتَّوْحِيدَ الْخاَلِصَ
وَالْاِسْتِقاَمَةَ التَّامَّةَ وَالتَّبّتُّلَ الْفاَئِقَ
وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِناَ مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِينَ الطَّيِّبِينَ الطَّاهِرِينَ