๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 11 Ekim 2010, 14:00:21



Konu Başlığı: Sünnet in korunmuşluğu
Gönderen: Sümeyye üzerinde 11 Ekim 2010, 14:00:21
Sünnet'in Korunmuşluğu

Dinin yarısını teşkil eden Sünnet, şek ve şüpheye mahal bırakmayacak ölçüde, en mevsûk kanallardan, olabildiğine hassas ve kılı kırk yaran muhakkik zatlar tarafından, hem de ta sahabe, tâbiûn ve tebe-i tâbiîn döneminden başlayarak kaydedilmiş, ezberlenmiş, muhafazaya alınmış ve sonra da harfi harfine nakledilmiş, kitaplara geçmiş ve bu günlere gelip ulaşmıştır.



Sünnet; Kur’ân’dan sonra İslâm’ın ikinci kaynağı olması itibariyle Müslümanlar nezdinde çok önemli bir konuma sahiptir. İlk dönemlerden itibaren Sünnet’e "din" nazarıyla bakılmış, Sünnet’in muhafazası ve yaşanması için her türlü takdiri aşan gayret ve çalışmalar ortaya konmuştur. Kur’ân’ın kaynağı vahiy olduğu gibi, Sünnet’in kaynağı da vahiydir. Ancak aralarında şöyle bir fark vardır: Kur’ân vahy-i metluv,1 Sünnet ise vahy-i gayri metluvdur.2 Doğduğu andan itibaren ilahî gözetim ve muhafaza altında yaşayan Peygamberimiz'in, bizzat Kur’ân tarafından "O’nun konuşması vahiydir. O, asla kendi hevasından konuşmaz." (Necm sûresi, 3) denilerek sözlerinin ilâhî te’yide mazhar olduğu belirtilmiştir.

Sünnet’in Korunmuşluğunun Zaruri Oluşu

Dini hükümlerin oluşmasında Kur’ân–Sünnet bütünlüğü bilinen bir gerçektir. Fıkıh kitapları sathî bir bakışla bile gözden geçirilse, dini ahkâmın Kur’ân ve Sünnet’in birlikte değerlendirilmesiyle şekillendiği anlaşılacaktır. Sünnet olmadan Kur’ân’ın pratiğe aktarılması mümkün değildir. Bu yönüyle Sünnet, Kur’ân’ın pratize edilmiş şeklidir.

Kur’ân’ın yanında müstakil bir teşrî kaynağı olan Sünnet, Kur’ân’ın mücmelini tafsil, müphemini tefsir, umumunu tahsis ve mutlağını takyid fonksiyonuna sahiptir. Bu çerçevede Sünnet, Kur’ân tefsirinin birinci kaynağı olmuştur. Kur’ân’da emredilen namaz ve hac gibi ibadetlerin keyfiyeti ve yapılış şekilleriyle ilgili tafsilatta bulunmuştur.3 Miras hukukuyla ilgili umumî hüküm ifade eden âyeti4, Peygamberlerin miras bırakmayacağını söyleyerek5 tahsis etmenin yanında, "Mallarınızı aranızda batıl bir surette yemeyin; ancak anlaşma ve karşılıklı rızaya dayalı ticârî mübadeleyle yiyin." (Nisâ sûresi, 29) âyetini de, "Meyveler, tam belirli hale gelinceye kadar satmayın."6 buyurarak Hz. Peygamber (s.a.s.) takyîd etmiştir. Bu misalleri çoğaltmak elbette mümkündür. Ancak biz sadece işaret sadedinde bu meseleye temas ettik.

Kur’ân’ inmeye başladığı andan itibaren Sünnet, Kur’ân’la içli dışlı olarak fonksiyonunu icraya başlamış ve dinin ikinci kaynağı olmuştur. Bu durum bizi, İslâm’ın hakkıyla muhafazasının Sünnet’in de muhafaza edilmiş olduğu sonucuna götürmektedir. Eğer Sünnet korunmamışsa din eksik demektir. Oysa Kur’ân’da Allah (c.c.), "Bugün dininizi kemâle erdirdim, size olan nimetimi tamamladım ve din olarak sizin için İslâm’a razı oldum" (Mâide sûresi, 3) buyurarak İslâm’ın tamama erdirildiği söylemektedir.

Korunmuşluğun İlâhî Unsurları

a. Hz. Peygamber’in Masum Oluşu

Peygamberlerin sıfatlarından biri de ismettir. İsmet, peygamberlerin küçük-büyük bütün günahlardan, Allah’ın inayetiyle, korunmuş olmaları demektir. Yani Allah (c.c.), peygamber göndereceği kuluna günaha giden yolları kapamıştır. Çünkü onlar özel donanımlı insanlardır.

Peygamberler, dinin muhafazası için günahsız olmalıdırlar. Mantıken de böyle olması gerekir. Çünkü peygamberler, aramızda tebliğ vazifesiyle bulunurlar. Onların varlık gayesi sadece tebliğdir. Cenab-ı Hakk’ın emir ve buyruklarına ilk muhatap onlardır. Aldıkları emirleri de insanlara olduğu gibi aktarırlar. Eğer peygamberler, böyle dupduru bir ruh yapısına sahip olmasalardı, gelen ilâhî mesajları, geldiği gibi intikâle muvaffak olamazlardı. Hem de ilâhî vahiy onların saydam olmayan mahiyetlerine, duru olmayan gönüllerine, saf olmayan vicdanlarına çarpar, adeta ışık gibi kırılır ve ışığın kırılıp başkalaşması gibi, bu mat satıh ve bünyeler her şeyi kendi his, duygu ve düşüncelerinin alaca karanlığında değerlendirir, isteyerek veya istemeyerek çarpıtırlardı. Bundan dolayı bu aynanın temiz olması gerekir ki, vicdanlara aksettirdiği hakikatler yanıltıcı olmasın.

İnsan; iman, itikat ve amele ait bütün dini hükümleri peygamberler vasıtasıyla öğrenir. İnsan, onlardan dini en kâmil ve mükemmel halde görmelidir ki, onlara ittiba ile dünya ve ahiret saadetini elde edebilsin.7
Bizler, herhangi bir vazifeye birisini tayin edeceğimiz insanlar için güvenlik araştırması yaptırırız. Bir de o şahsa tevdi edilecek vazife peygamberlik gibi önemli bir vazifeyse, herhalde güvenlik araştırması yedi göbek ötesine kadar uzatılmalıdır. Tamamen dünya ile ilgili ve basit meselelerle alakalı insan seçiminde hassas davranılır da, en önemli vazife olan ve aynı zamanda dünya ve ahireti kuşatan bir vazife için liyakat aranmaması düşünülemez. Cenab-ı Hakk’ın, böyle kudsî bir vazifeyi sıradan ve kusurlu insanlara temsil ettirmeyeceği açıktır.

Bütün peygamberler gibi Efendimiz (s.a.s.)'de masumdur. Allah O’nu hata yapmaktan korumuştur. Hz. Peygamber’in unutması (unutturulması) veya Kur’ân’da yer alan ikazlar, değişik hikmetlere bağlı olup kendisinden sâdır olan bir hatadan dolayı olmamıştır.9 Unutma meselesini de bizzat kendisi, "Ben unutur veya unutturulurum, ta ki Sünnet koyayım."10 buyurarak, İslâmî teşriata vesile olması için böyle bir durumun vâkî olduğunu beyan buyurmuşlardır. Kaldı ki, unutmak dinde bir hata olarak değerlendirilmemiştir.

Allah Resûlü’nün masum oluşu, Sünnet’in kaynak itibariyle, Allah tarafından hata ve yanlışlardan muhafaza edildiğini göstermektedir.

b. Kur’ân Ayetlerinin Delaletleri

Kur’ân’daki bazı ayetler, dolaylı olarak Sünnet’in korunmuşluğuna delalet etmektedir. Yukarıda temas ettiğimiz, "Bugün dininizi kemâle erdirdim, size olan nimetimi tamamladım ve din olarak sizin için İslâm’a razı oldum." (Mâide sûresi, 3) âyeti bu çerçevede değerlendirilebilir. Yine "Şüphesiz Zikri biz indirdik, onu koruyacak olan da biziz." (Hicr sûresi, 9) ayetinde geçen "Zikr" kelimesi Sünnet’i de ihtiva etmektedir. Her ne kadar ilk bakışta, "zikr"den maksat Kur’ân gibi anlaşılıyorsa da, Kur’ân’ın yerine "zikr" denilmesi, daha geniş anlamda bir kavramla karşı karşıya bulunduğumuzu göstermektedir. Allah’ın, "zikr"in korunmasıyla ilgili teminatı, sadece Kur’ân’la sınırlı olmayıp Peygamberimiz vasıtasıyla gönderilen dinin tamamını, dolayısıyla Sünnet’i de kapsamaktadır. Cenab-ı Hak, Kur’ân’ı koruduğu gibi Sünnet’i de korumuştur. Bunun için de ümmetin âlimlerini Sünnet’i ezberlemek, öğrenmek, öğretmek gibi hususlara yönlendirmiştir. Efendimiz’den itibaren, binlerce âlim, hayatını bu yola vakfetmiştir.11 Nitekim başta İmam Şafiî olmak üzere İslâm âlimleri, Sünnet’in tamamının âlimler tarafından bilindiğini belirtmişlerdir. Yani, âlimlerin tamamı bir araya getirilse, Sünnet’in tamamı ortaya çıkmış olacaktır.12 İmam Şafiî’nin yaklaşımından da, namaz, zekat, hac, oruç, muamelat ve feraizden hiçbir şeyin kaybolmadığı sonucunu çıkarabiliriz. Peygamberimiz’in söz, fiil ve takrirleri, geliş yolları ve seviyeleri farklı bile olsa, derlenip toplanmıştır. Ayrıca, Kur’ân’da, Peygamberimiz'e hitaben: "Sana da ey Resulüm bu zikri indirdik ki kendilerine indirileni insanlara açıklayasın." (Nahl sûresi, 44) denilmektedir ki, eğer Sünnet bizim için güvenilir bir kaynak değilse, Kur’ân’da yer alan namaz, oruç, zekat gibi emirlerin yapılış keyfiyetlerini bilmemiz, dolayısıyla da buna benzer nasslardan istifade etmemiz mümkün olmayacaktır. Dolayısıyla bize farz kılınan hükümler bâtıl olacaktı. Oysaki Kur’ân, "Bir anlaşmazlığa düştüğünüz zaman onu Allah ve Resulüne götürün..." (Nisa sûresi, 59) ayetiyle, bütün meselelerin Efendimiz’in söz, fiil ve takrirleri ışığında çözülmesi gerektiğine işaret ederken, Peygamberimiz de, "Dikkat ediniz, bana Kur'ân ve onun bir benzeri verildi."13 buyurarak, Sünnet’e müracaat etmeden dini yaşamanınmümkün olmadığını ihtar etmişlerdir. Kur’ân’ın korunması nasıl ilahi teminat altındaysa, Sünnet’in korunması da böyledir ve bir zorunluluktur. Zira, bir usul prensibinde de ifade edildiği gibi, "Vacibin kendisiyle tamamlandığı şey de vaciptir."


c. Sahabenin Allah Tarafından Seçilmiş Bir Topluluk Olması


Sahabenin pek çok faziletinden biri de, İbn Mes’ud’dan nakledilen bir hadiste şöyle belirtilmektedir: "Allah kulların kalbine baktı ve Hz. Muhammed’i seçti ve mahlukatına nebi olarak gönderdi. Sonra insanların kalblerine baktı ve O’nun ashabını seçti. Onları dinin yardımcıları ve peygamberinin vezirleri yaptı."14 Sünnet’in ilk muhatapları olan sahabe, seçilmiş bir topluluktur. Sahabenin Sünnet’in anlaşılması ve muhafazası hususundaki gayretleri takdire şayandır. Onların bu konudaki muvaffakiyetlerinin, ilâhî bir tercih ve takdirin neticesi olduğu görülmektedir.

Korunmuşluğun Beşerî Unsurları

a. Hz. Peygamberin Teşvik ve Tedbirleri

Hz. Peygamber (s.a.s.), Sünnet’in muhafazasına teşvikte bulunduğu gibi, bazı tedbirler de almıştır. Mübelliği olduğu dinin sürekliliğinin Sünnet’in korunması, anlaşılması ve yaşanmasıyla mümkün olacağını çok iyi bilen Peygamberimiz, Sünnet’in öğrenilmesini ve öğretilmesini teşvik etmiş ve bunu yapanlara duacı olmuştur: "Allah bizden bir söz işitip onu muhafaza edenin ve sonra da bir başkasına tebliğ edenin yüzünü ak etsin ve güldürsün."15 "Allah, benim sözümü işitip, belledikten sonra, onu tebliğ edenin yüzünü ak etsin ve güldürsün."

Mekke’nin fethinden az bir zaman önce, Rabîa Kabilesi’nden Abdü’l-kays heyeti Resûlullah’a gelerek: "Ey Allah’ın Resûlü, biz Sana çok uzak mesafelerden geliyoruz. Aramızda Mudar kâfirlerinden falan kabile var. Bu yüzden de haram ayların dışında Sana gelmemiz mümkün değil. Bize kısaca bir şeyler emret de, arkada bıraktıklarımıza haber verelim, verelim de o sebeple biz de cennete girelim." dediler. Hz. Peygamber (s.a.s.) onlara bazı şeyler emretti, bazı şeyleri de yasakladı ve sözlerini şöyle bağladı: "Bunları hıfzedin ve arkanızdakilere de haber verin."

Yine Veda Hutbesi’nin sonunda: "(Sözlerimi) burada bulunanlar, bulunmayana tebliğ etsin."18 buyurduğu gibi, hafızasından şikayet eden bir sahabîye "Sağ elinden yardım iste."19 diyerek yazmasını tavsiye etmiş ve "İlmi yazarak kaydedin."20 diyerek hadislerin tespit metotlarından biri olan yazıyı teşvik etmiştir.
Sünnet’in muhafazasını teşvik eden Peygamberimiz, kasıtlı yalan ve uydurmaların önüne geçmek için de, "Kim benim adıma yalan uydurursa, cehennemdeki yerine hazırlansın."21 gibi sözleriyle kendisinden nakledilen her şeyin olduğu gibi aktarılması için gerekli uyarıları yapmıştır. Efendimiz (s.a.s.)’in bu gibi uyarıları, sahâbeyi temkinli olmaya sevketmiş ve hadis rivayetinde kılı kırk yaran bir hassasiyet oluşmasını sağlamıştır.

b. Sahabenin Sünnet’i Öğrenme ve Yaşama Konusundaki Gayretleri

Peygamberimiz’in, hadislerin muhafazası hususundaki teşviklerini çok iyi değerlendiren sahâbîler, hadis öğrenmek için ciddi bir gayret ortaya koymuşlardır. Sahâbe, Kur’ân ve hadisi sadece bilgilenmek için değil, öncelikle yaşamak ve hayata hayat kılmak için öğrenmişlerdir. Bu açıdan Sünnet’in, ilk muhatapları tarafından hayata aktarılması ve bütün yönleriyle yaşanması sonraki nesillere de misal teşkil etmiş, yazılı ve sözlü muhafaza ve naklin yanında, yaşanarak da nakledilmiştir. Şimdi, bir-iki misal vermek suretiyle konumuzu aydınlatmaya çalışalım.

Enes b. Mâlik şöyle demektedir: "Biz, Resûlullah’ın (s.a.s) yanında otururken, O’ndan bir söz işitir, yanından ayrılınca da, onu aramızda anar ve müzâkere ederdik."22 İbn Abbas ve Ebû Saîd el-Hudrî de talebelerine şu tavsiyede bulunmuşlardır: "Bu hadisleri belleyin ve aranızda müzakere edin. Onların bazısı bazısını hatırlatacaktır."23 Sahâbe, Peygamberimiz’den hadis dinlemekle kalmamış, öğrendikleri hadisleri iyice bellemek için aralarında müzakereler yapmışlardır.
Ebû Hüreyre’nin, kendisini çok rivayette bulunmakla tenkit edenlere verdiği cevap da konumuzu aydınlatıcı mahiyettedir: "Muhâcir kardeşlerimiz çarşı pazarda ticaretle, Ensar kardeşlerimiz de işleriyle meşgulken, şu Ebû Hüreyre karın tokluğuna Resûlullah’la beraber olmuş ve onların görmediğini görmüş ve hıfzetmediklerini hıfzetmiştir."24 Bu hadisten, diğer sahâbîlerin hadis öğrenmeye vakit ayırmadıkları sonucu çıkmamalıdır. İdareci olmadan önce ilim öğrenmeyi tavsiye eden Hz. Ömer’in, ashabın yaşları ilerlemiş olmasına rağmen ilim öğrendiklerini söylemesi25 ilim öğrenme cehd ve gayretinin hemen hemen ashabın tamamında olduğunu göstermektedir. Ama Ebû Hüreyre, hadis öğrenme hususunda bir adım önde yer almıştır.

Sahâbe, Sünnet’e uyma mevzuunda da çok hassas davranmış ve Sünnet’in her meselesine sahip çıkmıştır. Meselâ, Hz. Ali mestlerin üstüne meshedilmesi mevzuunda şöyle demiştir: "Resûlullah’ı mestlerin üstünü meshederken görmemiş olsaydım, bana göre onların altını meshetmek daha uygun olurdu."26 Onun bu sözleri Sünnet’e teslim olmanın ve Sünnet’in olduğu yerde şahsî ictihada girilemeyeceğinin ifadesidir. Yine Hz. Ali, Kûfe’de bulunurken ayakta su içmişti. Kendisini bu şekilde gören Meysere b. Yakub: "Ayakta su mu içiyorsun?" diye sorunca da şu cevabı verdi: "Ayakta su içmişsem Rasûlullah’ı (s.a.s) ayakta içerken gördüğüm içindir; eğer otururken içiyorsam, Rasûlullah’ın oturarak içtiğini gördüğümden dolayıdır."27 Demek ki, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in, suyu oturarak içmeyi tavsiye ettiği gibi, ayakta içtiği de olmuştur. Burada bizim dikkat çekmek istediğimiz husus, sahâbîlerin Sünnet’e uyma meselesindeki hassasiyetidir. Sahâbenin Sünnet’i yaşama konusundaki gayret ve ciddiyetleri, Sünnet’in muhafazası adına önemli bir vesile olmuştur. Şu hususu da belirtmek gerekir ki, sahabe İslâm’ın ilk muhatapları olması itibariyle, her şeyi orijinal olarak bulmuşlardı. Gerek ayet ve hadisleri ilk defa duymaları, gerekse onlarda şok tesiri yapan pek çok hadisenin olması Sünnet’in öğrenilmesine ve bu öğrenmenin kalıcı olmasına vesile olmuştur.

c. Sahabenin Hadis Rivayetindeki Hassasiyetleri


Hz. Peygamber’in kendi adına kasten yalan uyduranların cehennemlik olduklarını beyan etmesi, sahâbeyi hadis rivayetinde temkinli olmaya sevketmiştir. Mesela, Efendimiz’e yakınlığı herkesin malumu olan Zübeyr b. Avvam pek az hadis rivayet etmiştir. Bir gün oğlu kendisine: "Baba, sen neden hadis rivayet etmiyorsun?" diye sorduğunda: "Bir kelimede bile Resûlullah’a muhalefet ederim diye ödüm kopuyor. Çünkü O, ‘Benim adıma yalan söyleyen, cehennemdeki yerine hazırlansın.’ buyurmuştur"28 şeklinde cevap vermiştir.
On yıl Peygamberimize hizmet eden Enes b. Mâlik (r.a.) de hadis rivayeti konusundaki endişesini şöyle ifade etmiştir: "Eğer hata ederim endişesi ve korkusu olmasaydı, Resûl-i Ekrem’den (s.a.s) daha çok şeyler anlatırdım."

Hadis rivayetinde hassas davranan sahâbe, hadislerin lafzen rivayetine de çok dikkat etmiştir. Hadîslerin mana ile rivayeti belli şartlarla caiz olmakla birlikte, sahâbe lafzen rivayet konusunda titiz davranmıştır.

d. Tedvin ve Tasnif Dönemi Çalışmaları

Tedvin, değişik yazı malzemelerinde veya hafızalarda bulunan hadislerin, herhangi bir usul gözetilmeksizin bir kitap içinde toplanmasıdır. Tedvin dönemi, hicri birinci asrın sonları ile II. asrın ortalarına kadar olan zaman dilimini içine alır. Tasnif ise, tedvin edilen hadisleri belli bir usule göre sınıflandırarak eser meydana getirmektir.
Tedvin ve tasnif, bir ihtiyaç neticesi ortaya çıkmıştır. Nitekim, Ömer b. Abdülaziz’in Medine Valisi Ebû Bekir b. Hazm’a ve ülkenin her tarafına gönderdiği resmî yazı şudur: "Hz. Peygamber’in hadislerini ve Sünnet’lerini araştır ve yaz; zira ben ilmin kaybolmasından ve âlimlerin yok olup gitmelerinden endişe ediyorum."30 İslâm tarihindeki, ilk sistemli ve resmî tedvin faaliyetleri, Ömer b. Abdülaziz’in gayretleriyle başlamış olup bu manada ilk resmî tedvin çalışması yapan da İbn Şihâb ez-Zührî (v. 124/742) olmuştur. Sadece, Zührî’nin yazdığı hadislerin kitaplar halinde hayvanlarla taşındığı düşünülecek olursa, tedvin faaliyetlerinin hayranlık uyandıracak seviyede olduğu görülecektir.31
Hadislerin tedvini için pek çok seyahatler (rihle) yapılmış, çok sayıda kişi hayatını bu işe vakfederek, ulaşabildikleri bütün sahabîlere veya onlardan hadis işiten tâbiîlere ulaşmaya çalışmışlardır.

Hicri II. asrın ilk çeyreğiyle birlikte tedvin dönemi sona ermiş ve tasnif dönemi başlamıştır. Tasnif döneminde, Musannef, Sünen, Müsned ve Sahih gibi adlarla pek çok eser ortaya koyulmuştur. Hadis tarihi açısından, hicri ilk üç asır altın çağ olarak kabul edilmektedir.

Bizim burada sadece bir işaret kabilinden yer verdiğimiz örnekler, Hadis tarihiyle ilgili kitaplarda çok daha geniş olarak yer almaktadır. Çok erken bir dönemde ortaya konan, sistemli ve günümüzün akademik zihniyetinin çok ötesinde ve günümüz ilmî araştırma usullerine de örnek olacak şekilde yapılan çalışmaların boyutuna ve derinliğine bakınca hayranlık duymamak mümkün değildir. Bu ümmet, dininin temel kaynaklarına hakkıyla sahip çıkmış ve hiç zayiat vermeden onları günümüze kadar ulaştırmıştır. Bilindiği gibi, hadislerin nakledilmesinde isnad sistemi kullanılmıştır. Yani, bir hadis, Peygamberimiz’e kadar kimler vasıtasıyla nakledilmişse tespit edilmiştir. İsnad sistemi bu ümmete has bir ilim harikasıdır. Tarihte başka bir örneğini göstermek de mümkün değildir.

Sünnet’in muhafazası adına yapılan çalışmalar, sadece tedvin ve tasnif dönemiyle sınırlı değildir. Hadis tarihi açısından, bu oluşum dönemlerine bağlı olarak pek çok çalışma yapılmıştır. Bunlar içerisinde mevzuat edebiyatı diye isimlendirebileceğimiz hadis diye uydurulmuş sözleri inceleyen ve hadislere karıştırılmak istenen uydurma sözleri tespit eden ve ayıklayan çalışmalar yer almaktadır. Yine çok erken dönemde oluşmaya başlayan cerh ve tadil edebiyatı da hadis râvilerini tanıtmayı konu edinen ve ravilerin güvenilirlik durumlarıyla ilgili bilgi veren eserlerden oluşmaktadır. Ayrıca, genel olarak hadis usulü olarak bilinen, genel ve teorik kaideler vaz’ ederek râvî, rivâyet ve mervî konularının tetkik ve tenkidine imkan veren Dirâyetü’l-hadis ilmi de Sünnet’in muhafazasına hizmeteden temel ilmî disiplinler arasında yer almıştır. Bu sahada yazılan eserlerin listesi bile insanın hafızasında tutmakta zorlanacağı miktardadır. Kaldı ki biz konuyla ilgili bazı ilmî disiplinlere sadece anahatlarıyla işaret edebildik. İlimler tarihinin yüz akı sayılan ve insaf ehlinde hayranlık uyandıran bunca çalışmayı görmezden gelerek, hadislere şüpheyle bakmak, ilmî bir bakış açısı olmayıp maksatlı ve art niyetli veya ilmî zihniyetten uzak bir anlayıştır.

Sonuç

Sünnet’in korunmuşluğu, nitelik olarak Kur’ân’dan farklıdır. Kur’ân lafız ve mana olarak korunmuştur. Sünnet’in korunmuşluğu ise, belli ölçüde lafız olarak olsa da, azımsanamayacak miktarda mana ile olmuştur. Yani, hadislerin bir kısmı Hz. Peygamber’in söylediği şekliyle muhafaza edilmiş; bir kısmı da, mana ile rivayet edilmiştir. Hz. Peygamber’in söylediği ama daha sonraki nesillere intikal etmemiş hadisler de olabilir. Ancak, Sünnet uygulama olarak yaşanmış, korunmuş ve sonraki nesillere intikal ettirilmiştir. Mesela, namazla ilgili bütün hadislerin sahabe sonrasına intikal etmediğini düşünelim. Ancak, namazla ilgili bütün meseleler için, yeterli miktarda hadis/bilgi/uygulama intikal ettirilmiş olup bu anlamda Sünnet uygulama noktasında bir eksikliğe sahip değildir. Bir konudaki, aynı anlama gelen hadislerin çoğunluğunun nakledilmiş olması, dinin yaşanması için yeterli olur. Bazılarının nakledilmemiş olması ise bir eksiklik ortaya çıkarmaz.

Kur’ân'ın korunması, Sünnet’in korunmasını da içine alır. Çünkü Sünnet, Kur’ân’ın açıklayıcısı, güvenilir bekçisidir; keyfi yorumlara tâbi tutulmasını önler. O halde Sünnet’in korunması, Kur’ân’ın korunması için gerekli önlemlerden biridir. Bu sebeple de Kur’ân’ın korunması, Sünnet’in de korunması demektir.

Sünnet’in korunması ümmete, ümmetin âlimlerine havale edilmiştir. Yani sadece Kur’ân ile Sünnet’in korunma şekillerinde farklılık vardır. Bu da İslâm âlimlerinin hadis ilimlerinin bütün branşlarında gerçekleştirdikleri her türlü takdirin üstünde değer arzeden ilmî mesailer ile gözler önüne serilmiş bir gerçektir.

Sünnet’in tamamı ümmet tarafından korunmuştur. Tek tek fertler ele alındığı zaman, elbette onların bütün Sünnet’i ihata edemedikleri görülürse de, ümmetin bütünü ele alındığı zaman Sünnet’ten hiçbir şeyin kayıp olmadığı anlaşılacaktır. Tıpkı herhangi bir dili, bir dil âliminin bütünüyle bilmesi mümkün olmasa bile, o dili konuşan milletin o dilin bütün kelimelerini bilmesinin pek normal olduğu gibi. Hatta İmam Malik'e, devrin halifesi, Muvatta’ı yegane hadis kitabı olarak ilan etme teklifini iletince, büyük imam "Bizim muttali olmadığımıza başkaları muttali olmuş olabilir." diyerek karşı çıkmış, Sünnet’i, ümmetin bütünü çerçevesinde düşünmek gerektiğini hatırlatmıştır. Yani fert olarak bilgileri sınırlı da olsa âlimlerin tümü, Sünnet’in tümünü ihata etmişlerdir. Bu da Sünnet’in korunmuşluğunu gösterir.



Dipnotlar

1.Vahy-i metluv: Allah Teala’nın doğrudan doğruya vahyetmesi. Kur’ân-ı Kerim, böyle bir vahiydir.
2.Vahy-i gayri metluv: Allah Teala tarafından peygamberlerin kalblerine bildirilen vahyi, peygamberlerin kendilerine âit kelimelerle yanındakilere bildirmesi.
3.Bkz.: Buhârî, Ezân 18.
4.Nisâ sûresi, 11.
5.Buhârî, İ’tisâm 5; Müslim, Cihâd 51.
6.Buhârî, Buyû’ 82; Müslim, Buyû’ 51.
7.Gülen, M. Fethullah, Sonsuz Nur, 2/142, İst. 1994.
8.Gülen, Fethullah, Sonsuz Nur, 2/145-146.
9.Kur’ân’da Efendimiz’le ilgili ikaz görünümlü iltifatların izahı için bkz.: Gülen, Fethullah, Sonsuz Nur, 2/198-228.
10.Muvatta, Sehiv 2
11.Mustafa Sibai, İslam Hukukunda Sünnet 146.
12.Şafiî, Risale, 20-22.
13.Ebû Dâvûd, Sünnet 5.
14.Ebû Nuaym, Hilye, 1/375.
15.Tirmizî, İlim 7.
16.İbn Mâce, Mukaddime 18.
17.Buhârî, İman 40.
18.Tirmizî, İlim 9.
19.Tirmizî, İlim 12.
20.Dârimî, Mukaddime 43.
21.Buhârî, İlim 38.
22.Hatîb el-Bağdâdî, el-Câmî li ahlâki’r-râvî ve âdâbi’s-sâmî, 46, Mısır, ts.
23.Dârimî, Mukaddime 51.
24.Buhârî, İlim 42.
25.Buhârî, İlim 15.
26.Ebû Dâvûd, Tahâre 63.
27.Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/134.
28.Buhârî, İlim 38.
29.Dârimî, Mukaddime 25.
30.Buhârî, İlim 34.
31.Bkz.: Çakan, Lüfti, Hadis Edebiyatı, 18-19.
32.Kandemir, Yaşar; Çakan, İsmail; Küçük, Raşit, Riyazü’s-sâlihîn Terceme ve Şerhi, 1/33, İstanbul, 2004.



Hasan Yenibaş