๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 14 Ekim 2010, 13:25:12



Konu Başlığı: Sünnet in anlaşılmasında ulemânın yeri
Gönderen: Sümeyye üzerinde 14 Ekim 2010, 13:25:12
Sünnet'in Anlaşılmasında Ulemânın Yeri  


Allah Resûlü, hayat-ı seniyyelerinde, kendine itaat etmeyi ve sünnetine uymayı dinin bir parçası sayıyor; söylediği her sözün arkadan gelecek nesillere ulaştırılmasına teşvikte bulunuyor.. hattâ ashabına uzak yerlerden hadis dinlemeye gelenlere mülâyim ve yumuşak davranmayı emrediyor ve söylediği sözlerin mutlaka dinlenip-bellenmesi için tahşidat yapıyorlardı.

  A. Hadîs Âlimlerinin Görev ve Sorumluluğu

Hadîs ve Sünnet karşısında ulemânın görev anlayışı ve sorumluluk şuuruna dikkat çeken şu hadîsle konuya girmek uygun olacaktır: "Bu ilmi her nesilden âdil olanları (ehliyet, liyâkat ve istikamet sahibi hadîs âlimleri) yüklenir. Onlar bu ilimden, aşırıların tahrifini, bâtıl ehlinin istismarını ve câhillerin tevilini defederler."2 "Allah'a hamdolsun" diyor Sahîh-i Müslim şârihi Nevevî (676/1277), "Her asırda öyle oldu. Bu durum, Resûl-i Ekrem'in nübüvvetini gösteren alâmetlerdendir."3

Bu hadîste, üç âfet ve tehlikeden sakındırılır: Tahrif, intihal ve câhilâne tevil. Hadîs metninde geçen tahrif, hanif dinin karakteristik özelliği olan müsamaha ve itidal çizgisinden uzaklaşmakla ortaya çıkar. Gerek akîde gerekse ibadet meselelerinde Ehl-i kitâbın hataya düşmesine yol açan aşırılık, taşkınlık ve haddi aşmak da tahriftir. İntihâl kelimesi, inhiraf, yan çizmek, özden ve istikametten uzaklaşmayı ifade eder ki, bu bir tür sapma ve kırılma noktası demektir. Câhilâne tevil ise temelsiz, eksik ve yanlış yorumlamak demektir. Âlim veya akademisyen kisvesine bürünerek zihinleri karıştıranlar buraya dâhil edilmelidir.

İşte, bu görev anlayışı ve sorumluluk şuuruyla hareket eden hadîs âlimleri, her asırda uzun bir tecrübe ve mümareseden sonra ulaştıkları ilmî müktesebâtı kendilerinden sonraki nesillere intikal ettiriyor ve muazzam eserler bırakıyorlardı. "Eğer Sünnet olmasaydı, hiçbirimiz Kur'ân'ı anlamazdık!" diyen İmam Ebû Hanîfe (150/767), "Bid'atler (nev-peydâ fikirler ve uygulamalar) ortaya çıktığında, âlimler onları yadırgamaz ve infial göstermezlerse, bunlar sünnete (kültüre, değere, dinî geleneğe) dönüşür!" diyen Abdurrahman el-Evzâî (157/774) ve "Hadîs, dünya ilimlerinin en hayırlısıdır" diyen Süfyân es-Sevrî (161/777), hep aynı noktaya, yani ulemâ unsuruna, hadîs ve Sünnet hizmetkârlığına vurgu yapıyorlardı.

Ömrünü hadîs ilmine vakfetmiş o âlimlerden birisi Abdurrahman İbn Mehdî'dir. Nitekim Ahmed b. Hanbel (241/855) onun hakkında şöyle der: "O sırf hadîs için yaratılmıştır." ve "O, meçhul bir râviden rivayet etse bile yine hüccettir." Bir gün Abdurrahman İbn Mehdî, "Hadîslerin sahih olanını, hatalı olanından nasıl ayırıp tanıyorsun?" suâline muhatap olur. Bu suâle o, "Doktorun cinnet geçiren hastayı tanıdığı gibi!" diye cevap verir."

İmam Buhârî (256/869) diyor ki: Peygamber'i (sallallâhu aleyhi ve sellem) rüyada gördüm. Sanki ben önünde durmuş, elimde bir yelpaze, onunla Peygamber'den (bir şeyler) savıyorum. Ben bunu bazı rüya tabircilerine sordum ve şu cevabı aldım: Sen Peygamber'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) nispet edilmek istenilen yalanlara sed çekip savacaksın. İşte beni el-Câmiu's-Sahîh'i telife sevk eden sebep budur.4

Öte yandan Tirmizî (279/892), bizzat kendisinin telif/tasnif ettiği Sünen veya Câmi' adlı kitabını kastederek, "Kimin evinde bu kitap varsa sanki o evde bir peygamber konuşuyor gibidir."5 diyerek hadîs ve Sünnet'in önemine dâir duygu ve hikmet yüklü bir mesaj verir.

Hicrî 201 yılında Kurtuba'da dünyaya gelen Bakî b. Mahled (276/889), yirmi yıl süren ilk hadîs öğrenimi yolculuğu 244 yılında nihayet bulup Endülüs'e döner. Bir müddet sonra da, on dört yıl süren ikinci uzun seyahatine çıkar. Bağdat'ta İbn Ebî Şeybe ve Ahmed b. Hanbel'den hadîs öğrenir. İbn Ebî Hayseme (279/892), onun bulunduğu yerde yaşayan bir talebenin hadîs tahsili maksadıyla bir başka yere gitmesine gerek kalmadığını söyler. Çünkü o, hâfızasına nakşettiği ve kayıtlara geçirdiği hadîslerle Doğu'yu Batı'ya taşıyan müstesna bir ilim elçisidir. O, öğrencilerini ilme teşvik ederken, etrafa atılan lahana yapraklarıyla karnını doyuran ve kâğıt alabilmek için sırtındaki elbiseyi satan talebeler gördüğünü anlatır ki aslında bu bizzat kendisinden başkası değildir.

Bakî b. Mahled'in en meşhur kitabı el-Müsnedü'l-kebîr'dir. Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde 904 Sahâbî'nin rivayet ettiği 30.000 hadîs, Bakî b. Mahled'in Müsned'inde ise 1013 Sahâbî'nin rivayet ettiği 30.969 hadîs vardır. Hadîsler Sahâbe isimlerine göre alfabetik olarak ve her bir Sahâbî'nin rivayeti fıkıh konularına göre tertip edilmiştir. Müsned'in müellif nüshası henüz bulunamamıştır. Ancak onun Endülüs'te/İspanya'da tahribattan kurtulan mekânlarda, hususi kütüphanelerde, bilhassa Batı Berlin'de, Mağrib ülkelerinde ve Türkiye'de bulunan umumî kütüphanelerde ortaya çıkabileceğine dâir umut ve heyecan devam etmektedir.6

Endülüs'te ilmî, edebî ve ictimaî bir çığır açan İbn Hazm (456/1063), bilhassa el-Muhallâ adlı hadîs ve fıkıh kitabıyla dünyanın dört bir yanında tanınır. Aslında Endülüslü İbn Ayyâd gibi bazı âlimler hicrî beşinci (miladî onbirinci) asrı, "İbn Abdilberr asrı" olarak niteler. Gerçekten de Endülüs'te İbn Abilberr hâfızu'l-garb unvanıyla tanınırken Bağdat'ta Hatîb hâfızu'ş-şark diye meşhur olur. Hadîs ilminde yazmadıkları bir sahanın kalmaması, her ikisinin ortak özelliklerindendir. Her iki güneşin 463/1071 yılında batmasıyla birlikte İslâm dünyası hüzne boğulur.

Sultânü'l-ulemâ diye meşhur olan İbn Abdisselâm (660/1260) diyor ki: "İslâmî ilimler kitâbiyâtı içinde, İbn Hazm'ın el-Muhallâ'sı ile İbn Kudâme'nin (620/1223) el-Muğnî'si gibisini görmedim."7 Bu değerlendirmeye iştirak eden Zehebî (748/1347), Beyhakî'nin (458/1065) es-Sünenü'l-kübrâ'sı ile İbn Abdilberr'in (463/1070) el-Muvatta' üzerine yazdığı et-Temhîd'in üçüncü ve dördüncü kaynak olarak bu listede yer alması gerektiğini söyler ve bahsi geçen dört kitabı mütalâa eden ciddi ve zeki bir kimsenin hakîki âlim olacağını vurgular. Bizzat İbn Hazm, "Fıkhu'l-hadîs sahasında, arkadaşımız Ebû Ömer'in (İbn Abdilberr) et-Temhîd'i gibisini asla bilmiyorum" diyerek İbn Abdilberr'in fıkhü'l-hadîs ve ricâl ilmine dâir söz konusu eserinin önemine işaret eder.

1997'de rahmete kavuşan meşhur hadîs âlimi Abdülfettâh Ebû Gudde, bu listeye Hanefî hadîs ve fıkıh âlimi Ebû Ca'fer et-Tahâvî'nin (321/933) Şerhu Müşkili'l-âsâr'ını beşinci kitap olarak ilâve eder. 1994'te Beyrut'ta on altı cilt hâlinde basılan bu eser, 6179 rivâyet ihtiva eder. Eserde, görünüşte mânâ ve muhtevâları birbirleriyle çelişen fakat dikkatle incelendiğinde aralarında bir zıtlık ve problem olmadığı görülen hadîsler ele alınır. Burada Tahâvî'nin, Hanefî fıkhına kaynaklık eden hadîslere dâir Şerhu Maânî'l-âsâr adlı kitabı da zikredilmelidir. Fıkıh bablarına göre tertip edilen bu kitapta ahkâm hadîsleri zikredilmiş; mütenâkız ve müşkil görülenleri, mutlak ve mukayyedi, amel edilecek ve edilmeyecek olanları açıklanmıştır. Kitap, 1399/1979'da dört cilt hâlinde Beyrut'ta basılmıştır.

Doğrusu hadîs tarihi, Zehebî (748/1347), İbn Hacer el-Askalânî (852/1448), Bedruddîn el-Aynî (855/1451), Celâleddîn es-Suyûtî (911/1505) gibi yetiştirdikleri talebeler ve telif ettikleri kitaplarla görev ve sorumluluklarını yerine getiren âlimlerle doludur. İbn Hacer el-Askalânî, hicrî 800 veya 805 yılında yaptığı Hacda "Zemzem, ne için içilirse ona çaredir." hadîsinden yola çıkarak, çok hayran olduğu ve örnek gördüğü Zehebî'nin mertebesine; onun zekâ seviyesine ve hafıza kapasitesine erişebilmek için zemzem içer ve duâ ederdi.8 Aynı şekilde es-Suyûtî, hadîs rivâyet ve dirâyet ilminde ciddi müktesebât sahibi gördüğü İbn Hacer el-Askalânî'nin mertebesine ulaşmak niyetiyle zemzem içer ve duâ ederdi.

Bilindiği gibi, Fethu'l-bârî'siyle İbn Hacer el-Askalânî ve Umdetü'l-kârî'siyle de Bedruddîn el-Aynî, Sahîh-i Buhârî şârihi olarak hak ettikleri şöhrete kavuşmuşlardır.

Hicrî birinci asırdan yedinci asrın sonuna kadar (699/1299) müellif muhaddisleri ve telif edilen hadîs kitaplarını tespite yönelik tarafımızdan yapılan araştırma neticesinde9 yaklaşık 2500 kitap ortaya çıkmıştır. Bunlardan yaklaşık 700'ü matbu, 250'si ise yazmadır. Bu durumda, tespit edilen kitapların üçte birinden fazlası günümüze ulaşabilmiştir. Demek oluyor ki, İslâm kültür, tarih ve medeniyetinin esasını teşkil eden hadîs ilimleri, hemen her devirde ve coğrafyada en zengin ve en geniş çalışmalara konu olmuştur.

Şüphesiz ulaşılan bu netice, şu tespitle mutabakat arz etmektedir: "Hiçbir edebiyat, dindâr gönüllülerince yazılan doğruluğa ve mükemmelliğe koşma işinde Hadîs Edebiyatı ile boy ölçüşemez."10

B. Hadîs ve Sünnet'in Doğru Anlaşılması ve Yorumlanması


Hadîs ve Sünnet'in Doğru Anlaşılması ve Yorumlanması başlığı, fıkhu'l-hadîs, rivâyet-dirâyet, muhtelifü'l-hadîs ilmi, garîbü'l-hadîs ilmi, hadîs şerhleri, hadîs okumalarında ve araştırmalarında yöntem problemi gibi unsurları akla getirir. Bir disiplin olarak fıkhu'l-hadîs, hadîslerin mânâ ve maksadına nüfuz etmek suretiyle doğru olarak anlama faaliyeti ve onlardan sıhhatli bir şekilde hüküm çıkarma (istinbat) tekniği demektir. Başka bir deyişle fıkhu'l-hadîs, murâd-ı nebevîyi tespit noktasında sarf edilmesi gereken ciddi gayreti ifade eden hadîs ilim dalıdır. Hâkim Nîsâbûrî'nin (405/1014) şu tespiti bu yüzden anlamlıdır: "Fıkhu'l-hadîs, bu ilimlerin semeresidir. Şeriatın, varlığını devam ettirebilmesi ancak buna bağlıdır."11

Hakikaten, Buhârî'nin meşhur hocası Ali İbnü'l-Medînî'nin (234/848) ifadesiyle, "Hadîslerin mânâ ve maksatlarını gereği gibi anlamak ilmin yarısıdır. Ricâl bilgisi ve hadîslerin râvilerini tanımak ise ilmin diğer yarısıdır."12 Bir hadîsin Hz. Peygamber'e âidiyetini tespit işi ile onun doğru anlaşılması ve yorumlanması hadîs ilminin iki temel unsurudur. Bu iki unsurun birinci merhalesi rivayet, ikinci merhalesi ise dirayet adını alır.

Râmhürmüzî'nin (360/970) el-Muhaddisü'l-fâsıl beyne'r-râvî ve'l-vâî adlı eseri, hadîs usûl ilminin ilk sistematik mahsullerinden sayılır. İsminden de anlaşılacağı üzere bu eserde, rivâyet-dirâyet bütünlüğü (hadîs-fıkıh, tahdîs-tefakkuh, menkûl-ma'kûl, nakil-akıl birlikteliği) ele alınır. Esasen Râmhürmüzî, yaşadığı dördüncü asırda, ilimle meşgul olanlar arasında bir nevi dengesizlik, yani bazı râvilerde dirayetten kopuk mücerred bir rivayet anlayışı, bazı fakihlerde de rivayetten uzak mücerred bir dirayet düşüncesi görür. İşte, bu yöntemin eksik ve yanlış olduğunu gören Râmhürmüzî, söz konusu eserinin telif sebebini şu şekilde açıklar: "Hadîs ile fıkıh (tefakkuh, ince anlayış, hüküm çıkarma tekniği ve istinbat melekesi) birlikte oldukları zaman tekemmül eder, birbirlerinden ayrıldıkları zaman ise noksan kalırlar."

Bu demektir ki, temel ilke olarak nakl-i musaddak ve istidlâl-i muhakkak, sağlam bilgi ve doğru neticeye ulaşmak bakımından çok önemlidir. Çünkü tasdik görmemiş bir naklin veya tahkik edilmemiş bir istidlâlin kaynak değeri olamaz. Şer'î-dinî bir delilin tasdik etmediği bir yorum reddedilir.

Nitekim Şâfiî fıkıh, hadîs ve tasavvuf âlimi Abdülvahhab eş-Şa'rânî (973/1565) bu noktaya vurgu yaparken dikkat çekici bir dil ve üslûp kullanır: "O hâlde kardeşim, şeriatı muhafaza hususunda çok çalış ve sakın gaflet gösterme! Sana hadîs kitaplarını tavsiye ederim. Müctehid imamların ihtilaf noktalarını, istinad ettikleri âyet, hadîs ve haberleri tanıyabilmen için onları mütalâa et. Delillerini bilmeden fıkıh kitapları ile yetinme!"13

Demek oluyor ki, Resûl-i Ekrem'e âidiyeti tam olarak tespit edilen hadîsleri anlamaya ve yorumlamaya çalışırken, rivâyet-dirâyet dengesi çerçevesinde, istifade maksatlı dikkatli okuma yöntemi çok önemlidir. Aksi hâlde çalışma eksik kalacak ve "Çürük temel üzerine bina edilen şey de aynen onun gibi çürüktür" (Mâ buniye ale'l-fâsidi fehuve fâsidun misluhû) kâidesi gereğince onun kıymet-i ilmiyyesi olmayacaktır.

Hadîs ve Sünnet'in doğru anlaşılması ve yorumlanması meselesinde şerh çalışmalarının yeri büyüktür. Şerh, bir hadîs kitabının "kavâid-i arabiyye ve usûl-i şer'iyye hasebince bi kadri't-tâka (güç ve imkan nisbetinde)" açıklanması demektir. Tabii bu pek kolay bir faaliyet değildir; derin bilgi, ciddi tecrübe ve üstün gayret ister. Bu yüzden, İmam Buhârî'nin el-Câmiu's-Sahîh adlı eserine şerh yazmak hayli ağır bir iş telâkki edilir.

Muhataplarının algı, bilgi ve kültür seviyeleri farklı olmakla birlikte, Kur'ân âyetleri gibi hadîs metinlerinin ekseriyeti anlaşılır bir karakter arz eder. Ancak şerhlere başvurmadan bazı hadîsleri hemen neticeye bağlamak ve onlardan hüküm çıkarmak prensip itibariyle doğru değildir. Bilgi yetersizliği, altyapı ve tecrübe eksikliği, "bana göre" yanılgısı, sağlıklı yorum ve anlayışın önünde ciddi bir engeldir. Bu itibarla, klâsikler yanında, yapılan yeni şerhlere başvurmak, hadîslerin doğru anlaşılmasında ve yorumlanmasında ihmal edilmemesi gereken bir yöntemdir.

Görebildiğimiz kadarıyla ilk yedi asırda Kütüb-i Sitte ve İmam Mâlik'in Muvatta' isimli eseri üzerine elli civarında şerh çalışması yapılmıştır. Günümüz şartlarında da kayda değer şerh çalışmalarının yapıldığı görülmektedir. Meselâ, Muhammed el-Îtyûbî el-Vellevî tarafından hazırlanan Zahîratü'l-ukbâ fî şerhı'l-Müctebâ adlı eser, Sünen-i Nesâî'nin şerhidir. Eser, 42 cilt hâlinde basılmıştır (Mekke 2007).

C. İslâm Âlimlerine Duyulan İhtiyaç  

"Allah, hakkında hayır dilediği kimseye dinde derin bir anlayış verir."14 buyuran Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), dinî ilimlerde derinleşen, toplumun önünde örnekliği ve önderliği olan İslâm âliminin önemine dikkat çeker. Böyle bir zümrenin yetiştirilmemesi hâlinde, toplumun başına nelerin geleceğini de bizzat Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle haber verir:

"Allah ilmi insanlardan bir anda söküp almaz. Fakat âlimlerin ruhunu alarak ilmi ortadan kaldırır. Nihayet geride tek bir âlim bırakmadığında, insanlar câhil başlar/başkanlar edinirler. Onlara sualler sorulur da bilgisizce fetvâ verirler. Böylece hem saparlar hem saptırırlar!"15

Hz. Ali'nin, İslâm ümmetinin meselelerine hâl çaresi bulacak örnek âlimin ve gerçek fakihin nasıl bir özellik ve karakter sahibi olması gerektiği suâline cevap veren şu sözü, hafızalarda hep canlı tutulmalıdır:

"Gerçek âlim, insanları Allah'ın rahmetinden ümitsizliğe sevk etmeyen, Allah'ın azabından onları emîn kılmayan, İlâhî yasaklar konusunda onlara ruhsat kapısını açmayan ve Kur'ân'ı bırakıp da başka bir şeye rağbet etmeyen kimsedir. Haberiniz olsun, anlayış ve kavrayışın olmadığı bir ilimde hayır yoktur. Dikkat edin, düşünüp ibret dersi çıkarılmayan bir Kur'ân okuyuşunda hayır yoktur. Yine tefekkürün olmadığı bir kullukta da hayır yoktur."16

Yine Hz. Ali diyor ki: "Biliniz ki, insanlar yaptıkları güzel işlerle yâd edilirler. Her insanın değeri, yaptığı işin güzelliği ve kalıcılığı (ihsan) ile ölçülür. O hâlde ilim sahasında konuşun, konuşun da değerleriniz ve seviyeleriniz ortaya çıksın!" İbn Abdilberr17, naklettiği bu söz üzerine şu yorumu yapar: "Derler ki, Ali b. Ebî Tâlib'in 'Her insanın değeri, yaptığı işin güzelliği ve kalıcılığı (ihsan) ile ölçülür' (قدر كل امرء ما يحسن) sözü, daha önce hiçbir kimse tarafından söylenmemiştir. İlim talebi ve tahsiline bundan daha teşvikkâr bir söz yoktur. İlim, ulemâ ve talebe için şu sözden de daha tahripkâr bir söz yoktur: 'Evvelkiler sonrakilere, meseleleri çözüm noktasında hiçbir şey bırakmamıştır'(ما ترك الأول للآخر). Gerçekten de Hz. Ali'nin yukarıda geçen sözü, çok alâka uyandıran ve iz bırakan, özel ve önemli bir sözdür."

Resûl-i Ekrem, topluma yön verecek ve önderlik edecek ilim erbâbına şu hatırlatmada bulunur: "İnsanlara hayırlı olanı (ilim ve fazileti) öğretip de kendisini unutan âlim, etrafını aydınlatıp kendisini yakıp bitiren mum gibidir."18 Bilhassa sosyal münasebetlerde izlenen yol ve yöntem, mudârâ çerçevesinde kalmalı ve müdâheneye kaymamalı, yani İslâm'ın iman, ibadet ve ahlâk değerlerinden kesinlikle uzaklaştırmamalıdır. Zira günümüz dünyası, görev ve sorumluluğunun farkında olan, etrafını aydınlatan ilim ve irfan âbidelerine her zamankinden daha muhtaç durumdadır. Hakikaten, bilgi ve hikmetiyle kâmil insan, kâinatın gıdasıdır.

Bu itibarla, ulemâ topluluğunun hayat hikayelerini ve özgeçmişlerini konu alan ricâl, tabakât ve terâcim kitapları mutlaka okunmalı ve onların ibret dolu hatıraları görülmelidir. Çünkü bu nevi kitaplar, âlimlerin köklü bilgi ve derin tecrübelerine, sade ve zâhid hayat tarzlarına, toplumu yönlendiren ve dönüştüren mesajlarına yer vermesi bakımından önem arz eder. Sonuç olarak bunun, insan eğitiminde, ilmî ve ahlâkî şahsiyetin gelişmesinde büyük rol oynayacağı açıktır. Bu konuda Zehebî'nin Siyeru a'lâmi'n-nübelâsı çok yönlü bir müracaat kitabıdır. Ayrıca Diyanet İslâm Ansiklopedisi (DİA), Türkçe olarak önemli bir başvuru kaynağıdır.

Bu makalenin, "hıtâmuhû misk" kabilinden, meşhur hadîs âlimi Ebu'l-Ferec Abdurrahman İbnü'l-Cevzî'nin (597/1200) şu içten duâ cümlesiyle müzeyyen olmasını istiyoruz:

اَللّٰهُمَّ لا تُعَذِّبْ لِسَانًا يُخْبِرُ عَنْكَ وَلاَ عَيْنًا تَنْظُرُ اِلَى عُلُومٍ تَدُلُّ عَلَيْكَ وَلاَ قَدَمًا تَمْشِى اِلَى خِدْمَتِكَ وَلاَ يَدًا تَكْتُبُ حَدِيثَ رَسُولِكَ فَبِعِزَّتِكَ لاَ تُدْخِلْنِى النَّارَ فَقَدْ عَلِمَ اَهْلُهَا اَنِّى كُنْتُ اَذُبُّ عَنْ دِينِكَ
"Allah'ım, Sen'den haber veren dile, Sen'i gösteren ilimlere nazar eden göze, Sana hizmet yolunda yürüyen ayağa ve Resûlü'nün hadîsini yazan ele acı çektirme (azap etme)! İzzetin hürmetine lütfunla beni Cehennem ateşine koyma! Erbâbı bilmektedir ki, ben Sen'in dinini hep müdafaa gayretinde oldum."

Ve âhıru da'vânâ eni'l-hamdu lillâhi rabbilâlemîn.[/
size][/color]


* S.Ü. İlahiyat Fak. Hadîs Anabilim Dalı Başkanı

Dipnotlar

1. Bu yazı, 25 Ekim 2008 tarihinde Fırat Kültür Merkezi'nde (FKM) Yeni Ümit Dergisi tarafından düzenlenen Sünnetin Tesbiti ve Dindeki Yeri konulu panelde yapılan konuşmanın özeti mahiyetindedir.
2. İbn Ebî Hâtim er-Râzî, el-Cerh ve't-ta'dîl, I, 341; İbn Abdilberr, et-Temhîd, I, 28, 59; Hatîb, Şerefu ashâbi'l-hadîs, s. 11; İbn Hacer, el-İsâbe, I, 255.
3. Nevevî, Tehzîbu'l-esmâ ve'l-luğa, I, 45.
4. Leknevî, Zaferu'l-emânî, s. 117
5. Kâtib Çelebi, Keşfu'z-zunûn, I, 559.
6. Ahmed Muhammed Şakir, el-Bâisü'l-hasîs, s. 186; Ekrem Ziya el-Umerî, Bakî b. Mahled el-Kurtubî ve Mukaddimetü Müsnedih, s. 28; M. Yaşar Kandemir, "Bakî b. Mahled", DİA, IV, 541-542.
7. Bkz. Zehebî, Siyeru a'lami'n-nübelâ, XVIII, 193.
8. Sehâvî, el-Cevâhir ve'd-dürer, s. 106.
9. Zekeriya Güler, İlk Yedi Asırda Hadîs İlimleri Literatürü, Konya 2002.
10. Muhammed Zübeyr Sıddîkî, Hadîs Edebiyâtı Târihi, s. 140
11. Hâkim, Ma'rifetü ulûm'l-hadîs, s. 63.
12. Râmhürmüzî, el-Muhaddisü'l-fâsıl, s. 320
13. Kâsımî, Kavâıdü't-tahdîs, s. 270.
14. Buhârî, İlim, 10; Müslim, İmâret, 175; Tirmizî, İlim 4; İbn Mâce, Mukaddime, 17.
15. Buhârî, İlim, 34, İ'tisâm, 7; Müslim, İlim, 13-14; Tirmizî, İlim, 5; Ahmed b. Hanbel, II, 162.
16. Dârimî, Mukaddime, 29; Küleynî, el-Kâfî, I, 86.
17. Câmiu beyâni'l-ilm ve fadlih, s. 161-162.
18. Taberânî, el-Mu'cemu'l-kebîr, II, 165.

 

Prof. Dr. Zekeriya Güler