๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 24 Eylül 2010, 22:09:38



Konu Başlığı: Süleymaniye de bayram sabahı
Gönderen: Sümeyye üzerinde 24 Eylül 2010, 22:09:38
SÜLEYMANİYE'DE BAYRAM SABAHI

16. asırda Osmanlı Devleti, gözlere dünya devleti manzarası gösterir. Doğu'dan Batı'ya, Kuzey'den Güney'e bütün ticaret yolları devletin elindedir. Ülkenin îmân, zenginlik ve refâhı, topraklarının genişlemesi ile orantılı olarak artmıştır. Siyasî, askerî ve iktisadî alanda meydana gelen gelişmelere eş: Bir başka deyişle, bu gelişmelerin bir neticesi olarak devletin sosyal ve kültürel hayatı da aynı gelişmeyi, aynı haşmeti gösterir. Büyük alim, bilgin, şâir ve mîmarlar yetişmiştir diyebiliriz. İlmî sahada Hoca Saadeddin, İbn-i Kemal gibi dâhiler ortaya çıkarken Türk şiiri de bu asırda Bâkî, Fûzûlî, Bağdâtlı Rûhî, Hayalî gibi zirve sanatçılarını yetiştirir. Muhteşem Osmanlı Padişahı Kanunî, bu asırda ülkenin ufuklarını alabildiğine genişletirken, etrafında yer alan şanına yakışır âlim ve sanatkârlar da bu toprakların ruhunu fethediyor, verdikleri ölümsüz eserlerle Müslüman Türk'ün rüyasını asırlar ötesine taşıyorlardı.

Şairin dilinden:
"Baş eymeziz edânîye dünyâ-yı dûn içun
Allah'adır tevekkülümüz, itimâdımız"

mısraları dökülürken; Allah'tan başka hiçbir güce boyun eğmeyen ruhun ve muhteşem devletin vakarı ifade ediliyordu. Bu mısraları ancak bir cihan devletinin mülkünde yaşayan şâir söyleyebilir. Bu asrın ve bütün asırların en büyük mîmarı ise, sonsuzluğa selâm duran abide eserleriyle devletin maddî ve mânevî gücünü taşlara söyletiyor, minberlere okutuyordu.

Biz bu yazımızda Mîmar Sinan'ın muhteşem eseri Süleymâniye Camii'ni ve bu âbidenin ilhamıyla yazılan "Süleymâniye'de Bayram Sabahı" şiirini ele almaya çalışacağız.

Sinan bin Abdülmennan, Kanunî Sultan Süleyman zamanında 19 yıl yeniçeri olarak Osmanlı ordusunda hizmet ettikten sonra, mîmarlığa başlayıp, verdiği çok sayıda eserle yapı sanatının zirvesine ulaşarak ismini mimarlık tarihinin kütüğüne altın harflerle nakşeden büyük ustadır.

Türk sanat tarihinin 16. asırda dünyaya şeref ve ışık saçan yükseliş devrinin olgunlaşmasında ve büyümesinde gönül alıcı bir zirve teşkil eden ve cihan devletinin her köşesine mermer ve granitten muhteşem âbideler diken ünlü Mîmar Koca Sinan, çocukluk çağında devşirme olarak asker ocağına alınmış, İstanbul'a sevkedilmiş ve taşra hizmetiyle Acemi Oğlanlık dönemini 1512 ile 1521 yılları arasında tamamlayarak Kanunî Sultan Süleyman'ın 1521 Belgrad Sefer-i Hümâyunu'na yeniçeri olarak katılmıştır. Tezkiretü'l-Ebniye'den öğrendiğimize göre, Sinan daha sonra sırasıyla Rodos (1522), Mohaç (1526), Viyana (1529), iki Irak (1534-35), Korfu, Pulya (1537) ve Karaboğdan (1538) seferlerine katılmıştır. Koca Sinan katıldığı bu seferlerde bir yandan yeniçeri olarak yükselirken bir yandan da; çağının önemli şehir ve merkezlerini gezme, Mısır, Yunan, Arap ve Frenk âbideleriyle tanışma; dünyanın belli başlı mîmarî eserlerini yakından tetkik etme fırsatını bulmuştu. Yahya Kemal; "Bir neferdir bu zafer mâbedinin mimarı" derken, Mîmar Sinan'ın esas itibarıyla bir asker olduğunu ve eserlerinde zaferlerin nişânesi bulunduğunu ifade etmek ister. Sinan, yeniçerilik yıllarında, ileride meydana getireceği muhteşem eserler için bir senteze varmış, bütün dünya mimarisini tetkik ettikten sonra; İslâm mimarisinin incelik ve zerâfetini kavrayarak eserlerinin plânını yavaş yavaş kafasında oluşturmuştur.

Sinan'ı Sinan yapan ve onu diğer mimarlardan ayıran üstün vasfı, onun devletiyle bütünleşmiş olmasından kaynaklanır. Sinan'ın itici sanat gücü, zamanının büyük hükümdarlarındaki îman ve aksiyonla birleşerek sağlam bir temel üzerinde, emsalsiz eserlerin vücuda gelmesinde en büyük âmil olmuştur. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Sinan'ın eserleri, devletin maddî gücünün, Sinan'ın ruhundan geçerek sanata, yapıya ve mâneviyata aksetmiş şeklidir.

Mîmar Sinan'ın kalfalık devri eseri olan Süleymâniye Camii, geniş bir külliyeye sahiptir. Bu külliyede camiden başka; medrese, mektep, Darü'l-Hadîs, Daru'ş-Şifâ, imaret, tabhâne, bîmarhâne, kervansaray, hamam, oda ve dükkânlar ile Kanunî Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan Türbeleri vardır. Külliyenin yapımına 1550 tarihinde başlanmış ve 1557 tarihinde bitirilmiştir. İslâm ve hatta Hristiyan mîmârî tarihinde bu büyüklükte bir külliyenin 7 yıl gibi kısa bir sürede gerçekleştirildiği görülmemiştir. Osmanlı devletinin yükseliş döneminde gerçekleşen bu hâdise, Süleymâniye'nin önemini ayrı yönden artıran bir hususiyettir. Bu sebeple, devrin siyasî ve kültürel azametini sembolize etmesi ve Türklerin mîmarlık sahasında ulaştığı seviyeyi göstermesi bakımından Süleymâniye külliyesi Osmanlı medeniyetinin maddî plânda en büyük belgesi sayılır.

Süleymâniye Camii, Haliç'e doğru inen bir yamaç üzerinde etrafa hakim pozisyonda inşa edilmiştir. Sinan'ın taşa ve mermere verdiği estetik zevk sayesinde Süleymâniye boğaza zarif gölgesini düşürmekte, her gün batımında, suların ışıkla oynaştığı bu renk cümbüşünde semavî bir tablo meydana getirmektedir. Yahya Kemal, büyük mîmarın âbideyi kurmak için böyle bir mekânı seçmesinin tesadüf olamayacağını ifade eder

"Görebilsin diye sonsuzluğu her yerden iyi,
Seçmiş İstanbul'un ufkunda bu kudsî tepeyi"
mısralarıyla Sinan'ın mîmarlık kudreti kadar ötelerle rezonans olmuş bir dahi olduğunu da dile getirir. Sonsuzluğu ruhunda duyan ve onu duyurmak, mücessemleştirmek isteyen bir düşüncenin eseridir bu.

Bir bayram sabahında şiirimizin üstadlarından Yahya Kemâl Süleymâniye Camii'ni şöyle tarif eder:

"Ordu milletlerin en çok döğüşen en sarpı,
Adamış sevdiği Allah'ına bir böyle yapı.
En güzel mâbedi olsun diye en son dînin,
Budur öz şekli hayal ettiği mimârînin."


Yahya Kemâl kendi tarih anlayışı gereği, Türk tarihini 1071'den başlatır. Bütün şiir ve nesirlerde 1071 sonrası Türk kültürünü ve Türk hayatını terennüm eder.

"Süleymâniye'de Bayram Sabahı" şiiri Süleymâniye Camii'nden alınan ilhamla bütün Türk tarihini ve Türk hayatını ele alma ve bu anlayış içerisinde fetihleri, zaferleri, millî ruhu, mîmârî kalıbında resmetme çabasıdır.

"Süleymâniye'de Bayram Sabahı, bir Ramazan Bayramı sabahında, İstanbul'un Süleymâniye ufkunda bütün manzaranın İstanbul mavisi bir renk olmasıyla başlar. Sabahın oluşu bir taraftan şehri, bir taraftan da şâirin gönlünü her an biraz daha aydınlatır. Bu aydınlıkta, Anadolu toprağını dokuz asır kanlarıyla sulamış olan ecdâd ve bugün hayatta olup onların bıraktığı vatanda bayram yapanların hepsi birden görünür."

"Artarak gönlümün aydınlığı her saniyede
Bir mehâbetli sabah oldu Süleymâniye'de
Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati
Dokuz asrında bütün halkı bütün memleketi
Yer yer aksettiriyor mavileşen manzaradan
Kalkıyor tozlu zaman perdesi her an aradan."
mısralarıyla başlayan şiirde Yahya Kemâl bir bayram sabahı "tozlu zaman perdesini" aralayarak ecdâdın nurlu iklimine girer, oradan aydınlık mesajlar sunar ve topyekün bir milletin tarih içindeki bayramını yaşar ve yaşatır.

Şâir, Türk mîmârîsinin en muhteşem eserlerinden birisi olan Süleymâniye Camii'ni şiirine hareket noktası seçer. Süleymâniye bir semboldür aslında. "Bu eser bizim Anadolu ve Balkanlar Türkiyesindeki millî üslûbumuzun şâheseridir. Bayram saatinde bu camiye mahşerî bir topluluk birikir. Bu gelenlerin çok azı hayatta olan insanlar, çoğu ise birer yâd-ı cemîl olmuş ecdâd idi. Ecdâdın ruhları âdetâ gökten iniyor ve muhteşem yapının kubbesinde birikiyorlardı."

"Süleymâniye'de Bayram Sabahı" şiiri Yahya Kemâl'in tarih anlayışından hareketle, Malazgirt'ten bu yana bütün Türk tarihinin şeref sayfalarını taşır. Şâir Bayram Sabahı; Malazgirt'ten Sırp Sındığı savaşma; Kosova'dan İstanbul'un fethine; Çaldıran, Ridaniye savaşlarına; Mohaç meydan muharebesinden Çanakkale zaferine kadar bütün savaşlara katılmış, şehit olmuş veya gazilik şerefine ermiş ecdâdın ruhuyla beraber olur. "Deniz ufkunda top seslerini" dinler, "Yeni doğmuş ay" ile "mübarek seferleri" yaşar. Barbaros'un donanmasına katılır.

Yahya Kemâl, tarihimiz içerisinde yer alan her savaşta, her zaferde, her âbidenin yapıldığı yerde, onları yapanlarla birlikte yaşayan şâirdir. "Kökü mazide olan ati" esprisiyle o çağlarda yaşayıp, o millî heyecanı bütün derinliğiyle çağımıza getirip yeni nesillere duyurarak tarih şuurunun, millî düşüncenin yeşermesini istemiştir. O, yirminci asrın insanı olmasına rağmen:

"Ben hicret edip zamanımızdan, yaşadım
İstanbulu fethettiğimiz günlerde

yahut:

Çık tayy-ı zaman et açılır her perde
Bir devr geçir istediğin her yerde."

mısralarında görüldüğü gibi, tarih içerisinde tarihi yaşar. Yahya Kemal Süleymâniye'de Bayram Sabahı şâheseriyle, Süleymâniye Camii'nin şânına yakışır bir âbide meydana getirirken, Türk milletinin tarih boyunca kazandığı zaferleri, yaptığı âdil ve imanlı hizmeti dile getirerek geçmişi ile öğünür ve millî duygu ve düşünceyi lâyık olduğu yere yükseltmeye çalışır.

Gözleri maddenin karanlığına bürünmüş bu asrın insanının, etrafındaki âbideleri fark etmesi, onların ruhuna ermesi kolay değildir. Yahya Kemal de ilk önceleri haşmetini ve ruhunu anlamakta aciz kaldığı Süleymâniye Camii'ne seslenerek:

" Ulu mâbed Seni ancak bu sabah anlıyorum;
Ben de bir vârisin olmakla bugün mağrûrum;
Bir zaman hendeseden âbide zannettimdi;
Kubben altında bu cumhûra bakarken şimdi,
Senelerden beri rüyada görüp özlediğim
Cedlerin mağfiret iklimine girmiş gibiyim."

mısralarında, atalarının mağfiret ikliminde onların dünyasıyla buluşuyor. Ve büyük Allah'ı anarken sonsuz huzura kavuşuyor. İç mîmârisi, insanı semavî ve ulvî âlemlere götüren lâhutî yapı tekniği ile Süleymâniye kubbesi altında ibadet eden müslümanların ruhlarını yükseltiyor ve asırlar ötesinden koşup gelen ecdâdın ruhuyla buluşturuyor. Bu buluşma, insanların düşüncesinde Devlet-i Ebed Müddet'in şuurunu canlandırırken, gündelik hayatın alelâdeliklerinden alıp götürerek vatanın ve milletin birliğinde Allah katına yükseltiyor.

"Ulu mâbedde karıştım vatanın birliğine
Çok şükür Tanrıya, gördüm bu saatlerde yine
Yaşayanlarla berâber bulunan ervahı
... ... ... ...
Dili bir, gönlü bir, îmânı bir insan yığını
Görüyor varlığının bir yere toplandığını;
Büyük Allah'ı anarken, bir ağızdan herkes
Nice bin dalgalı tekbîr oluyor tek bir ses;
Yükselen bir nakarâtın büyüyen velvelesi,
Nice tuğlarla karışmış nice hin at yelesi!."


Şiirin bütünü bu inanç ve îman ile ışıklı bir kompozisyona bürünmüştür. Tıpkı Haliç ufkunda renk cümbüşüne boyanan Süleymâniye gibi... Daha şiire başlarken "Artarak gönlümün aydınlığı her sâniyede" mısraı daha sonra; nur, ışık, ziyâ, gibi kelimelerle bir ışık ve renk armonisi meydana geliyor.

Bu muhteşem mâbed bütün millet fertlerinin el ve gönül birliği ile vücut bulmuştur. Şâir:
"Taşımış harcını gâzileri serdârıyle,
Taşı yenmiş nice bin işçisi mimâriyle.
Hür ve engin vatanın hem gece, hem gündüzüne,
Uhrevî bir kapı açmış buradan gökyüzüne,
Tâ ki geçsin ezelî rahmete rûh orduları..."
derken, Süleymâniye'nin bütün bir milletin kültürünün, zevkinin ve yekpâre emeğinin mahsulü ve bu mahsulün Sinan'ın usta ellerinde vücut bulmuş şekli olduğunu haber verir.

Süleymâniye Camii ve Süleymâniye'de Bayram Sabahı şiiri... Birisi: Muhteşem bir devletin en mutlu günlerinin mimâriyle aksedişi, diğeri bu muhteşem devletin yavaş yavaş çöküp giderken geride kalan muzdarip bir şâirin, millî düşüncenin gurbet yıllarını yaşadığı bir zamanda; ruhunu geçmiş asırların penceresinde gezdirip oralardan aldığı ilham ve zevkle meydana getirdiği büyük âbide. Yahya Kemal, "Aziz İstanbul" isimli eserinde; "Cedlerimiz yalnız mimârîde değil, herşeyde dâhiyâne yapmasını bilmişler. Lâkin yazmasını unutmuşlar" tesbitini yapar. Cedlerimizin yaptığı fakat yazmasını unuttuğu, âbidelerden birisi olan Süleymâniye'nin en güzel şiirini de yine kendisi yazar. Kelimelerden, ışık ve renk mîmârîsiyle yeniden bir Süleymâniye diker Haliç ufuklarına.

Süleymâniye'de Bayram Sabahı şiiri Süleymâniye Camii'ni destanlaştırmasıyla birlikte, edebî ve kültürel hayatımız açısından da oldukça mühim bir merhaleyi teşkil eder. Aydınlarımızın kendi değerlerini tanımadığı, hafife aldığı, tamamen batılı bir düşünce tarzıyla dünyaya baktığı bir dönemde, Yahya Kemal'in bakışlarımızı yeniden kendimize çevirerek, şanlı mâzînin zaferlerini, müslüman milletimizin îman gücünü, mîmârî şâheserlerini ışıklı ve nurlu tablolar halinde ortaya koyması; millî duygu ve düşüncenin gurbet yıllarından kurtulup yeniden önem kazanması yolunda mühim bir hâdisedir.

Milletler, tarihleri boyunca âbide kıymetinde birçok eser meydana getirirler. Bu eserler topyekün bir milletin ruhunu aksettirir. Bu ruhtur ki gelecek nesillere her zaman ışık tutacak, onları yalnız bırakmayacak ve bir hayat üslûbu verecektir. Milletimiz asırlarca ruhunun ilhamlarını Anadolu ve Rumeli topraklarına serpiştirmiş ve vatanın her karış toprağında âbideler yükseltmiştir. Bu eserler muhteşem zaferlerin hâtırasını yaşattığı gibi atalarımızın dünyaya bakış açısının ve yaşama üslûbunun da yapıya aksetmiş şeklidir. Bugünün ve yarınların, ruhunda gurbet düşüncesini yaşayan çocukları, belki bir bayram sabahında bu âbidelere koşacaklar, onların lâhutî âlemine girerek Yahya Kemal'in deyimiyle yeniden "anne millet" e döneceklerdir.

Bu da millî duygu ve düşünceye sahip insanların gayretlerine bağlıdır. Ancak bu sayede sadece bayram sabahları değil, bütün ömrümüzde "gönlümüz ışıklarla dolacaktır." Cedlerimizin ikliminde, onlarla ne kadar hemdem olursak onların diriltici ruhunu almamız ve yeniden dirilişimiz yakın olacaktır.


DİPNOTLAR:
1 Millî Kültür, sayı 61, s. 2-3.
2 Nihat Sâmi Banarlı, "Bir Dağdan Bir Dağa" sh. 296-304 İst. 1984.


Ali Çolak