๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 24 Eylül 2010, 16:37:16



Konu Başlığı: Sözde güzellik üzerine
Gönderen: Sümeyye üzerinde 24 Eylül 2010, 16:37:16
SÖZDEKİ GÜZELLİK ÜZERİNE  


"Hissedilerek yazılanlar, hissedilerek okunurlar"
Şu anda okumakta veya dinlemekte olduğunuz kelimeler sizde bir tesir bırakmaktadır. Gözünüzle ya da kulağınızla algıladığınız işaretleri veya sesleri, dilinizin gramer kurallarına, sözün gelişine, bilgi birikiminize ve tecrübelerinize göre yorumlayarak genellemeler yapmakta, farklı şeyler anlamakta, farklı şekilde etkilenmektesiniz.

Çevremizdekilerle kurduğumuz iletişimlerdeki gayemiz, hislerimizi ve düşüncelerimizi aktarmaktır. Bizleri etkileyen fikirler, kavramlar ve anlamların, muhatabımızı da benzer şekilde etkilemesi için gayret sarfederiz. Fakat bu hiç de kolay değildir. Zira, sözün kaynağı kalptir. Çoğu zaman lisan, kalbin dilinden anlamaz ki tercüman olabilsin. Peki nedir çare? Söze güç veren, renk katan, onu dimağa işleyen, ruha emziren unsurlar nelerdir?

ÜSLUP

Bir söze güzellik veren üsluptur. Çünkü üslup, o söze nakışlı bir elbise giydirir. İlâhî ilhamlara açık bir kalp safvetinin, ruh inceliğinin aksettiği bir üslupla yazılan veya söylenen sözler kalbe kadar işler. İşte birkaç misal:

a. "Tabiatta mimârî, semalarla iç içe gibidir. Dağların, o mehib edalarıyla başlarını semanın eteklerine dayamış gibi görünmeleri, göklerin, bu şiddetli vuslat arzusuna karşı kendilerini salıvermeleri, evet bu mimârî bütünüyle ne tatlı bir remzdir! İnsan hayali, çiçeklere konup-kalkan arılar gibi, onun güzelliğinin akislerine kona kalka ufka kadar ilerler. Oraya ulaşınca da, yeniden başlayacak bir seferle, yolların gökler ötesi sonsuza doğru uzayıp gittiğini sanır. Sanır da, ruhunun derinliklerinde ötelere ait nağmeler duymaya başlar. Hülyalarıyla bu âlemde, uzun süre kalmayı başaranlar; sevdasıyla yanıp tutuştukları, hasretini vicdanlarında duydukları Hakiki Sevgili'nin vuslatına erer ve bu tatlı rüyadan uyanmak istemezler..." (Sızıntı: 132).

b. "Hayatının saâdet içindeki kemali, senin hayatının âyinesinde temessül eden Şems-i Ezelî'nin envarını hissedip sevmektir. Zîşuur olarak O'na şevk göstermektir. O'nun muhabbetiyle kendinden geçmektir. Kalbin göz bebeğinde aks-i nurunu yerleştirmektir." (Sözler: 129).
c. "Ey yeryüzünü ışığıyla yaldızlayan ve bütün çiçeklerin yüzünü güldüren, dünya güzeli ve gök nazdarı olan nazenin güneş." (Sözler: 133).

FESAHAT

İfadedeki akıcılığı sağlayan şey, konu, muhatap ve makama uygun bir üslup kullanmaktır. Ayrıca mânâ, âhenk ve telaffuz bakımından bir kusurun bulunmaması, yani fesahat da söze güç katan bir unsurdur. Çünkü "kelimeler ne kadar mütenasip (uygun) olurlarsa kelâmın selaseti (akıcılığı) o kadar ziyade olur" (Cevdet, 1990: 13).

BELAGAT

Sözün fasih olmakla birlikte beliğ de olabilmesi, yerine göre söylenmesine bağlıdır. Bununla birlikte, sadece makam da yeterli değildir. Kimin, kime, niçin söylediği, sözün güzellik, kuvvet ve ulviyetini artıran unsurlardır. Özellikle mütekellimin, yani sözü söyleyenin rolü çok büyüktür. Zira doğru ve yerinde sözler söylemek yeterli değildir, bu sözlerin uygulanması için uygun bir kişi tarafından söylenmesi gereklidir (Coulthard, 1977: 12). Meselâ, bir emir cümlesi söyleyenin, yaptırım gücüne sahip olması şarttır (Ferrara, 1985: 139). Bu meyanda Cenab-ı Hakk'ın emirleri, [meselâ: "Ey Arz, suyunu yut. Ey Sema suyunu tut" (Hûd: 44)]  O'nun kudretinin büyüklüğü nisbetinde ulviyet taşır. Aynı sözlerin insanlar tarafından söylenmesi ise, ancak birer hezeyan olarak telâkki edilir.

ZİHİNDE TECESSÜM

Bir sözün hayat bulabilmesi için mânâsının zihinde âdetâ cisimleşmesi gerekmektedir. Bunun için en güzel yol, yerinde benzetmeler yapmaktır. Benzetmeler dürbün gibidir. Fikirleri, hakikatleri hayal yoluyla akla yakınlaştırır. Hayal edilebilen meseleleri idrak etmek daha kolaydır.
Temsiller (benzetmeler), mühür veya imza gibi tasdik ve isbat içindir. Nasıl ki yazılan bir şey mühürlenmekle tasdik edilmiş olur, söylenilen bir söz de, bir misalle tasdik ve isbat edilmiş olur. Nasıl ki sikke; gümüş ve altına kıymet verir, darb-ı meseller de kelâmlara o nisbette kıymet ve itibar verir.
Bir tabiat tasvirindeki benzetmeler bakın söze nasıl güç ve güzellik veriyor:
"... bir zamanlar bu meşher ve bu kitap, rüyalara sığmayacak kadar baş döndürücü, hülyaları avlamak için kurulan tıpkı bir tuzak... Yelkenlerini aşk ve muhabbet iklimine açmış muhteşem bir gemi ve ışıktan parmaklarıyla öteleri gösteren binbir kandilli bir avize gibiydi." (Sızıntı: 132).
Metaforlarla zihinde yapılan tecessüme başka bir misal:
"Günah iradenin yüzüne atılmış bir tükrük ve ruha içirilmiş bir zakkumdur. Günahtan zevk alan insan ne sefil; günahla ruhunu dinamitleyen insan ne hoyrattır!..." (Şahin, İnancın Gölgesinde-2, 1992: 140).
Temsillerde tabiata talebe olmak, yani ondaki kanunları üslupta yansıtmak, insanların ünsiyet ettiği şeyleri kullanarak kelâmın haşmetini artırmak bakımından önemlidir:
"Yalan ve gösterişler gürültülü, hakikat ve samimiyet sessizdir. Yıldırımlar gök gürültüsünden evvel hedeflerine varırlar." (Sızıntı: 140).
Teşbihin bir türüne de "tecsim" denir. Manevî şeyleri maddî şeylere benzetmek demektir. Meselâ, "Allah, insanın bağrında iki kalp yaratmamıştır" (Ahzab: 3).  Yani, bir bakıma insan, birbirine zıt iki şeye birden gönül veremez.

HİKAYE ETME

İnsanlardaki "görüntü hafızası" yardımıyla hikâyeler, çok rahat anlaşılan, tesirli unsurlardır.
Bir hâdiseyi hikâye etmekle okurun bunu değerlendirecek bir kapasitede olduğu ima edilir. Zira herşey ortadadır, okura empoze edilmeye çalışılan bir şey yoktur (Couture: 21).
Bu meyanda Seyyid Kutup da şunları söylemektedir: "Kur'ân-ı Kerim bir gerçeği direkt öğüt şeklinde anlatmaktansa, edebî metotlar kullanarak dile getirmeyi tercih etmektedir. Hikâyede saf sanatın kullanıldığı her türlü teşvik ve sergileme tekniklerine başvurulmaktadır. Bu husus iki bakımdan uyulması gereken bir sanat hazinesidir: Birincisi, insana bu İlâhî bakış açısının gerisinden göz atmak. Bu bakış, insan gerçeğini Allah'ın yarattığı biçimde temsil etmektedir. İkincisi ise insanlığı hayra, fazilete, temizliğe yönelten öğütte sanat üslubunun kullanılış şeklidir. İstenen bir öğüt veya arzulanan bir ahlâkî davranış, bir edebî hikâye kalıbı içerisinde anlatılabilir ve böylece istenen maksat en güzel biçimde gerçekleşir. Hikâyede ana unsuru teşkil eden öğüt noktası açıktan belirtilmez. Mücerret emirler ve yasaklarla doğabilecek sıkıcı hal ortadan kaldırılır. Emir ve yasaklara bir nev'i canlılık kisvesi verilirse, etki sahası insan hissinde daha çok genişler ve ruhun derinliklerine daha çok sirayet eder." (Kutup, 1979: 334).
Ayrıca hikâyeler gerçek hayata yakınlıkları sebebiyle çok daha rahat idrak edilirler. 50 cümlelik bir hikâyeyi okuyan bir okur, zihninde yaklaşık 100 akıl yürütme yapar. Bir fikir yazısında ise bu sayı nisbeten düşüktür. Hikâyelerde, muhatapların idrakleri arasındaki seviye farkları minumuma düşer. Fikir yazılarında ise bu fark maksimuma çıkar (Grasser ve Clark, 1985: 15).

ASIL NİYET


Söze güç veren diğer bir unsur da sözdizimi, dilbilgisi, makam gibi bir sözü oluşturan unsurların birbirini desteklemesi, her birinin asıl niyet ve asıl mânâya parmak basmasıdır.
Bu meyanda mânâ, bir havuz gibidir. Saydığımız keyfiyetler de bu havuza su taşıyan birer kanal. Asıl niyet ve mânâ devamlı göz önünde tutulmalı, konu haricinde kalan şeyler iyi tesbit edilmeli, akla gelebilecek bütün sorulara cevap verilmeli, âni konu ve üslup değişiklikleri yapılmamalıdır. Kelimelerin birçok anlamından hangisi kasdediliyorsa, o öne sürülmeli, yani diğer kelimeler yardımıyla bu anlam vurgulanmalıdır. Başka bir ifadeyle "lafız mânâya tabi olmalıdır" (Cevdet, 1990: 124). Yoksa ifade haşmetini ve güzelliğini kaybeder.

NOKTALAR

Bir ressam, yaptığı bir resme öyle bir nokta yerleştirir ki, o nokta birisinin gözü, ötekisinin yüzünün bir parçası, berikisinin burnunun deliği, başkasının ağzı olur. Güçlü bir sözde de bunun gibi noktalar bulunur.

MAKAMIN KALDIRAMADIĞI SANATLAR METNİ YIKAR

Muhakemât'ta şöyle denir: "Lafız-perestlik nasıl bir hastalıktır, öyle de suret-perestlik ve üslup-perestlik ve teşbih-perestlik ve hayal-perestlik ve kafiye-perestlik şimdi filcümle, ileride ifrat ile tam bir hastalık ve mânâyı kendine feda edecek derecede bir maraz olacaktır. Hatta bir nükte-i zerafet için veya kafiyenin hatırı için, çok edip edepte edepsizlik etmeye şimdiden başlamışlardır. Evet, lafza zinet verilmeli, fakat tabiat-ı mânâ istemek şartıyla ve suret-i mânâya haşmet vermeli, fakat mealin iznini almak şartıyla ve üsluba parlaklık vermeli, fakat maksudun istidadı müsaid olmak şartıyla ve teşbihe revnak vermeli, fakat matlubun münasebetini göze almak ve rızasını tahsil etmek şartıyla ve hayale cevelan ve şaşaa vermeli, fakat hakikati incitmemek ve ağır gelmemek ve hakikata misal olmak ve hakikattan istimdad etmek şartıyla gerektir." (Muhakemât: 88).

SIFATLAR
Sıfatlar hisleri uyandırır, üsluba renk katar, ifadeye canlılık verir. Bu yüzden sıfatlara hâkim bir yazar, okurunu kolayca etkiler. İşte bir misal:
"O çakırkeyf günler, o tül pembe akşamlar, o büyüleyici geceler, o şen şakrak toplanmalar ve o rengârenk halvetlerden en küçük bir eser, en küçük bir emarenin kalmadığı ve her yanı garipliklerin sardığı şu tükeniş döneminde bunlar, hasretle oturup kalkar, hicranla inler ve ümitsizlik içinde yutkunup dururlar." (Sızıntı: 130).
(Yalnız tasvire yeni bir renk katmayan sıfatlar fazlalıktır, kullanmamak gerekir).

KOMPLEKS CÜMLELER

Kompleks fikirler, ancak kompleks ve uzun cümlelerle anlatılabilir. Bu yüzden, asrın Zihin ve Ruh Mimarı şöyle der:
"Kısa cümlelerle söyleyemiyorum, muğlakça oluyor. Zira şu hakaik (hakikatler) her tarafa derin köklerini attıklarından mesele uzunlaşıyor. Suret-i meseleyi bozmak ve parça parça etmek ve hakikati incitmek istemiyorum. Tâ hakikat mahsur kalıp kaçmasın." (Muhakemât: 131).

SORU-CEVAP


Sorular, okurun dikkatini nasıl çeker, biliyor musunuz? Şöyle ki: Soru sormak, muhatabın zihninde oluşturduğu merak, beklenti ve kavram çerçevesi ile ilgi çekmede, insicamı sağlamada ve okuru ikna etmede etkili bir metottur (Dijk, 1981: 21; Beaugrande, 1984: 202).
Bir misal:
"Mühim bir sual: Bazı ehl-i tahkik derler ki: Elfaz-ı Kur'âniye ve zikriye ve sair teşbihlerin her biri müteaddit cihetlerle insanın letaif-i maneviyesini tenvir eder, manevî gıda verir. Mânâları bilinmezse, yalnız lafız ifade etmiyor, kâfi gelmiyor. Lafız bir libastır; değiştirilirse, her taife kendi lisaniyle o mânâlara elfaz giydirse, daha nafi' olmaz mı?"
Elcevap: Elfaz-i Kur'âniye ve tesbihat-ı Nebeviye'nin lafızları câmid libas değil; cesedin hayattar cildi gibidir, belki mürur-u zamanla cild olmuştur. Libas değiştirilir; fakat cild değişse, vücuda zararlıdır. Belki namazda ve ezandaki gibi elfaz-ı mübarekeler, mânâyı örfilerine alem ve nam olmuşlar. Alem ve isim ise değiştirilmez..." (Mektubat. 340).

İSTİFHAM


Muhataptan bir cevap almak için değil, onun dikkatini çekmek için sorular sorulara, 'İstifham" (retorik sorular) denir. Muhatabı bir iç murakabesine sevkettiği için etkilidir.

Misaller:

a. "Bilirsin ki: Sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimde, büyük bir hakim, büyük bir himmetle ancak daimî kaldırabilir. Halbuki bak! Bu Zât (asm), büyük ve çok âdetleri; hem inatçı, mutaassıp, büyük kavimlerden, zahirî küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ref edip yerlerine öyle secaya-yı aliyeyi ki, dem ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak vaz' ve tesbit eyliyor. Bunun gibi daha pek çok harika icraatı yapıyor. İşte, şu Asr-ı Saâdeti görmeyenlere Ceziretü'l-Arab'ı gözlerine sokuyoruz. Haydi yüzer feylesofu alsınlar, oraya gitsinler. Yüz sene çalışsınlar. O Zat'ın o zamana nisbeten bir senede yaptığının yüzden birisini yapabilirler mi? (Sözler: 237).

b. "Dünden bugüne bir kısım kimseler, medeniyeti, refaha hizmet eden vasıtaların bolluk ve modernleştirilmesinde aramış ve medenileşme adına kitlelere hep bu noktayı göstermişlerdir. Zâyi edilen bunca zaman ve arkada bırakılan koskoca bir "ömr-ü hedef'den sonra olsun o, ruhda ruhun tekâmülünde ve insanın kendini yenilemesinde aranmalı değil miydi? (Şahin, Yitirilmiş Cennete Doğru, 1990: 70).

c. "Gökleri ve yeri yaratan, günahlarınızı bağışlamaya çağıran ve bir süreye kadar sizi erteleyen Allah'tan mı şüphe ediyorsunuz?" (İbrahim: 10).
d. "Şu halde nereye gidiyorsunuz ?" (Tekvin 26)
HAZF VE MERAK

Öznenin açıkça ifade edilmediği cümleler de muhatapta merak uyandırır, onu arayışa iter:
"Mesleğimiz tarikat olmadığı belki hakikat olduğu için, bu rabıtayı ehl-i tarikat gibi farazî ve hayalî suretinde yapmaya mecbur değiliz. Hem meslek-i hakikata uygun gelmiyor. Belki, akıbeti düşünmek suretinde müstakbeli zaman-ı hazıra getirmek değil, belki hakikat noktasında zaman-ı hazırdan istikbale fikren gitmek, nazaran bakmaktır. Evet, hiç hayale, faraza lüzum kalmadan bu kısa ömür ağacının başındaki tek meyvesi olan kendi cenazesine bakabilir." (Lem'alar: 163).
Kim bakabilir? Herkesi kendi cenazesine baktıran bir cümle...

TEKRİR
Belli bir kelimeyi ölçülü bir şekilde tekrarlayarak mânâya kuvvet vermek de mümkündür:
"Nerdesin, yıllarca hasretini çektiğimiz kahraman? Nerdesin, hayallerimizin güvercini, rüyalarımızın üveyki? Nerdesin "ba'su ba'de'l-mevt"imizin müjdecisi? (Şahin. Çağ ve Nesil, 1990: 123).

İŞTİKAK

Aynı kökten gelen kelimeleri sıralayarak da mânâ takviye edilebilir:
a. "Madem bir harf, katibini göstermeksizin olmaz. Sanatlı bir nakış nakkaşını bildirmemek olmaz... Nasıl olur ki: Bir harfte koca bir kitabı yazan, bir nakışta bin nakşı nakşeden nakkaş, kendi kitabıyla ve nakşıyla bilinmesin..." (Sözler. 283).
b. "Cenab-ı Hakk'ın zat ve sıfatında, misil ve misali yok. Fakat, mesel ve temsil ile bir derece şuunatına bakılabilir." (Sözler: 609).
Bu şekilde yapılan tekrarlar irtibat, insicam ve vurguyu temin ettikleri için gerektiğinde kullanılabilirler:
"Bir mes'ele ilk duyulduğunda canlıdır ve alâka uyarıcıdır; fakat bir müddet geçtikten sonra, kafamızda sadece donuk hatları ve kalıplarıyla bir hikâye olarak kalıverir.. kalıverir de ruhumuzdaki ilk mevcelenmeler, heyecan dalgaları, kalb yumuşamaları ve hatta göz yaşarmaları artık birer hayal olur ve çok ciddi mes'eleler sadece birer formül olarak ifa edilmeye başlanır." (Şahin, İnancın Gölgesinde-2, 1992: 145).

ZIT ANLAMLI KELİMELER

Mânâ bakımından birbirini tamamlayan kelimeleri veya bunların zıt anlamlarını sıralamak da söze güç verir:
"... bu müthiş zamanda ve dehşetli düşmanlar mukabilinde ve şiddetli tazyikat karşısında ve savletli bid'alar, dalâletler içerisinde bizler gâyet az ve zayıf ve fakir ve kuvvetsiz olduğumuz halde, gâyet ağır ve büyük ve umumî ve kudsî bir vazife-yi imaniye ve hizmet-i Kur'âniye omuzumuza ihsan-ı İlâhî tarafından konulmuş, elbette herkesten ziyâde bütün kuvvetimizle ihlası kazanmaya mecbur ve mükellefiz. Ve İhlâsın sırrını kendimizde yerleştirmek için gâyet derecede muhtacız." (Lem'alar: 159).
Zıt anlamlı ve simetrik ifadeleri kullanmak da kelâma haşmet katar: "İzzetle mevti (ölümü), zilletle hayata tercih edenlerdeniz."

BENZER KELİMELER

Benzer harflere sahip kelimeleri, uygun bir şekilde sıralamak da söze güzellik katan unsurlardandır:

a. "Hem hiç kabil midir ki: O Zat-ı Hakîm, şu insanı bütün mahlukat içinde kendine küllî muhatap ve cami' bir ayine yapıp bütün hazain-i rahmetinin müştemilatını ona tattırsın, hem tarttırsın, hem tanıttırsın, kendini bütün esmasıyla ona bildirsin, onu sevsin ve sevdirsin; sonra, o bîçare insanı o ebedî memleketine göndermesin? O daimî saâdetgâha davet edip mesut etmesin?" (Sözler. 83).

b. "... herkesi zevaliyle ağlatan ve herkesi kendine meftûn ve müştak eden ve günah ve gaflet ile geçen ve geçmiş gençliğime baktım; o güzel süslü çarşafı (elbisesi) içinde, gâyet çirkin, sarhoş, sersem bir yüz gördüm. Eğer mahiyetini bilmeseydim birkaç sene beni sarhoş edip güldürmesine bedel, yüz sene dünyada kalsam beni ağlattıracaktı." (Lem'alar: 232).

SANAT-I TENASÜB (SANATI TELFİK)
Birbirini çağrıştıran kelimeler kullanarak mânâyı kuvvetlendirmektir.
Meselâ: "Bu âlemde herşey, ama herşey, merhamet düşünür, merhamet konuşur ve merhamet va'deder. Bu itibarladır ki, kainata bir merhamet senfonizması nazarıyla bakılabilir. Ayrı ayrı ses ve soluklar; tek ve çift bütün nağmeler, öyle bir ritm içinde akıp akıp gider ki, bunu görmemek ve anlamamak kabil değil. Ve sonra bütün şu parça parça acıma ve şefkat etmelerin arkasında, bu esrarlı koroya hükmeden, herşeyi çepeçevre sarmış geniş rahmetin sezilip hissedilmesi..." (Şahin, Çağ ve Nesil, 1990: 137)

Diğer bir misal:
"Bir zaman karanlıklı bir gurbette, karanlık bir gecede, zulmetli bir gaflet içinde, hal-i hazırda olan bu koca kainat hayalime câmid, ruhsuz, meyyit, boş, hali müthiş bir cenaze göründü. Geçmiş zaman dahi bütün bütün ölü, boş, meyyit, müthiş tahayyül edildi. O hadsiz mekân ve hudutsuz zaman, karanlıklı bir vahşetgâh suretini aldı. Ben o hâletten kurtulmak için namaza iltica ettim." (Şualar: 94).

GARABET

"Dilde kaidelere bağlılık ve sertlik güçlü bir şahsiyetin ifade ihtiyaçlarına yetmez" (Aktaş, 1986: 114). Bu yüzden bazı yazarlar, bazen, ülfet edilmedik tabirler kullanırlar. Gerçekten de yerinde kullanılan, alışılmışın dışında, yani "garip" tabirler, muhatabın dikkatini bir noktada toplayabilir:
"... bu misafirhane-i dünyada, yolcular için, böyle rahmet havuzları bulunması ve insanın seyr-ü seyahatine ve gemisine ve istifadesine musahhar olması işaret eder ki, yolda yapılmış bir handa, bir gece misafirlerine bu kadar deniz hediyeleriyle ikram eden Zat, elbette Makarr-ı Saltanat-ı Ebediyyesinde öyle ebedî rahmet denizleri bulundurmuş ki, bunlar onların fani ve küçük numûneleridirler." (Lem'alar: 364).
Yukarıdaki "deniz" kelimesi, alışılmışın dışında olarak, bir sıfat biçiminde kullanılmış olsa da, makam itibariyle ifadeye bir renk katmaktadır.

SEHL-İ MÜMTENİ'

Az ve öz olduğu için taklit edilebilir gibi gözüken fakat kelimenin tam mânâsıyla bir söz şaheseri olan ifadelerdir:
a."Kar kış olmadan bahar gelmez; gelse de kadri kıymeti bilinmez." (Şahin, Buhranlar Anaforunda İnsan, 1990: 84).
b. "Ahmağın kalbi dilinin ucunda, akıllının dili sinesinin en uç burcundadır." (Şahin, Ölçü veya Yoldaki Işıklar-4, 1992: 69).

TA'RİZ

Mübalağa, isrâf-ı kelâmdır (Lem'alar: 72) ve zemm-i zımnîdir (Sözler: 716).  Yani, bir insanı gereksiz sözlerden oluşan abartmalarla övmek, aslında onunla gizli bir şekilde alay etmektir. İşte bu şekilde, güzel bir söz söyleyerek övüyormuş gibi yapıp alay etmek, yermek ve itiraz etmek maksadıyla yapılan sanatlara ta'riz sanatı denir. Bu sanatta kasdedilen mânâ, kullanılan sözün tersidir.
Ta'rizin dokunaklı olanlarına "istihza" (irony), ağır ifadeler taşıyanlarına da "tehekküm" (sarcasm) denir. (Şahiner, 1988: 50).
Meselâ: "Ey tembel nefsim! Beş vakit namazı kılmak, yedi kebairi terk etmek; ne kadar az ve rahat ve hafiftir. Neticesi ve meyvesi ve faidesi ne kadar çok mühim ve büyük olduğunu; aklın varsa, bozulmamış ise anlarsın. Ve fısk ve sefahate seni teşvik eden şeytana ve o adama dersin: Eğer ölümü öldürüp zevali dünyadan izale etmek ve aczi ve fakrı, beşerden kaldırıp kabir kapısını kapamak çaresi varsa, söyle dinleyelim. Yoksa sus. Kâinat mescid-i kebirinde Kur'ân kâinatı okuyor! Onu dinleyelim." (Sözler. 32).
Bu parçada müellif, "Ey tembel tefsim!" hitabıyla kendi nefsine hitap etmekte, fakat daha çok dünyaya dalan insanlara seslenerek onları gafletten kurtarmaya çalışmaktadır.
Kur'ân-ı Kerim'den bir misal: "Âyetlerimiz o sapık kimseye okunduğu zaman sanki kulaklarında ağırlık var da işitmiyormuş gibi büyüklenerek sırt çevirir. İşte ona can yakıcı azabı müjde et." (Lokman: 7)
Can yakıcı bir azabın müjdelenmesi tam bir istihza, hatta bir tehekkümdür. (Ayrıca bkz. İşârâlü'l-İ'caz: 224).

YANSIMA (ONOMATOPOEİA)
Bir hâdiseyi, kelimelerdeki ses unsurunu kullanarak zihinde tablolaştırma sanatına "yansıma" denir.

Misaller:
a. "Hz. Musa'nın asasının, yılan haline gelme mucizesiyle alâkalı bir âyette "Hayyetün tes'a" (Tâhâ: 20) ifadesinde, "tes'a" yerine "tecri", "ta'du" gibi kelimeler de kullanılabilirdi. Fakat onun seçilmesi enteresandır, çünkü yılanın bir yayın kıvrılıp büküldükten sonra ileri fırlayışı gibi tıslayarak ilerleyişini (hareketin karakteristik yönleri ile) gözümüz önüne sermektedir." (Senih, 1989:91).
b. "Musa Aleyhisselam, "Elindeki nedir ya Musa?" sorusuna: "O asam, değneğimdir. Ona dayanırım, onunla davarlarıma yaprak silkerim." (Tâhâ: 18) diye cevap vermiştir. Silkme mânâsına Kur'ân'da seçilen fiil "ehüşşü"dür ki, yaprak hışırtılarını ve silkme mânâsını, nağmesiyle vermektedir." (Senih, 1989: 91).
c. "... kâinat bostanında görülen şu mevcudât ve ecram, Haliklarının herşeye Kadîr ve herşeye Alîm olduğuna delâlet eden harikalardır. Kezalik, nebatat ve hayvanâtta görülen şu mevcudât ve ecram, Sâni'lerinin herşeye kâdir olduğuna şehâdet eden sanat harikalarıdır. Evet kudretine nisbeten zerrat ile şümûs mütesâvi olduğu gibi, yaprakların neşriyle beşerin haşri de birdir." (Mesnevî-i Nuriye: 234).
Yukarıdaki cümlelerde su gibi akıp giden ifadelerdeki selaset, temsil ve kıyasa dayalı güçlü bir mantık ve "ş" sesinin tekrarındaki alliterasyonun yanında, "yaprakların neşriyle beşerin haşri de birdir" cümleciğinin hayalde tasvir ettiği manzara, yani yaprakların bir anda boy vermesi gibi insanların topraktan başlarını uzatarak çıkmaları, ses fırçalarından süzülen "onomatopoeitik" bir tablodur.

AKİS
Kelimelerin yerlerini değiştirerek, simetrik ifadelerle mânâyı kuvvetlendirme sanatıdır. Misaller:
a. "Rahat zahmette, zahmet rahattadır." (Lem'alar: 125)
(İşsiz, tembel, istirahatla yaşayan ve rahat döşeğinde uzananlar, ekseriyetle çalışanlardan daha ziyade zahmet ve sıkıntı çeker. Çünkü, işsiz daima ömründen şikâyet eder; eğlence ile çabuk geçmesini ister. Çalışan ise şükreder, ömrünün geçmesini istemez).

b. "(Cenab-ı Hakk) bir şeyden her şey yapar, hem herşeyden bir şey yapar." (Sözler. 294).(Bir tarafta basit bir topraktan çıkan binlerce bitki, diğer tarafta yüzlerce çeşit şeyi yiyip içen insanın vücudunda görülen birlik...)
c. "Zeval-i lezzet elem olduğu gibi, zeval-i elem dahi lezzettir." (Sözler. 51).
(İnsan, fani zevkleri hatırladıkça "AH!", geçici elemleri düşündükçe "OH!" der).
d. "(Allah) eğer vermek istemeseydi, istemek vermezdi." (Mektubat: 302).
Akisin bir türü olan aks-i müfrette (palindrome) bir tabir, hem baştan, hem de sondan aynı şekilde okunur.
a. (Küllün fi felek) "Aya erişmek güneşe düşmez. Gece de gündüzü geçemez. Her biri bir yörüngede yüzerler." (Yasin: 40)
Âyetteki harfler şöyledir: ( K L F Y F L K ) (Harflerin dairevî halde meydana getirdiği yörünge (felek) de çok enteresandır).
b. (Rabbeke fe kebbir) "Rabbini yücelt" (Müddessir: 3)  Harfler: ( R B K F K B R )

OSMANLICANIN İNCELİKLERİ


Eskimeyen harflerle yazılmış Türkçe bir metin, sözdeki estetik yönünden kendine has incelikler taşıyabilir.
Meselâ: " "19 harftir.
: "Bismillah her hayrın başıdır" cümlesi de 19 harftir.
Şimdi de şu paragrafa dikkat edin: "... birbirine benzeyen tohumcuklar, birbirinden temayüz ediyor, ayrılıyor. Meselâ, bu tohumcuk, bir incir ağacı oldu. Fatır-ı Hakim'in nimetlerini başlarımızın üstünde neşre başladı. Serpiliyor, dallarının elleriyle bizlere uzatıyor." (Lem'alar. 138).
"... dallarının elleriyle" tabiri, eskimeyen harflerle yazıldığında, enteresan bir benzerlik görülür. "Dallar" kelimesinin başındaki "dal" harfi kaldırılırsa, "eller" haline gelir.
"Cinas-ı musahhaf' denilen başka bir misal de şöyle: "Ben bu musibette, Kader-i İlâhî cihetini düşünüyorum. Zahmetim rahmete inkılap eder." (Hizmet Rehberi: 185).

Zaten zahmeti, rahmete çeviren, "zahmet" kelimesinin başındaki "z" ( ) harfinin üstündeki noktayı silivermektir.
Özetle, sadece bir kısmını saydığımız, söze güç ve güzellik veren bu unsurlar ve sanatlar, temelde İlâhî ilhama ve ruh inceliğine dayanır.
"Sözün en müessir ve en içlisini peygamberler, sonra da derecesine göre ilhama açık saf gönüller söylemişlerdir. Söylemiş ve yerinde karanlığın bağrına yağdırdıkları söz oklarıyla zulmetleri delik deşik etmiş, yerinde sinelere saldıkları beyan kıvılcımlarıyla ruhlarda yangınlar meydana getirmiş ve yerinde de rahmet damlaları şeklindeki kelimeleri dört bir yana saçarak her yeri cennetlere çevirmişlerdir." (Sızıntı: 134).



Yusuf Alan