๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 25 Kasım 2010, 14:48:39



Konu Başlığı: Silinmemiş bir hayâlin adı Bektaş
Gönderen: Sümeyye üzerinde 25 Kasım 2010, 14:48:39
Silinmemiş Bir Hayâl’in Adı: Bektaş



  Gür sesli bir sözcüsün, ama boşuna,

                                                          Gevezelikten başka bir şey değil yaptığın.

                                                  Odysseus

 

Kendi nefsimize karşı pek koruyucu olan duyarlılığımızla, hayata dair bütün evrensel değerleri yalnızca kendimize yakıştırıp topladığımız ve bizim dışımızda elle tutulur hiçbir gerçeğin olmadığı kanaatini taşıyan tasavvurlarımızla acaba bizler, gerçekte Kur’an rûhunun beslediği islâmî bir hayatın ne kadar içindeyiz? Zira bugün Müslümanların yaşama biçimlerini besleyen algılama tarzlarına dikkat ettiğinizde, onların gerçek bir hayatı değil, kırık dökük ve parçalanmış şahsiyetlerini rahatlatacak düzenleri aradıklarını görürsünüz. Öyle ya! Kimsenin kimseyi kendisine denk görmediği ve herkesin kendisinde,  kaypakça itiraz yolları arasa bile aslında mükemmellik vehmettiği bir platoda bireyin ortaya koyduğu kanaatler eğer uğursuz bir düş’ün yorumu değilse, ne olduğunu gerçekten anlamak zorundayız. Anlamak zorundayız, zira müslüman’ın bu hâlinde gerçekler önünde hîleli düşen ve biraz da lekeli görünen tarafı öne çıkmaktadır. Çünkü hangi tarafa baksanız, hepsi soylu bir îmanın, asaletin, cesaretin ve kulluk bilincinin kılavuzluğunu yapan içi boş sahte kalabalıklarla dolu. İşte bu yüzden anlamalıyız, bizler neredeyiz ve islami objeler nerededir? Ve işte yine bu yüzden anlamalıyız; gıybetten, sû-i zanna ve riya’nın her türlü vecîzesine ayak uydurabilen kalabalıklar kendilerini nasıl bir ruh hâletiyle islamî temizliğin içinde görmektedirler? Ve işte yine bu yüzden anlamalıyız; bomboş ve ülküsüz yaşayıp dururken bize kudret hissini veren sahtelikler nelerdir? Ve yine anlamalıyız ki; hayaller ve masallarla gönlümüzü doldururken nasıl oluyor da hayata mânâlar kazandırdığımızı söyleyebiliyoruz, nasıl?!. Bizi üzüyor olsa da, bu dramatik sıkıntıyı görmezden gelemeyiz. Zira hem sakat, eksikli bir anlayışı taşıyıp hem de kendimizi bir dehâ’nın temsilcisi gibi göremeyiz. Tabii burada islami bir hayat derken, Allah Resulü’nün telafuz ettiği ve en gerçekci objelerini ortaya koyarak canlandırdığıbir realiteden, bir vâkıalar tablosundan bahsediyorum. Mecûsîliğin ya da şaman kültürünün siyasallaşmış bakiyelerinin günümüze taşınmış oyalayıcı ve kirletici fermanlarından bahsetmiyorum. Rûhu alınmış, aşksız bırakılmış, ülküsü silinmiş ve tortulaşmış kalabalıklara, işte çağın erişilmez nimetleri diye sunulan düzmece bir hayattan da bahsetmiyorum.  “ Bir de kendilerine kitap verdiklerimiz, sana indirilen (vahiy) le sevinç duyuyorlar. Bununla beraber hizipleşenlerden, âyetlerin bir kısmını inkâr edenler de vardır. De ki: "Ben ancak Allah'a kulluk etmekle ve O'na şirk koşmamakla emrolundum. Ben O'na davet ediyorum, dönüşüm de O'nadır." (Ra’d – 36) Fert fert bu durumu ciddiye alıp sorgulamamız gerekmektedir. Çünkü sonu gelmeyen bozgunlar, umut kıran cereyanlar ve bir yandan da geniş kitlelerin ne olduğunu anlamadan ama hep hayra yorarak yaşadıkları trajediler, içinden bir türlü çıkamadığımız kimlik sıkıntısı etrafında  toplanmaktadır. Zaten toplumsal hangi meseleyi ele alırsanız alın, o meselenin bütün çözümleri ya da sıkıntıları sonuç itibariyle dâima kimlik meselesinde düğümlenir, geriye kalanlar yalnızca kıymetsiz detaylardır. Hiç düşünüyor muyuz, bu hayatın içinde bizi yine bu hayata karşı tutsak eden ve kendisinden bir türlü vaz geçemediğimiz sihir nedir?  Bu hayatın içinde kurduğumuz düşler ve her şeye rağmen peşimizi bırakmayan kâbuslar nelerdir? Müslümanların, kendilerine âit ahlâkî trajedilerini sorgulamadan, kendilerini sürekli geri çekmelerinin altında yatan o itici sebepleri bulabilir miyiz? Kendi iki yüzlülüklerini fark edecekleri korkusu mu, yoksa nefislerine egemen olan o kahrolası kibir ve eyyamcılık duygusu mu? Yoksa hepsi birden mi? İkide birde yaşanan hayal kırıcı şaşkınlıklar neden yalnızca bizim hayatımızda sürüp gitmektedir? Allah’ın mü’minlere hitab eden yasalarının yine mü’minler (!) tarafından dışlanmasındaki rahat edânın ve bütün bunların modern ve uzlaşmacı bir hayatın ilkeleri hâline getirilişindeki duyarsızlığın bizleri nelerle uyumlu hale getirdiğini fark etmeye ne zaman başlayabileceğiz? Doğruluk adına yürüdüğümüz ama bizleri asla saadete taşıyamayan ve sonuçları daima sıfır olan kırık çizgilerimiz nelerdir? Hiçbir zaman cesur ve metin manzaralar ortaya koyamayışımızın en temel sıkıntıları nelerdir? Bu soruların cevaplarını bulmak zorundayız. Yıllardır aldattığımız kalplerimizin artık cüretkâr îtiraflara ihtiyacı vardır. Bu durum entelektüel bir ihtiyacın gerekli kıldığı sorgulama değildir, yaşadığınızdan emîn olmanın mecbur tuttuğu âcil bir durumdur. Hepimiz şunu çok iyi anlamalıyız ki, yaşadığınız hayatın rengi ne olursa olsun kendi kimliğinize uygun düşecek tarzda sizi tatmin etme derecesi, sizin bu hayatın içinde gösterdiğiniz dinamik sürekliliğinize ve bu süreçteki samimi niyet becerinize bağlıdır. Aksi halde başkalarının sizi görmek istediği gibi kendinizi görecek ve onların sunduğu hayatı solumak ihtiyacını duyacaksınız. Bu durumu doğrulayan birçok olay hergün, Müslümanların aleyhine olacak şekilde bütün dünyada yaşanmakta ve Müslümanların basiretsizliği de bu cereyanlara katkı sağlamaktadır. İran’da yapılan Humeyni hareketinden bir süre sonra Fransa’da Citroen fabrikasında sermayeyi zarara uğratacak bir grev yapılmıştı. Bu durumu kendi politikaları açısından faydaya çevirmek isteyen Fransa bürokrasisi müdahalede gecikmedi. Citroen’in nitelikli işçilerinin greve gitmeleri sonrasında İçişleri Bakanı Gaston Deferre şöyle beyanat veriyordu:” Bu harekette bulunanlar dinciler ve Şiilerdir. “ (J.François – K.Y – Shf.28)

Gerçekte böyle miydi? Elbette hayır. Ama o en azından Cezayir’in kamu oyunu psikolojik olarak baskı altına almaya çalışırken, Fransa Cumhurbaşkanı da:” Fransadaki Müslüman cemaat büyük ölçüde Sünni-Maliki ve aynı zamanda batı ile entegre olmaya hevesli bir cemaattir.” Diyerek kendilerine yakın olanları âdetâ ruhsal kirlerinden arındırmakta ve kendi seçtikleri algılama biçimleri ile Müslümanların zaafa uğramış bilinçlerine katkıda bulunmaktadırlar. Böyle bir aldatmaca içinde Müslümanlar kendi leyhlerine ait faydalı sonuçlar çıkardıkları iddialarına girişseler de aslında kendilerini zarara uğratacak faydasız çabalara hizmet etmeyi sürdürmektedirler. İşte bu nokta; Müslüman bireylerin, islamın ve mü’min olmanın ne olduğunu çok iyi anlamaları ve içselleştirmeleri gereken varoluş noktasıdır. Çünkü mü’min olmak demek, iptidai halk anlayışında olduğu gibi kabaca îman ettim demek değildir. Mü’min olmak; çok ince bir murakabeyi, ilhamını Kur’andan alan aralıksız bir tefekkürü ve kendisini hiçbir zaman rahat bırakmayan bir nefis sorgulamasını yedeğinde taşımak demektir.  Zira farklı kimliğe dayalı sistemlerin Müslüman yol göstericiliği, Müslüman birey için zararlı ve kendisinden uzak düşürücü esin kaynaklarını da beraberinde getirir. Basiret sahibi bir mü’minin bu vak’aları fark edebilmesindeki bütün incelikler, onun Kur’ana dayalı bir tefekküre yaklaşmasıyla mümkündür. Bunun dışındaki bütün algılamalar aldatıcı argümanlardır. Tarihsel planda bunu bir örnekle canlandıralım. Vaktiyle Tevhid-i Tedrisat uygulamalarının âdeta rövanşı, ikinci dünya savaşı sonrasında batının faşist ve totaliter rejimlerinin yıkılarak demokrasi rüzgarlarının estiği ortamda yine CHP içinden geldi. Râif, Fatin ve Râsih hocalar başta olmak üzere meclisteki eski din adamları ve onlara katılan Hamdullah Suphi Bey ve arkadaşları, Tevhid-i Tedrisat uygulamalarının halkın “ ölü yıkayacak adam bulamıyorum” sözünde özetlenen toplumsal hayatta ortaya çıkardığı bir din eğitimi boşluğunu dikkate alarak bir kanun önerisi verdiler.  Başbakan Hasan Saka’ da parti içinde çoğunlukta olan din eğitimine karşı çıkanlara :” Efendiler, eğer biz dînî tedrisatı kabul etmezsek gelecek inhitapta, Halk Partisi bir oy bile alamayacaktır” diyerek halkın isteğinin yanında yer alıyordu.(Osman Kafadar- Modernleşme ve Batıcılık-shf.354) Sonuç olarak halkın istediği netice elde edilmiş bile olsa, bu durum aynı inancın paylaşılmasından değil, farklı bir ihtiyacın korunması gereğinden doğmuştu.

Bunlar bazı sıkıntılı zamanlarda Müslümanlarda sempati duygusu uyandırmaya yönelik, ama asıl niyet cephesi daima kapalı tutulan uysallaştırma psikolojileridir. Müslüman bireyler, kendi hayatlarının zevkini besleyecek ve içlerindeki varoluş ruhunu koruyacak olan kitaplarıyla, fikrî ve îmânî bağlarını yaşama alanlarına taşıma becerisi gösteremedikleri zamanlarda kendi bütünlüklerini ne yazık ki koruyamamışlardır. Bugün de bölük pörçük yaşıyor olmalarının, hem kitlesel hem de bireysel alanda yürekler yarası rûhî yangını alevlendiren sebeplerden birisi budur. Çünkü Müslüman birey hayatının bir bütünü olarak Kur’an’ı ele almamıştır ve buna bağlı olarak da günlüğü rast gele ipe sapa gelmez isteklerle doludur.

Şimdi bir manzara tasavvur edin; Birkaç Müslümanın bir arada olduğu bir manzara.. Bazıları ilahiyat fakültesini bitirmişler ve liselerde din dersi öğretmenliği yapıyorlar. Kısa bir süre önce görkemli törenlerle hac farizasını da yerine getirmişler. Yani onlar, bu garip ve belirsiz insanlık serüveninin yaşandığı topraklarda, sahip oldukları imgelerle bu halkın içinde kendilerine güven duyulan, yol yordam sorulan, hutbeler okuyup halka vaaz eden ve irşad’da(!) bulunan kimseler. Onlar, kendi halkının içinde iyi bir yer tutan, ama aslında ilâhiyatçılık’ın(*) bize mahsus geleneksel kamuflajı içinde uyuşmuş ve bozuk bir hayat şeması üzerinde yaşayan din baronları.. Ne var ki, büründükleri dinsel statünün yalıtkanlığı onların kendilerini ayrıcalıklı görmelerini kolaylaştırmaktadır. Bu seçkin(!) kişiler o esnada bir işle meşguller ama namaz vakti de geçmek üzeredir. Birbirleri ile sohbetin zevkine o kadar dalmışlardır ki, arada bir hac görevi sırasında yaşadıkları tatlı hatıralarını anlatarak paylaştıkları bu anılarında birbirlerine iltifatlarını da ihmal etmiyorlar. Şirazeden çıkmış bu övünç ânında kahramanlarımız kendilerinden geçerlerken arkadaşları onları uyarmak zorunda kalırlar. Çünkü namazın vakti gerçekten geçmek üzeredir. “ Bir takım insanlar (Allah’ı tesbih ederler) ki, ne ticaret ne de alış veriş, onları Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekat vermekten alıkoymaz. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar” ( Nur -37)

Ruhsal bir rahatlamanın doruğunda kendi hülyalarını yaşayan bu Müslümanlar:” Aslında kılsaydık iyi olurdu ama… Hay aksi.. Şimdi vaktimiz de yok zaten, her neyse akşam hepsini ödeyiveririz” Diyerek bakışırlar ve birbirlerini muhabbetle tasdik ederler. “O korkulu zamanda namazı kıldınız mı gerek ayakta, gerek otururken ve gerek yanlarınız üzerinde hep Allah'ı zikredin. Korkudan kurtulduğunuzda namazı tam erkanı ile kılın. Çünkü namaz mü’minlere belirli vakitlerde yazılı bir farzdır.” (Nisa – 103)

Dikkat ediniz, farklı alanlarda da olsa Müslümanların paylaştığı bu çirkinlik ve Rahman’ın önünde fütursuzca işlenen bu gayri ahlâkîlik, bizleri Allah Resulü’nün davasını anlamak ve yaşamaktan hep uzak tutmaktadır. Müslümanlar durmadan soyluluk taslarlarken, içinde bulundukları acaip doğalarını ne yazık ki fark edememektedirler. Kızlarımızın ve hanımlarımızın da çoğunun dış görünüşünün ötesinde, iç dünyalarında, roman kahramanı olmuş düşeslerin, ya da ekranları süsleyen yıldızların özlemi saklanmaktadır. Bu tamamen böyle midir? Elbette değildir, ama yine de bize acı verecek ve bazı taraflarımızı daima eksik bırakacak kadar böyledir. Oysa bir Meryem’in iffeti ya da Safiyye’nin asaleti daha imrenilecek bir haysiyeti temsil etmez miydi? Hiç kimse bizi kendi davamız olarak gördüğümüz yere  götürecek yolları aramasın. Zira bu çok romantik bir addia olarak gülünç kaçar. Bugün gördüğümüz manzarada Rabbini kendi gündeminin ve beşerî meşgalelerinin dışındaki bir hatta tutan modern Müslüman figürü, içinde sakladığı ihtirasları, nezaketsizliği ve Kerîm olan Rabbi önünde utanmayı unutan edasıyla kendi dünyasının ışıklarını karartmış ve gayri ahlâkî fantezilerinin içinde kaybolmuştur. Stephen Crane, dalgalı bir deniz ortasında ufak bir sandal içindeki üç kazazedenin hikayesini anlatır. İlk cümle şöyledir:” Göğün rengini görmediler. Zira kendi telaşlarına o kadar düşmüşlerdi ki, bakışlarını göğe çevirecek vakit bulamamışlardı.” der. Bu tasvir, müslüman’ın hâl-i pür malâlini mi anlatıyor dersiniz?

Âkif ( Allah Rah.Etsin) “Hasbıhal” başlıklı yazısında müslümanların gündelik hayatlarına bakarak üzülür ve şu notu düşer.” Hocamız Hâlis Efendi Hazretlerinden niyaz ederiz. Ya bu kürsülere ramazanda birer adam çıkarsınlar, yahut bu ceheleyi cemaatin başına belâ etmesinler. Doğrusu bu herifleri dinledikçe gençlerdeki dinsizlik modasını hemen hemen mâzur göreceğim geliyor! Eğer dinin ne olduğunu bunlardan öğrenseydim, mutlaka islam’ın en büyük düşmanı olurdum.” (M.Âkif –Sırat-ı Müstakim –Hasbıhal )

Evet, böyle bir Müslüman, çok ince ayrıntılarla dolu hayata anlamlar kazandırarak bu çok ciddi hayat tecrübesini, çok mutlu anlar olarak geleceğe nasıl taşıyabilir? Eminim tarih, bugün yaşayan kitleleri Kur’an önünde diz çökmüş mü’minler olarak anmayacaktır. Bu kalabalıklardan modern yüzyıl; adından hiç bahsetmeyeceği, hayranlık duyulmayan, heyecan uyandırmayan ve hayatın hiçbir tazeliğini taşımayan, kendinden geçmiş hayâlî kalabalıklar olarak bahsedecektir. Öyle değil midir? İslam Peygamberinin getirdiğinden bize ne kaldı? Dış görünüşümüzün aldatıcılığının dışında, içimizde Kur’ana ait sadece çok zayıf yankılar kalmadı mı? Evet, ne diyordu o mü’min kardeşimiz:” Aslında kılsaydık iyi olurdu ama.. Hay aksi.. Şimdi vaktimiz de yok, akşam ödeyiveririz.” Diyor ve arkadaşı da onu onaylıyordu. Büyük toplumlar parçalanmış rüyaların içinde yaşayanlarla ve ancak ayak takımı olabilecek kalabalıklarla kurulmaz. Büyük toplum, büyük bir hayatı topyekun kuşatacak yüksek bir ahlâk’ın yasasını ister. Solmayan bir aşk, sonsuza kanatlanmış ölümsüz bir saadetin kaynağı ve her türlü şifasızlığın ötesinde duru bir îmanın müjdesini ister. Ama bunu basma kalıp hülyalarla oynaşarak başaramayız. O, derin bir tevekkülü ve Muhammedî bir görgüyü daima öne çıkaracak, kirletilmemiş bir îmân’ın işidir. “İman edenler ve imanlarını zulüm ile karıştırmayanlar... İşte güven onlarındır ve doğru yolu bulanlar da onlardır.” (En’am – 82)

Toplumsal bozulmamızın derinliği yalnızca burada örneklemeye çalıştığımız figürlerle sınırlı değildir. Toplumsal hayatımızın her noktasına nüfuz eden ve islami olguyu bir varlık realitesi olarak değil, sadece duygularımıza kılavuzluk edip içimizi rahatlatacak bir vakıa olarak gösteren toplumsal anlayış oldukça yaygındır ve bu yüzden ruhumuza aldığımız yaralar hiç eskimeden sürekli tazelenmektedir. “ Hülâsa Kur’anı Kerîmin mânâsını yalnızca Muhammed Aleyhisselam anlamış ve hadisi şerifleri ile bildirmiştir. Kur’anı Kerimi tefsir eden O’dur.  Bu tefsir kitaplarını anlayabilmek için otuz sene durmadan çalışıp yirmi ana ilmi iyice öğrenmek lâzımdır. Bu yirmi ana ilmin kolları seksen ilimdir… Tefsir yazmakla olmaz, tefsir, din büyüklerinin kalplerine doğan bir nûrdur. (Saadet-i Ebediye shf.44) Zaten bizim gibi din bilgisi zayıf olanların islamiyeti öğrenmek için tefsir ve hadis-i şerif okumaları uygun değildir.( a.g.e shf.44)

 "Kitabını oku! bugün hesap görücü olarak sana nefsin yeter!" deriz.(İsra – 14)

 “ Kitaba sarılanlara ve namazı kılmaya devam edenlere gelince, biz o iyilerin ecrini hiçbir zaman yitirmeyiz.” (Araf – 170)

        İşte bu satırlar bu ülkede hatırı sayılır bir gurubu temsil eden cemaat önderinin sözleridir. Bu satırlar, karanlık dillerin masum insan dimağına döktüğü zehirlerdir ve onların emanetini devralan varisleri, insanların inanç alanlarında en karanlık gölgeleriyle dolaşıp, Allah’ın Resulüyle boy ölçüşmelerini sürdürmektedirler. Bu kadar dar bir alana sıkıştırılan, kitabından özenle ayrıştırılan, Kur’anın tezkiyesinden uzak düşürülmüş ve zayıf ruh hâli içinde karantinaya alınmış kimselerin hayata dair meseleleri oldukça ızdıraplıdır. Bu insanların gündelik sosyal meseleleri hakkında ne hisettiklerini anlayabilir ve onlarla ortak bir duyguyu paylaşabilir misiniz? Hayır…  Paylaşamazsınız. Hayatın bütününü ele alıp toplumsal bir ruhu paylaşabilmek için insanoğluna sunulan en geniş talihi yakalamak gerekir. O, mü’min’in kitabıdır. Hasretini çektiğiniz bütün ufukların şiirini yalnızca onda bulursunuz. Ama insanımızın etrafına yalanla süslenmiş masallar örenler, onlara daha zengin ve daha geniş bir hayat sunmayı vadedenler, hüsranla yaşanan hayatlara yeni nasipsizlikler getirmektedirler.

Herkes dikkat etmeli; dünya bugüne kadar yaşanılmış hâliyle önümüzdedir. Acıları, azapları, ihtirasları, tahakkümleri, cinayetleri, aldatışları ve korkularıyla.. Dünyanın hepimize bildik gelen hâlinden sadece söz ediyor değiliz. Hepimiz onun kendine has rüyalarını yaşadık. Kimse o rüyalara sahip olamadı şimdiye kadar, çünkü beşerî ihtirasların kapıştığı ve insan hayatlarının uyuşturulduğu bu modern dünya yalnızca bir simgeler dünyasıdır. Ve bu mânâda o, insana yetecek en derin anlamdan yoksundur. İşte bireyin bulaştığı bu yoksunluk, mü’min bireyin erdemini kirletmekte, Rabbinin davetini ciddiye almamakta ve daha sonra da bunun için acı ve utanç duymamaktadır. Zira insan fıtratının katıksız saflığını ve duruluğunu, o en renkli çizgilerini ve insan rûhunun özlediği şehrâyini, yalnızca o en büyük ülkünün, bütün zamanların ötesinde o kitabın kutlu satırlarında bulursunuz. “ İbrahim:” And olsun ki sizler de atalarınız da apaçık sapıklık içindesiniz” dedi. Onlar:” Sen bize gerçeği mi getirdin, yoksa şaka mı ediyorsun” dediler. “(Enbiya – 54-55)

Müslümanlar olarak artık kendimize gelelim ve hayâllerimizde imrendiğimiz kimselerin gerçekte yalnız bir illizyondan ibaret olduğunu ve kendimizden emin olma duygularımızın da, gerçek bir hayatın içinde bizlere nasıl yanlış yaşama biçimlerini sunduğunu görmeye çalışalım. Müslüman birey, eğer gerçekten o rûhun diriliğini ve fikrini taşıyorsa, başka özentilerin esiri olarak yaşayamaz. “ Andolsun size içinizden öyle bir peygamber geldi ki, gayet izzetli ve şereflidir. Sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir üstünüze titrer, müminlere gayet merhametli ve şefkatlidir.”(Tevbe – 128)

 Bizler, Allah Resulünün hayatının dışında kalan özendirici ama yanlış olan hayatlardan ayrılamadığımız ve bu ahlâki disiplini olgunlaştıramadığımız için sürekli olarak feryadı andıran bir hayatımız olmuştur. Oysa Kur’an’ın insan rûhunda diriltici akisler uyandıran sesini gerçekten duymayı başarabilsek, toplumsal hayatımızın insanı boğan sıkıntılarının nasıl birer zevk haline geldiğini de göreceğiz. Bu, aynı zamanda hayatı ve Rabbini algılamada zorluklar çeken mü’minin kötü ifade edilmiş bugünkü hayatından kurtuluşu da olacaktır. Bunun başkaca bir çıkış yolu yoktur. İnsan hayatının erebileceği en coşkulu, en güzel ve en kaybedilmeyecek kazançları olarak Allah’ı ve Resulünü en seçkin ve özlü idealler hâlinde görmedikçe bizim olduğunu düşüneceğimiz bir hayatla asla yüzleşemeyeceğiz. “ Ey iman edenler, eğer Allah’tan korkarsanız, O size iyiyi kötüden ayıracak bir kabiliyet verir. Ve sizin günahlarınızı örter.  Sizi bağışlar. Allah son derece büyük lütuf sahibidir.” (Enfal – 29)

Kötü, yanlış ve üzerinde hiç düşünülmemiş nakaratlarla hayatın mücadelesini veremezsiniz. Çünkü böylesine basma kalıp ve üstünkörü bir inancın mekân realitesi yoktur. Eğer bir davanız varsa ve o gerçekten sizin davanız haline gelmişse, işte o zaman Kur’anın diliyle konuşma vaktinizdir. “ Mü’minler  ancak Allah anıldığı zaman kalpleri ürperen, ayetleri kendilerine okununca imanları artan ve Rablerine tevekkül eden kimselerdir” (Enfal – 2)

Yıllar önce Konya da görev yaptığım yıllarda Bektaş adında birisini tanıdım. O beni tanımıyordu ve hiçbir zaman da tanımayacaktı ama ben, yıllar geçtikçe onun asıl cevherlerle yüklü taraflarını ve sanki sayısız yeminler taşıyan gözlerindeki ışıltılı derinliği çok daha yakından tanımaya başlayacaktım. Tanıdığım sadece Bektaş değildi, başkaları da vardı elbette ama diğerleri yaşadığımız ânın bildik tecrübelerini yaşayan, her yerde ve hemen hemen her kadroda görebileceğimiz kimselerdi. Yani bu kimseler günlük dekorun içinde kalan, güzelliğin ve haklılığın yalnızca kendilerine yakıştığını gören kalabalıklardı.

Onların gözlerinde Bektaş’ın gözlerinin etrafına yaydığı ışıltı yoktu ve onlar içlerindeki kibirleriyle, kalınlaşmış bir gecenin karanlığını taşıyorlardı.  Ama Bektaş öyle değildi, insan ömrünün hasretini çektiği her şey vardı onda. Evet her şey vardı, yürüdüğü kaldırımlarda, geçtiği caddede ve baktığı her noktada yalnızca Bektaş’ın saltanatı vardı. Vecd havasına bürünmüş o çalımlı edâsıyla, hayatın uyuşturduğu ve beyhude çabalayan insanlara nasıl da hayretle bakardı… İngilizce öğretmeni bir bayan arkadaşımın bir gün bana:” Şu Bektaş’ın Allah deyişi var ya, içimi titretiyor.” derken taşıdığı heyecanı yıllar sonra bugün bile aynı tazeliğiyle hatırlarım. Sırtında yeşil’e kaçan bir harmanisi, başında kendisine has horasânî başlığı ve elinde iri taneli tesbihiyle kaldırımlardan geçerken yalnızca bir noktaya bakan ama hep içi gülen gözleriyle dudaklarının kımıldadığını görürdünüz. Sanki içinde yaşadığı zamanla alay eden bir bir hâli var gibiydi. O, attığı her adımda dudaklarından dualar dökülen adam.. O, göz bebeklerinde dünyayı tutuşturacak alevler saklayan adam.. O, küskün ve bezgin insanların göremediği, içinde nice dünyalar taşıyan adam.. Bu kadar tatlı ve içi bu kadar gülen gözler ancak kendi hülyalarına şahit olanlarda rastlanılan bir güzelliktir.Yanı başından onu umursamadan, fark etmeden geçen kalabalıkların müflis dünyalarına karşı o sürekli yaşadığı zafer anlarıyla mesuttu. Bir anlık bakışla bütün bir hayatı  özetleyebilir misiniz? Bir bakışla insanların yüreğine kor düşürebilir misiniz? Yalnızca bir tebessümle hayatın bütün elemlerini silebilir misiniz? Kartondan dekorlar içinde yaşamıyorsanız niye olmasın!... Hatırlıyorum, o sıralarda 12 Eylül darbesi yapılmış, siyasilerin bir kısmı tutuklanmış, bir kısmı da aranıyor ve bazı  belirsizlikler yaşanıyordu. Meselâ henüz Alparslan Türkeş’in yakalanamamış oluşu bu darbe’nin Türkeş yanlısı bir hareket olabileceğini kanaatini oluşturuyordu. Yani ilk günlerin, toplum üzerinde henüz netleşmemiş bir durumu vardı. İşte bu kaos ortamı içinde, o güne kadar yana yakıla kendilerine yakıştırmaya çalıştıkları hayatları birdenbire bırakarak, derviş özentili mütevazı hallerini terk edip, sakalları kesilmiş, yüzlerinde tedirgin korkular ve yakalarda gravatlar takılı olarak o kimselerin iş yerlerine gittiklerini gördüğümde, Bektaş elinde iri taneli tesbihi, sırtında yeşil’e kaçan harmanisi, kimbilir nasıl yürekleri titretecek bir zikri terennüm eden dudakları, doya doya gülen ve zamanla alay eden gözleriyle yine okulumun önündeki kaldırımdan geçiyordu. O, şeytan’ın her sokak başına kurduğu tuzaklara, o göz alıcı süslü günahlara gülen adam… O, “Allah” dediğinde, yürekleri titreten adam, tanısaydı eğer benimde hayat hikâyeme güler miydi?    Her bakışında zaferler taşıyan bu adamın hayalini hiç kaybetmemek isterdim. Ama olabilir mi? Günahlar şeffaf bir şal olup gelin duvağı gibi bütün bedenimizi sarmışken olablir mi? ” Ey insan! İhsanı bol Rabb'ine karşı seni aldatan nedir?”( İnfitar – 6) Seccadeleri öpen dudaklar bu kadar soğuksa eğer ve Rabbimize, Kitabına ve Resulüne karşı büyük unutuşlar, içimize en son acılar olarak düşmüyorsa hâlâ, olabilir mi? Bugün etrafıma baktığımda gördüğüm bu savrulan küller, kaybolmuş mü’mün’ in yangınından geliyor biliyorum. Ama olsun, etrafımızdaki güller vurgun yeyip solsa da, yüreğimizin gizli kalmış ve henüz kirlenmemiş bir yerinde açacak bir Gül-i Rânâ bulunur değil mi? Bir gün ben de Muhammedî pırıltıyı içimde, o en gizli yerimde bulup çıkardığımda ve Allah’ın Resulünü hemen yanı başımda, dokunabileceğim kadar yanımda, çok yakınımda, elim eline değecek kadar yakınımda  hisettiğimde, Rabbim anıldığında içim titrediğinde, Rabbimi kendi nefsime ait olan her şey den daha çok sevdiğimde ve yalnız O’na güvendiğimde, ve en koşulsuz şekliyle: “ – Evet sen buyurmuşsan mutlaka öyledir ve en güzelidir” diyerek sükûn bulduğumda, eminim çağı küçümseyen o ışıltılı bakışlara ben de kavuşacağım. işte o zaman mü’min kitapla yüzleşecek, sapkın mürşidlerin şımarttığı şirkten ve düzmece îmanlardan, arsız bilgiçliklerden, yitik gönüllerden, korkulu bakışlardan sıyrılıp, kadîm sevgilerin yükseldiği burçlarına çıkacaktır. Hep merak etmişimdir; bir gün dostlarımla kulluğumuza bilenip kervan kervan çıkacağımız bu yolculuk bakalım hangi seherdedir?  “Ey insan! Kuşkusuz sen Rabbine doğru çaba üstüne çaba sarfetmektesin, nihayet O'na varacaksın.” (İnşikak – 6)


 

(*) Bu câmiaya mensup olup, bu ülkede iftihar vesîlesi sayılabilecek nice güzîde insanlar yetişmiştir, ama artık o vadîde böyle kır çiçekleri yetişmiyor. Bir şair’in dediği gibi: “ Kalmadı o gibiler, onlar artık yüzdeki ben gibiler.”

 

Nurettin Özcan