Konu Başlığı: Siirin resmi yahut bir leyla düşü Gönderen: Sümeyye üzerinde 15 Eylül 2010, 15:25:58 şiirin resmi yahut bir leyla düşü Bir şiirin verdiği heyecanın etkisinde kalmak? Bu ne demektir. Taşın aklığına, katılığına ihtişam veren heykeltıraşın sanatına hayran kalırız. Mermeri canlandırmıştır. Ona şiir katmıştır. Venüs’ün mermk caddelerinden, kararlık, izbe sokaklarında, bir odanın dumanlı havasından temiz sabah havasına çıkan berbat oyuncu gibi hissediyor: “aradım sen yoktun şehirde/ yalnız kehribar gözlerin vardı açan güllerde/ darmadağınıktım, yapayalnızdım ey gülüm gel,/ bul beni içimi aydınlat,/ bir şeyler söyle gecenin karanlığı kalksın üstümden/ dilim çözülsün, kalbim söylesin ne varsa/ söylenecek şeylerin en güzelini söylesin/ güllerden, nergislerden bir demet dervişsin/ nerelerdesin, şehirde misin, dağda mısın/ yoksa içimde misin dışımda mısın”. İnsan tabiatın düğmelerini çözmek için didinip duruyor. Daha fazlasının veya hiçin sahibi olmak. Sevgilisinin; ruhunun yüzüne geldiğini hissediyor. Sevmeye başlayalıberi, yalnız ikisinin olan bir ruha sahip olmak öylesine tatlı geliyor ki. O’nun yalnız alışkanlıklarına özenmekte değil, düşüncelerini benimsemekte de derin bir haz duymuştu. Bu düşünceler kendi aklında kökleri olmadığı için ona yalnız aşkını hatırlatıyordu. Aşkı yüzünden yeğ görmüştü onları. O’nun yönetiş tarzını görmek için fırsat araması, bütün görüşlerine vakıf olmanın, bütün zevklerinde onun bir parçası olduğu içinde duymanın tadına varmak içindi. O’nun sevdiği eserlerin, sevdiği yerlerin kendisini ona yaklaştırmakla kazandıkları güzellik, daha güzel olup da kendisine onu hatırlatmayan yerlerin güzelliğinden daha muammalı görünüyor. Onu kaçırmaktan korkunca, bakışı ciddi, bir çocuğun doğallığı ya da konuşacakmış gibi duran antik heykelin gerçekliği karşısında coştuğumuz gibi coşuverdi. O’nunla buluşmasını önüne getiriyordu; onu her zaman seveceği anlamına gelmiyordu bu belki de, ama şimdilik, onu severken, bütün istediği, günün birinde onunla karşılaşmaz olmayacağına inanmaktı. Burada özgür hissediyordu kendini: “her gün yeni bir aşka tutunmalıydım/ iğde kokuları derlemeliydim rüzgârdan/ düşmeliydim her sabah bütün çiçeklere/ keşke bir çiğ tanesi olsaydım bir kelebek belki de/ incire zeytine dimdik duran dağlara kurban olayım/ mevsimin değişen rüzgârlarında”. Burada sürülen hayat ne gerçek hayat diye düşünüyor. Burada yaşayan insanlar yüce ruhlu insanlardır. Yüce ruhluluk da bu dünyada önemli olan, insanı başkalarından ayıran tek şeydir. Yüce ruhlular ve ötekiler: Ben de artık karar verecek, kimi seveceğimi, kimi küçümseyeceğimi iyice kararlaştıracak, ötekilere harcadığım zamanın karşılığı olarak anları ölünceye kadar bir daha bırakmayacak yaşa geldim, diye düşünüyor. Yine yoksun içimde/ yine bahar kokulu sesin gelir kulaklarıma/ içimi doldurur ayrılık şarkıları/ küheylanım söyle niçindir bu ayrılık/ niçindir söyle ırmaklar çağıldar durur/ sevdalım dönde bak yağmurlara/ doğan güneşe yağan kara/ seni düşünüyorum yalnız seni.” Bu dizeler varlık çırpınması. Anlıyoruz ki insanın kendisini keşfetmesi için doğayı da keşfetmesi gerekir. Ve sayede insanlar arasındaki farklılıklar azalacaktır. İnsan eşitsizlik, aldatmaca ve alçakdayanan saçma düzeni reddecektir. İnsan hele bir kendini keşfetsin, kendini tanısın, hemen, hemen tümüyle yoksun bırakıldığı hazinelerin, insansal büyüklüğü oluşturan kör ve sağır ayrıcalıkların birkaç karıntısı için en korkunç acılar pahasına durmadan üst üste yığdığı maddi ve manevi hazinelerin tümünü ele geçirebileceğini hissedecektir. Doğanın girinti çıkıntılarını gördükçe ve yaşadıkça; yani ağaçlardaki, dallardaki yosunlarla, ağaç sıçanlarının yavrularıyla, ufak derenin ağaçlarla örtülü gölgeli kıvrımlarında büyüyen su tereleriyle; gün ışığının gölgeliklerde açtığı yarıklar içinde yüzer gibi dolaşan kelebeklerle; orman içindeki tabii yolların bir yanından bir yanına bir renk şelâlesi akar gibi geçen saksağanlarla, çalılar arasında hoplayıp ötüşen minicik kuşlarla, fıryan tavşanlarla, çitin üstünden bakan, çatal boynuzlu geyiklerle; ağaç gagalamayı bırakıp, onu seyretmek için başını yana eğen kızıl kanatlı ağaçkakanla ve doğan güneşin, yağan karın arasından çıkan küheylana benzettiği sevgiliyle. Ve şairimiz: “Şehrin kan çanağına dönüşmüş yanlarıyla dolaşıp duran insanlara acır. Ve kendisine de acır: Çocukluğuna dalar: “Oysa aşka dair söylenecek çok şey vardı/ menekşeler niçin kokardı/ niçin gülerdi insanlar birbirlerine/ ve niçin anlatır dururdu büyükler tarihe dair/ ve niçin korkutulmuştuk dev, dev adamlardan/ kimdi bu adamlar/ çocuk kaçıran cadılar kimlerdi/ ömrün ömrümü tüketiyor derdi büyük annem/ ne demekti bütün bunlar/ horozlar başlıyor ötmeye/ gecenin karanlığı kayboluyor/ yüzümden kan çekiliyor sonra/ anlıyorum bitiyor artık ömrüm/ deniz dalgalarını martıları/ Çamlıcayı denizi ve seni görmüyorum/ ve yine ağaçkakanları/ kafeslerinde ağıtlar yakan bülbülleri/ samanyolunda bitimsiz aşkları/ her sabah yeniden açan gül tomurcuklarını/ görmüyorum artık” Şairimiz yoluna devam ediyor: Irmak çıkıyor karşına. Irmağın karşına geçiyor. Eski bir yol izine rastlıyor. Bu herhalde bir kuşak önce, çayırın yerinde orman bulunduğu zamanlarda, kesilen ağaçları taşımakta kullanılan bir yol olmalıydı. Tepesi yıldırımlardan parçalanmış uzadıkça uzamış kızılağacın en üst kısmında bir atamaca yuvası gördü. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi,sürü sürü güvercinlerin kanat şakırtısı dolduruyordu havayı. Değişikli olsun diye yeni bir yola girdi; tepenin eteğindeki ağaç kümelerine vardığında hava kararmak üzereydi. Minik tepeciklerin birinin üstünde, bütün yeşilliklerden apayrı bir yeşil renk tonu gözüne çarptı. Uzun uzun baktıktan sonra, bunun üç servi ağacı olduğunu anladı: Servi ağaçlarını ancak insan eli dikmiş olabilirdi. Çocukça bir merakla servi ağaçlarını yakından görmek istedi. Kare şeklin bir çit içersine alınmıştı serviler. Çitin içersinde küçük bir mezarlık vardı; başlarına tahtalar dikilmişti. Ve şu dizeler döküldü: “ Ölüm bekliyor kapımda / bunu biliyorum / hazırım diyebilmek sana / ne güzeldi ey ölüm / bekliyorum seni yıllardır diyebilmek usulca / sana geldim senin olmaya geldim / diyebilmek bir gecede / var edenin adıyla ona dönerek / gözlerim kapanıyor artık / başımı koyuyorum geceye / artık uyuyorum.”. Köye yaklaştığını anlamıştı. Ona şimdi ne hissettiğini sorsalar, sadece koyu ve renkli bir vakit geçirdiğini söylemekle yetinirdi; zira şehrin çürüttüğü bedeni ve beyninin saran doğanın güçlü sihrinin bilincine varmıştı. Aslında kalabalık insanların yaşadığı uygarlık hayatının sadece ince bir kabuk gibi kendisini sardığını, vahşi, vahşi topraklarda yaşayanların geçmişine sahip olduğunu ve doğanın o sihirli gücünün bu geçmişte uyuduğunu anlatmıştı: Burada pis şehayatının havuzunu dolduran alçaklık, bayağılık, adilik ve kötülüklerin yeri yoktu. Ruhu yıkanmıştı. Uzakta bir çiftlik görüyordu. Aşağıdaki vadide üzüm bağları görünüyordu. Çiftliğin geri kalan yerlerinde, parça, parça iyi topraklar vardı. Burası ağaçların kesilmek suretiyle meydana getirilen açmaların bulunduğu yerlerdi. Bir gün içinde bu kadar yeri hiç görmemiştim, diye düşündü. Düşüncesi kelimeler halinde ağzından döküldü: “sen içimde yoksun köylüsüsün/ dağımın sümbülü çoban yıldızım üçgülüm/ unutamam kokusunu toprağın oysa seni ne çok sevmiştim”. Evet Recep GARİP’ in şiirleri, şiirin resimleri. Resim tabloları halinde. Başında şapkası yok. Elinde süt dolu bakraç var. Dört nala koşturuyor yaşamını. Okul kaçağı gibi. Dünyayı bozup yeniden yapıyor. Gün ışığının doğup batmasını. Utkusundan emin görünüyor. Geleceğin bedelini her gün kanlarıyla ödeyen yiğit ve temiz insanları düşünüyor. Her bir nesneye yalnız başına gitmek sevdasında. Şiirimizde yeri nedir? Ahmet HAŞİM’ in kışkırttığı renklerin, imrendirici bir görkemle yeniden yapılması. Çekilin dünyayı ben yeniden yapacağım der gibi sanki. Onu o yapmıştır. Onun eseridir ortada görünen. Eserini ipek gibi pırıl, pırıl görmenin tadına varmak istiyor. Ev yapan, ağaç diken insan da aynı şeyi duyar. Çünkü yaptığı şeye bakabilir. Hatta biri gelip, ağacını götürse de ağaç yine mevcuttur ve bu, ağacın onun eseri olduğu keyfiyetini değiştirmez. Onun bu duygusunu çalamazsın. Bu duyguyu çalsa, çalsa Ahmet HAŞİM çalabilirdi. O da dünyada mevcut değil. Şirin doğaya uyduran ve oradan resimler çıkaran. İşte bu arada, içinizde ne bir kin, ne bir garez bulunan, hiçbir şeye alaycı bir gözle bakmadığı halde, şehirde yaşayanlara hem gülen, hem acıyan, hem de bu yaşamı delilikle bir tutan. Okuldan kaçan çocuk için ev ne kadar uzaktır. Şair içinde şehir öyle. Ahmet HAŞİM gibi. İkisi de renklerin büyüsüne kapılıp gidiyor. “ O Belde” ve “bir leyla düşü”. Bu evrensel varoluş oyununda, üstün nitelikli olmak kişinin elinde değil; insanlar kendilerine dağıtılan kartlarla oynuyorlar. Bu kumarın adı hayat. Oyun masası da dünya yahut Cezayir de Oran kenti. Dünyaya gelen insanlara oyuna katılıp katılmayacakları sorulmuyor bile. Beni leylama taşıyan sendin Umutları alıp götüren Rüzgârları salıveren üstüme Zemheride kara gecede Tutanaklara geçirilen bendim Bendim yiğitçe ayakta duran Bir leyla düşü gören... Alaaddin ÖZDENÖREN |