Konu Başlığı: Seyrine Doyum Olmayan Güller Gönderen: Sümeyye üzerinde 11 Temmuz 2010, 14:45:24 Seyrine Doyum Olmayan Güller Gelen satırlar, 4 Türkçe Olimpiyatı münasebetiyle yazılmış bir teşekkür mektubunun satırlarıdır Efendim seyre çık âlem serâpa sebzezâr oldu; Açıldı lâleler, güller, yine fasl-ı bahar oldu Fitnat Hanım Dört-beş yıl kadar önceydi Sahibinin ifadesiyle kırık dökük bir kalemin ucundan, dışı da içi de güzel, hem de pek mütevazi bir derginin ilk sayfalarına damlamış kısacık bir yazı okumuştum Yazının başlığı, “Biraz da Gurbet Düştü!” idi Yazıda sizin gurbetiniz anlatılmaya çalışılıyordu, Efendim Ezcümle, kaderî taksimde elâleme, mâl-mülk, şan şöhret, nâm u nişan, sizin hissenize de hüzün ve ızdırap düştüğü ifade edilmek isteniyordu Elhak doğruydu Ama nasıl bir ızdırap ve nasıl bir hüzündü bu? Sıradan, dünyevî sıkıntıların ya da bedenî bir kısım rahatsızlıkların hâsıl ettiği bir ızdırap ve hüzün değildi şüphesiz Akrabalarınızın, aile fertlerinizin sıkıntılarından kaynaklanan bir tasa ve keder de değildi Mukaddes bir hüzün olmalıydı bu ve öyleydi Vazife şuuru, dava düşüncesi ve mefkûre buudlu peygamberâne bir hüzündü O mütemâdî hüznün, o sürekli kalb burukluğunun öyle ufak-tefek değil kocaman kocaman sebepleri vardı Hüzünlenmeye, tasalanmaya, Lutfî ifadesiyle âh edip ağlamaya, ciğergâhı dağlamaya değecek büyüklükte sebeplerdi onlar Onun için de basit ve ucuz bir hüzün değildi o; tarih boyu pek az insana nasip olmuş, sıradanlıktan fersah fersah uzak, paha biçilemeyecek kadar da önemli bir hüzündü Belki sâniyeleri, dakikaları geceler boyu ibadetle değişilmeyecek bir hüzündü O hüznün temelinde, hiç şüphesiz, dünyanın, dünya insanının gülmeyen yüzü, insanın içine elem akıtan, yürekleri dağlayan, gözyaşı olup çağlayan hâli vardı Açlığı, susuzluğu, inlemesi, mağdûriyeti, mazlûmiyeti vardıSadece o mu, hayır, idrak edemeyen, paylaşmayı bilemeyen taş gibi kalbler, merhamet ve şefkatle atmayı unutmuş kaskatı yürekler vardıEvet, o hüznü taşıyan, öyle ince bir kalb, öyle hassas bir yürek ve öyle geniş bir vicdandı ki, sadece mazlumun değil zalimin haline de ağlamadan edemiyordu Dünyayı içine alabilecek, topyekün insanlığın dertleriyle hemdert olabilecek enginlikte bir vicdanın hüznünden başka bir şey değildi o hüzün; beşeriyetin onulmaz gibi görünen dertlerine mâkul, mantıkî, kuşatıcı, acil ve kalıcı çözümler üretmek için zonklayan bir beynin çektiği ızdırabın rengini, desenini ve şivesini barındıran bir hüzündü Basit bir hüzün değildi; muzaaf, belki de mük'ab, içiçe bir hüzündü O satırların sahibi de böyle düşünmüştü de öyle yazmıştı herhalde Dünyalar kadar vicdanı, vicdanı kadar da hüznü olan muzdarip Efendim! Yine o satırlarda, sizin hüznünüze, gurbetinize, daha doğrusu hüzünlü gurbetinize tesellî arayışları seziliyordu Mesela, Yüce Allah'ın âlî takdirinde sizin payınıza tevazu gibi, vefa gibi, müsamaha gibi, hoşgörmek gibi, ihanete ihanetle, adavete adavetle, zulme de zulm ile mukâbelede bulunmama, iyi ya da kötü kimden ne gelirse gelsin hepsine bir demet gül uzatma gibi hep en güzel hasletler ve o hasletlerde de müstesna bir seçkinlik düştüğünden bahsediliyordu İmanınız, iç huzurunuz, ümitleriniz ve sizin için el açıp dua dua yakaran gönüllerin çokluğu dile getiriliyordu Bir de bir de bahçıvanlığınızdan söz ediliyordu orada; dünyanın dört bir köşesinde güller, sümbüller yetiştirdiğiniz ve onları gözyaşlarınız ile büyüttüğünüz söyleniyordu Evet, dert, tasa, gam, keder ve ızdırap ne kadar büyük olursa olsun, orada da denildiği gibi, gül olup cihana gül kokusu yaymak, her yeri gül bahçesine çevirmeye çalışmak ve o güllerin âleme gül kokusu yaymalarından duyulan sürûr ve haz küçümsenecek tesellîler de değildi hani Beş-on gün kadar evveldi Asya ülkelerinin birisinden gelen beş-altı tane delikanlı ile karşılaşmıştım Daha doğrusu bir yerde, küçük bir salonda beraber misafir olarak bulunuyorduk Emin değilim ama zannediyorum hepsi de Kırgız memleketindendiler Azerbeycan'dan, Türkmenistan'dan, Kazakistan'dan, Tacikistan'dan ya da daha başka bir diyardan olsalar da farketmeyecekti zaten O delikanlıları gördüğümde içime aniden bir sürûr dolmuş, sinemi baştan başa bir inşirah kaplamıştı Çehreleri pek gökçekti Gözlerinde parlayan ışığı sezmemek için basar ve basiretten bütün bütün mahrum olmak gerekirdi Hani efendim, siz, “Işık ordusu aydın nâsiyelerinde nur/Sinelerinde kor, çehrelerinde mutluluk” demiştiniz ya İşte bunlar öyleydi; altın neslin, pırlanta neslin pırıl pırıl birer temsilcisi olduklarında şüphe edilmezdi Onların kudsilerden olduğunda benim de katiyen şüphem yoktu İçimden, “Rabbim! Bu tertemiz çehreli kardeşlerimizin samimiyet ve sadâkatlarını ömürlerinin sonuna kadar artırarak devam ettir!” diye bir dua cümlesi geçtiğini hatırlıyorum Nereye gelmişlerdi? Yeni bir dünyaya, suyun berisindeki kocaman cüsseli ülkeye Hem de çok uzaklardan gelmişlerdi Dil öğrenmişler ya da ülkelerinde öğrendikleri dili geliştirmişler ve kariyer yapmaya başlamışlardı Aslında onların gayesi yabancı bir dil öğrenmek ya da master-doktora yapmak da değildi Doğup büyüdükleri yerleri sevmedikleri ya da buralara hayran oldukları için de gelmiş değildiler Öyle makam mansıp gibi bir dertleri olmadığı da her hallerinden anlaşılıyordu Onların bir tek gaye-i hayali olabilirdi O da kalblerinden gözlerine yansıyan ışığı dünyanın karanlık noktalarına tutmak, ulaşabildikleri her gönüle ebediyetin sesini soluğunu duyurmak, her türlü sıkıntı ve meşakkate tahammül ederek, gerekirse bir mum gibi eriyerek başkalarını aydınlatmaktı Hani efendim, siz Kırık Mızrabınızda, “Götürürler her tarafa kucak kucak huzur/Buğulanır gözlerinin içinde sonsuzluk” demiştiniz ya, işte onların mefkûresi de dünyanın her bucağına kucak kucak mutluluk taşımaktı Giyimleri-kuşamları da dikkat çekecek kadar düzgün olan o aydın nâsiyeli gençlerle beraber olduğumuz süre içerisinde beni en fazla büyüleyen yanları, oturuşları, kalkışları, hal ve hareketleri, konuşmaları ve sükutlarıyla tam bir edep insanı tavrı ortaya koymuş olmalarıydıOsmanlı'dan kalmış gibi bir halleri vardı Gerçekten de büyülenmiştim Ev sahibi büyüğün sorduğu sorulara en kestirmeden cevap veriyor, sözü uzatıp rahatsızlık vermekten içtinab ediyorlardı Onlarla aynı yaşlarda olup da sokaklarda serâzad dolaşan, ailesinin, milletinin ve insanlığın başına bela olan gençler gözümün önüne gelince bu temiz simalar gözümde bir kez daha büyüyordu Biliyordum ki, onlar üç-beş gençten ibaret de değildi Onların bahtiyarlığı o fotoğraf karesine girme şansını elde etmiş olmalarıydı Yoksa binlerce belki yüzbinlerce genç vardı ki, o hane sahibinin çayını içmeye fazlasıyla layık idiler İşte efendim, bu hisler, bendenizi size bir teşekkür mektubu yazmaya sevketmişti Size çok teşekkür etmek istiyordum, çünkü o gençlerin o yüksek idrak ve edep ufkuna ulaşmalarındaki en büyük pay sizindi ve bu, içinde yaşadığımız acaip asırda, sizin şahsınızda topyekün insanlığa Allah'ın husûsî bir ihsanı ve lütfuydu Evet, siz kabul etmek istemeseniz de gerçek böyleydi; çünkü o gençler, açılmasına vesile olduğunuz, çoğalmasını ısrarla teşvik ettiğiniz ve uzaktan uzağa dualarınızla, gözyaşlarınızla takip ettiğiniz Türk Okulları 'ndan mezun olmuş gençlerdi; emsalleri çoktu ve buhranlar anaforlarında ölüm-kalım mücadelesi veren dünyanın da o gençlere çok ama çok ihtiyacı vardı Geleceğin barış ve sevgiyle dolu dünyasını onlardan başkasının inşa etmesi imkansız görünüyordu Birkaç satırla size teşekkür etmeye yeltenmiştim ama çabuk vazgeçtim Çünkü, o gençlerin duruşları sizin emeğinize, alın terinize en büyük teşekkür ve ızdırabınıza, hüznünüze de en güzel mukâbele sayılır, diye düşündüm Sonra, keşke benim de coşkun coşkun akıp giden bu hizmet kervanına küçük bir katkım olsaydı da, ben de teşekkürümü bir çürük akçe etmeyen sözlerimle değil de hâlimle, fiilimle etseydim diye aklıma geldi; utandım ve kalemimi de, defterimi de rafa kaldırdım Bu arada yaklaşık bir haftadır haber bültenlerinin içerisinde iki-üç dakikaya sıkıştırılmış kareler içerisinde 4 Türkçe Olimpiyatını takip ediyorduk Farklı dilleri, kültürleri, dinleri, renkleri, desenleri ve şiveleriyle, dünyanın tam seksen ülkesinden gelmiş yüzlerce çocuk ve gencin iştirak ettiği bir organizasyondu bu Bu pırıl pırıl gençler de az öncekiler gibi bulundukları ülkelerde gönüllü kahramanlar tarafından açılan Türk Okulları 'nda güzel Türkçemizi öğrenmişler ve o husustaki maharetlerini sergilemek üzere Türkiyemiz'e gelmişlerdi Nihayet Cumartesi günü o final programını arkadaşlarımızla, abilerimizle hep beraber izleme imkanı bulduk Tam dört saat boyunca adeta ekrana kilitlenmiş, gözlerimizi o birbirinden güzel manzaralardan ayıramaz olmuştuk Yine Kırgızistan'dan gelenler vardı Gürcistan'dan da, Pakistan'dan da, Endonezya, Japonya, Kore, Vietnam, Mozambik, Moğolistan ve Tataristan'dan da Sadece Asya'dan mı? Hayır, Güney Afrika'dan, Kenya'dan da gelmişlerdi Bu kadar mı? Yine hayır, Almanya'dan, Danimarka'dan, Hollanda'dan gençler de vardı Başka? Amerika da oradaydı, Irak da oradaydı Burma'dan, Burkina Faso'dan, Laos'dan gelen gençler de orada hazır bulunuyorlardı Adını çoğumuzun belki de ilk defa duyduğu daha nice ülkelere giden gönüllü muallimler oralarda insanlık sevdalısı bir nesil yetiştirmeye başlamış ve bazı semerelerini ülkemize getirmişlerdi Bu gençlerin hepsi Türkçe konuşuyor, Türkçe ile anlaşıyorlardı ve konuştukları Türkçe, bir yabancı için arızasız, kusursuz denilebilecek kıvamda bir Türkçe idi Hayır, hayır, yabancı değillerdi onlar; hepsi bizden insanlardı Birbirleriyle sarmaş dolaş oldukları gibi, bizimle de içten, yürekten sarmaş dolaş olmuşlardı Aman Allah'ım, bu manzara bir rüya mıydı yoksa destansı bir hakikat mi?! O rengarenk programı sizin izlediğinizi de duyunca orada bulunan her bir öğrenci ve onların emsalleri, onları yetiştirip terbiye eden bütün öğretmen arkadaşlarımız adına ne kadar sevindim, bir bilseniz Efendim! Bu haberi alınca, mutlaka onlar da çok sevinecek ve o salonda, onların arasındaymışsınız gibi derin bir sürûra garkolacaklardır Güllerin, gül bahçelerinin katlanarak artmaya devam ettiğini ekranda görünce ne kadar da sevinmişsiniz! Biliyorum, sizin sevinciniz yine hüzünle karışık bir sevinç olmuştur Biz oradaki gençlerin çehrelerine akseden güzelliklere sevinirken, siz o huzuru henüz elde edememiş, bu ipekten, zebercedden dünya ile tanışamamış gençlerin hüznünü duymuşsunuzdur içinizde Program bitene kadar gözyaşlarınızın hiç dinmediğini söyledi arkadaşlarım Biliyorum, berikiler için sevinç gözyaşı dökerken, öbürleri için de hüzün gözyaşı dökmüşsünüzdür mutlaka Kim bilir kaç tane mendil ıslattınız o program bitene kadar! Bir de her zaman olduğu gibi isminiz zikredilince hatta îmâ edilince hicab etmiş başınızı önünüze eğmişsiniz hep Yanınızda bulunan arkadaşlarımız kaç defa, “Bunlar Allah'ın insanlığa lütfu, kimse üzerine alıp da şirke girmesin!”, dediğinizi; coşkun hislerinizi, “Bütün bunlar bizim civanmert insanımızın alınteri, göznurudur” diye seslendirdiğinizi söylediler O salonda bulunan aziz konukların samimi ve yürekten tavır ve davranışları, gönüllere inşirah salan sözleriyle ayrı bir heyecana kapıldığınızı ve hafif bir dudak hareketiyle, “Sağolun, sağolun!” dediğinizi de söylediler O muhteşem salonda civanmertçe davranan esnaf abilerimizin şahsında, bu hizmetlere destek veren Anadolu insanına defalarca şükran hislerinizi seslendirmişsiniz Sesleriniz onların kulağına da varsaydı efendim, kim bilir gözleri ne kadar parlayacak, gönülleri de ne kadar sürurla dolacaktı! İşte o ümit vaadeden gençlerin ortaya koyduğu manzara, şimdilik çehresi biraz abûs duran dünyamızın geleceği adına içimizdeki ümitleri alevlendirdi, inşirahımızı artırdı ve daha önemlisi azm ü cehdimizin ziyadeleşerek devam etmesi istikametinde şevkimizi kamçıladı Ne mutlu bize ki, bulunduğumuz yerde olmanın hakkını tastamam veremiyor olsak da, iyi insanları sevmek, dualarımızda onları hep yadetmek, onların yapıp ortaya koydukları güzelliklerle sevinmek gibi bir hususiyetimiz var Hani, Hazreti İbrahim'i attıkları ateşe gagasında su taşıyan minik kuş, “Taşıdığım suyla ateşin sönmeyeceğini ben de biliyorum Mesele o değil; benim ne tarafta, hangi safta olduğumun belli olmasıdır” demişti ya Efendim, işte bizim ki de öyle bir şey Hiç şüphe yok ki, bütün bunlar Cenab-ı Allah'a durup dinlenme bilmeden hamd ü senayı gerektirecek kadar büyük lütuflardı Peki Efendim, insanlara da teşekkür edilmeli değil miydi? Edilmeliydi elbet, çünkü halka teşekkür etmeyen, Hakk'a teşekkür etmeyi nereden bilecekti?! Peki kime teşekkür edilecekti Belki bu hizmete katkısı olan herkese ama en başta size Efendim, size İşte Efendim, kırık-dökük, bölük-pörçük de olsa bu satırlar size teşekkür etmek için kaleme alınmıştır –Arz edeyim ki bu, gördüğü güzellikleri bütünüyle hissetmekten, hissettiği kadarını da hakkıyla dile getirmekten mahrum bir yüreğin teşekkürüdür Size teşekkür etmek isteyen binlerce, milyonlarca insanın ulvî hislerine tercüman olma gibi bir iddia da taşımadıkları için de bu kırık-döküklüğün mazur görüleceğini ümid ederim- Bütün o güzellikleri görünce ve onların perde arkasındaki emeği, alın terini, sancıyı, ızdırabı ve gözyaşını düşününce raftaki kalemin ve defterin adeta masanın üzerine kendiliklerinden iniverdiklerini zannettim Size teşekkür etmeye mecbur hissettim kendimi Efendim; çünkü öyle yapmasaydım, bir Anadolu evladı ve bir insan olarak Rabbime karşı şükür vazifemi de yerine getirmemiş olacaktım O öğrencilere de teşekkür ediyorum Her birisini kendi öz kardeşim gibi kendime yakın hissettiğim Belarus'lu Ksenia'ya, Bosna'lı Harisa'ya, Kenya'lı Winnie'ye, Kırgızistan'lı Elfira'ya, Tacikistan'lı Husrev'e, Kazakistan'lı Mervert'e, Moğolistan'lı Bettsetseg'e, Ukrayna'lı Elvira'ya, kanın, gözyaşının ve savaşın esiri olan o masum Iraklı çocuğa, Türkmen Aygül'e, Makedonya'dan gelen Enis'e, Gürcü Tamar'a, Azerbeycan'dan gelen Zaur'a, Moğolistan'ı temsil eden Mırasa'ya hepsine ama hepsine çok teşekkür ediyorum; bize, dünyanın neresinde yetişirse yetişsin, insanın ne kadar mükerrem bir varlık olduğunu bir kere daha ayan-beyan göstermiş oldular Onları yetiştiren öğretmenlere, o organizasyonu gerçekleştiren ve programa iştirak eden seçkin topluluğa da teşekkür ediyorum Fakat Efendim, onların hepsi için de yine size çok teşekkür ediyorum Çünkü o öğretmenlerin üzerinde de sizin alınteriniz, gözyaşınız vardır ve birbirinden farklı binlerce konuğu o salona çeken de yine sizin misafirperverliğiniz ve uzattığınız eldir Sevgi eli, dostluk eli, hoşgörü eli, diyalog eli Geleceğin bütün çiçekleri, bugünün çiçeklerinin içinden çıkacaktır Onun için Efendim, kat'î inancım, ümidim ve recam odur ki, Kudreti ve Merhameti Sonsuz Yüce Allah, ne sizin ne de arkadaşlarınızın gözyaşlarını, alın terlerini asla zâyi etmeyecek ve dünya, yarın, yarın olmasa da öbür gün mutlaka gül bahçelerine esir düşecek ve işte o zaman kanlı kâbuslar sona erecek, mermiler ve füzeler, insanlığın yüz karası birer ibret nişânesi olarak müzelere kaldırılacaktır Size çok teşekkür ediyorum Efendim ve Rabbim'den, sizi sevenlerin, hasretinizi çekenlerin dualarını kabul buyurmasını diliyorum Ve müsaade ederseniz mektubumun sonunda her fırsatta hizmet erlerini alkışlamayı kendisine bir vecîbe addetmiş, Türkiye sevdalısı bir mütefekkirimizin ricalarını, suyun ötesindeki taşı-toprağı altın ülkeye ve o ülkenin hak ve hakîkate âşina insanlarına ulaştırmak istiyorum: “Yapma Türkiye, etme Türkiye! Yeryüzünün bu en kıymetli cevherini yaban ellere atma, al başına tâc et Türkiye!” Furkan S Yılmaz |