๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 04 Aralık 2010, 16:24:43



Konu Başlığı: Sanata savaş ya da umutsuz savaş
Gönderen: Sümeyye üzerinde 04 Aralık 2010, 16:24:43
Sanata Savaş ya da Umutsuz Savaş


Varsın, “… Sanırım dünyada en umutsuz savaş; ozanlara, sanatçılara, yazarlara karşı sürdürülendir” sözü naklediledursun. Savaşın umutsuz oluşu, sanatçının haklılığından değil tabii. İmkânların, iplerin sanatçının elinde oluşundan. Sanat ve sanatçının, ozan ve yazarın şuurları etkilemeyi, insanları kandırmayı becermesinden bence. Bu kuvvet dengesizliğidir sanatçıya savaşı kazandıran. Haksız galibiyet yani.
Sanat hakkında o kadar çok şey söylenmiş ki; insan bir kapılıverdi mi içinden çıkılmaz bir boşlukta bulabilir kendini. Bu güne kadar birbirini nakzedegelmiş, birbirlerinin eksiğini tamamlamaya kalkmış, bu işle uğraşanlar. Sanat hakkındaki kuramların; kader, akıl ya da ruh için getirilen tanımlardan daha isabetli olacağını sanmıyorum. Akıl ya da ruh için ortaya konan kuramla aklın ve ruhun gerçeğine yaklaşıldığından çok değildir sanat için yapılan kuramlarla sanata yaklaşım. Fakat bir vakıa, bir eylemin, bir oluşun adı… Böyle olunca da sanat için küçük farklılıklarla yapılan birçok tanıma bir yenisini eklemek amacından vazgeçiyor insan. Bu işin güçlüğünü sezenler sanatın ne olduğu yerine, işlevi konusuna ağırlık vermişlerdir.
Bizim yapmak istediğimiz de bir savaştan çok, yapılan tanımlardan bağımsız bakma çabasıdır sanata… Bir irdeleme yani.
Sanat gibi girift bir konuda söz söylerken düşülmesi neredeyse zorunlu olan açmazlara, çelişkilere düşebileceğimi de peşinen kabul ediyorum. Bu çelişkili düşünceler içerisinden işimize yarayanı alarak, sanat denilen efsunlu kavrama yeni bir yaklaşım getiremez miyiz acaba?
Bir sanat eseri ortaya koymayanlara söz hakkı tanımayanlar çıkabilir. Peki, ama bu işin üstesinden gelenler sanat kapsamı hakkında itiraz edilemez bir tanım getirebilirler mi acaba? Bu başarılamıyorsa ya onlar da bizim kadar yetkisizdir, ya da biz onlar kadar salahiyetli olmalıyız? Koca bir ömrü sanat ve edebiyat çalışmaları ile heba etmiş, uzun yıllar ‘Varlık Dergisi’nin sahipliğini yapmış olan Yaşar Nabi’yi bu konuda biraz yetkili sayarsak “… Ölçüye tartıya gelmez bu iş. Tarifi bile yapılamıyor” sözünden bu işin bilinecek bir şey olmadığı ortaya çıkmaz mı?
Bana kalırsa yazı ilk zamanlarda olduğu gibi zaruri bir iletişim aracı olarak yerini almalı tekrar. Yazarın yazması, okurun okuması zevk almak için bir tatmin vasıtası olmamalı. Olmamalı ki bu kadar önemli bir araç bilinen doğruları aktarabilsin. Zanları, hayal ve hevesleri değil. Müslüman olarak konuşur ya da yazarken bir amacımız olmalı. Karşımızdakilere bir şeyler ulaştırma amacını taşımalıyız. Bu şeyin özünü de vahyi hakikat oluşturmalıdır. Oysa genellikle sanatkâr denilen kimilerinin böyle belirli bir amaçlarının olduğunu sanmıyorum. Bakınız 20. yüzyılda Fransa'nın yetiştirdiği en büyük ressam ve heykeltıraşlardan biri olan Jean Dubuffet ne diyor: “Özünde sanat, nahoş, faydasız, anti sosyal, tehlikelidir. Böyle değilse yalandır, mankendir.” Onlar yalnızca yazamadan edemedikleri, içlerine doğanı aktarmak için duydukları karşı konulmaz isteklerini doyurmak için yazıyorlar bence.
Çoğunlukla sanat yapıyorum diye ya hakikatten uzak şeylerden bahsedilmekte. Ya da değinilen bir nebze hakikat, çekilen sanat gayretinin içinde kaybolup gitmektedir. Böylece en sanatkârane yazılar bile akıllarda işe yarar bir iz bırakamıyor. Çünkü İtalyan ressam Alberto Giacometti’nin belirttiği gibi; “Mümkün olmayanı araştırma ve hayatın özünü kavramak için ümitsiz teşebbüs” oluşunun nedeni, yazarın yazarken anlatmak istediği manayı ‘en anlaşılabilir şekilde nasıl yazayım’dan çok, ‘yazımı nasıl süslersem adam yerine konurum’ endişesidir herhalde.
İslam dışı çevreler için süslü bir anlatım tarzı gerekebilir. Sunmak istedikleri sapık dünya görüşlerini tabiatı itibariyle güzeli seven insanlara sevdirebilmek için boyayarak, cilalayarak sunmak zorunda olabilirler. Tıpkı şeytanın yaptığı gibi: “Hani şeytan onlara yaptıklarını güzel gösterdi…”1 ,“…Şeytan, kendilerine yaptıklarını süslü göstermiş…”2Zamanla bakırı çıkacak altın kaplama bir madalyon olarak sunulmamalı insanlara verilmek istenen; verilecek şey en yalın, en saf, en net şekilde verilmeli ki, kısa zamanda boyası dökülüp alttan karası çıkmasın. İnsanlar düş kırıklığına uğramasın. Üstelik İslam Allah’ın boyasıdır. Boyası Allah’tan daha güzel olan kimdir. İslam’ı allayıp pullayıp satmaya kalkarsak, alıcı bulma şansımız bir Tolstoy’dan daha fazla olmayacaktır. Kur’an gibi bir harikanın, harikalığına inanmanın gereğidir onu olduğu gibi açık ve yalın anlatmak.
Sanatkâr ruhlu olmaktan ya da olmamaktan değil, İslam’ı ruhumuza sindirip sindiremediğimizden çekileceğizdir hesaba.
Gözden ırak tutulmaması gereken bir husus da: “Sanatın düşünce ufkunu açarak zihni faaliyetleri hızlandıracağı, böylece insanların İslam’ı daha bir üst düzeyde kavramalarına yardımcı olacağı, sanatkâr ruhlu insanların İslam’ı daha bir başka algılayacakları” iddiasıdır.
Burada biraz durup düşünmek gerekiyor. Bugün ve geçmişte sanata meyli olmayan insanların İslam’ı bir sanatkâr kadar hatta bazen daha bir saf anladıkları ve hayatlarına daha çok yansıttıklarını görmek mümkündür. Bunun yanı sıra kafası karışık sanatkârların Kur’an’a daha güç yaklaşabildikleri O’nu anlamakta zorluk çektikleri ve İslam’ın hayatlarına pek de yansımadığı bir gerçektir. Ümmi bir çobanın Kur’ani emirleri algılayışı bir sanatçıdan çok daha net, çok daha berrak olabilir. Sanatçı İslam’ı daha bir üst düzeyde algılamak hevesiyle bazı hayallerini de katacaktır. Bu yüzden genellikle içerisinden çıkılamayan İslam-felsefe sentezinin doğumu başlayacaktır ki hoş değil.
Kimi sanatkârlardan, İslam’a razı olduğunu söyleyenlerin dindeki ihlâsları, İslam’ı anlayışlarındaki sisli, karmaşık zihin yapısı ile sanatla doğrudan bağ kurmamış kardeşlerimin hayatlarındaki sadelik, düşüncelerindeki berraklık birçok sanatkârın imrenmesi, ulaşması gereken bir erdemdir.
Gerçi bazı konuları, bazı kimselerin kavraması, bazı kimselere oranla daha çabuk olabiliyor bazen. Bu, onların o konuyla daha çok ilgilenmeleri, o konu üzerinde daha çok kafa yormaları, daha çok bilgi sahibi olmaları ya da kıvrak bir zekâdan kaynaklanıyor olabilir. Bütün bunlar İslam açısından bir rüçhaniyetin sebebi değildir. Vasat akıl sahiplerine hitab eden Kur’an kendisinin kavranması için insanları aceleye zorlamadan yeteri kadar zaman vermektedir. Bunun için bir çobanın meseleyi bir sanatkârdan biraz daha geç intikal edişi fazilet kaybına, cins kafalı (!) sanatçının da erdemli olmasına sebep olmayacaktır. Müslümanlar, sanatçıları, kâfir toplumlarda olduğu gibi ilahlaştırmak bir yana, Kur’an gibi bir şaheserle karşılaştırarak onların acziyetlerini görme olanağına sahiptirler. Necip fazıl Çile şiirinde bu hakikati şöyle dile getirmektedir:
 
“Ver cüceye, onun olsun şairlik,
Şimdi gözüm, büyük sanatkârlıkta”
 
Bize düşen, nasıl ki bir zanaatkârı eseriyle değil takvası ile değerlendirmekse; bir sanatçıya da şiiri, romanı, resmi ile değil dindeki samimiyeti oranında değer vermek olmalı. Zaten başı kalabalık, yükü ağır olan Müslümanlara bir de kimi sanatkâr takımının akılları bulandıran, yolu uzatan, kasıntılı söz ve davranışlarını yüklemek, davadan uzaklaştırıcı bir meşgale sayılmalıdır.     
Bütün bir ömrü sırf sanat uğuna heder etmeye değer mi? Ne sanatı ne de bir başka şeyi hedef edinmemeliyiz Allah’ın rızası dışında. İyi bir sanatçıdan öte, iyi bir Müslüman olmaktır görevimiz. İyi bir sanatçı olma amacı da iyi bir Müslüman olmayı engellememeli. Şairlerin, tek dayanak kabul ettikleri, Resulullah’ın mahiyetindeki birkaç şairin yaptığı, zamanın müşrik şairlerine misillemede bulunmaktan başka bir şey değildi.
Sanatın, herkesin başaramayacağı, istenmeyle, zorlanmayla elde olunamayacak bir kurgu gücü olduğu iddialarını benimsiyorum. Sanatkârlık, zihinsel yeteneklerimizden birinin lüzumundan fazla gelişmesi sonucunda ortaya çıkıyor olmalı. Bir hüner belki ama hiçbir zaman yalnız başına bir erdem değil. Ayrıca bir trapezcinin salıncaklar üzerindeki akıl almaz cambazlıklarının çok daha güç bir hüner olduğuna da inanıyorum. Trapezle sanat arasındaki seçme de Müslüman’ın zevkine kalmış bir şeydir. Üstelik bazı edebiyat kuramlarının doğruluğunu varsayarsak, sanatçının işi hiçte zor olmamalı. O, kendisine nereden geldiği bilinmeyen bazı imgeleri kâğıda, söze, renge dönüştürmek için kalem veya fırça tutan bir aletten öte değil.
Her devirde olduğu gibi bugün de sanatla tanışmamış birçok Müslüman vardır. Bunu sanatın, imanın bir şartı olduğu şeklindeki saçma bir düşünce ortaya çıksın diye söylemiyorum kuşkusuz. Allah’ın kullarını sanatla olan ilgisi oranında “adam yerine koymak ya da koymamak” gibi sınıflandırmalara tabi tutan haddini bilmezleri uyarmak için söylüyorum.
Freud’un sanat kuramında sözünü ettiği “Sanatçı da bir ruh hastasına yakındır…” düşüncesine katıldığım çok olmuştur. Ayrıca Anton Çehov “Sıkıcı Bir Öykü”sünde kahramanı Mihail Fyodoroviç’i “Bilim ile sanatın, tarımdan da, ticaretten de, zanaattan da yüce olduğu kör inancı yaşamaktadır toplumda. Bizim takım bu kör inançtan yararlanarak sürdürmektedir yaşamını. Yıkmaya çalışır mıyım hiç böylesine yararlı bir kör inancı…” şeklinde konuştururken, sanat ve sanatçının toplumda yer bulabilmesinin gizemini vermiyor mu? Yine Cemil Sena bu konuda benzer bir yaklaşımda bulunmaktadır: “Bilimle kendini kandıramayan insan, sanat alanında mutlu olacağını zannettiği zamanda bile, unutmaya çalıştığı türlü ıstıraplarının gittikçe daha derinleştiğini hissetti. Bu algı, oyuncak değiştirmekle biraz daha eğlenebilen bir çocuk gibi, sanatçıyı çeşit çeşit prensip ve ülkülere bağladı… Birinden bıkınca ötekine atlayan sanatçı, daima yenilik ardından koştuğunu ve yeni bir zevk arayıp yarattığını hayal ederek, eski oyuncaklarının parçalarını, yeniden kırılacak olan oyuncaklarla karıştırıp eğlenen bir şımarık çocuk oldu.”
 Sanatçının toplumu yönlendirmesi meselesi de düş görme yeteneği gelişkin sanatçının gördüğü düşlerden bir başkası olmalı. Sanat; içinde büyük oranda düş taşıyorsa, toplumu hayallerden çok içinde yaşadığı gerçekler ve gerçekçiler yönlendirir. “Gerçekleri kabullenemeyen insanların en büyük yardımcısıdır sanat. Sanat bir bakıma gözbağıdır, gerçekleri görmemizi engelleyen bir perdedir. Ya da gerçekleri olduğu gibi göstermeyen bir maske. Vicdanımızı susturup kendimizi kandırmamıza yardımcı olan bir enstrüman.” Tarihin hangi döneminde sanat ve sanatçı insan topluluklarında köklü bir yönelişin, esaslı bir değişikliğin tek etkeni olmuştur? Sanatçı, Yaşar Nabi’nin ifadesiyle “Uyanık düş gören adamdır.” Düşlerle de toplum yönlendirilemez.
Sanatın önemi ve yüceliğini savunanlar da ancak onun büyülü girdabına girenlerin vehimlerinden başka bir şey değildir. Sanat, duyguları coşturarak insanların akıl yerine duygularla hareket etmeleri gibi sakıncalar doğurabilir. Dizginlenmesi gereken duygulara dizginlerin kaptırılması da diyebiliriz. Oysa bu hâkimiyet, duygularında tatmin olacağı, vahyin peşine düşen salim akla verilmelidir.
İnsanları coşturarak, dolduruşa getirerek sürüklüyorsak bir yerlere, bir şeylere, bu coşku ile yapılan işlerin İslam açısından değer taşıyacağı şüphelidir. M. İkbal’in; “Bir şairin nefis bir şiir yazması mümkündür. Ama yine de bu şiirle toplumu cehenneme sürüklemesi de mümkündür”3 şeklindeki ifadeleri bu kanaatimizi teyid etmektedir. Ancak akılla, bilerek, düşünerek, duyguların etkisi altında kalmadan, vahyi ölçü edinerek yapılan salim ve serinkanlı tavırlar değerli olmalı.
Tolstoy “Duygu anlatımını başarabilen her eser sanat eseridir.” derken, bir başkası kalkıp ”sanatın meydana gelişi her zaman imgelerle değildir.” Akılla, düşünceyle, matematiksel olabilir, diyebiliyor.
Bütün bu sebeplerle, “sanatın gereksizliğini savunmak abestir. Her anlatımın bir sanat yanı vardır.” Sözleri bana pek makul görünmüyor. O zaman tüm insanları sanatçı, tüm anlatımları sanatlı saymak gerekecektir.
Tefekkür ve sanat birbirine karıştırılmaması gereken iki şey. Tefekkür; salim aklın dikkatle tabiat ve hadiseleri değerlendirme çabasının adıdır denebilir. Oysa sanat; bir hayal, bir düş, bir gerçek dışılık, bir uydurma, bir taklit, bir kopya işidir. Ne taraftan bakılsa gerçekten uzaklaşış.
Baştan beri gönlüm razı olmamıştır İslam’ın, tiyatro sahnelerinden bir ucube gibi insanlara seyrettirilmesine. Bir sanat eseri olarak hikâye kitaplarına girmesine. Romanlara konu olmasına. Yaşanır olsun, sahnede değil arz üzerinde can bulsun istemişimdir hep. İnsanlara masal anlatır gibi anlatılmasın, şiirlere fon, duygu, heyecan ve eğlencelere alet edilmesin istemişimdir. İslam yeryüzünde, cephede, sokakta, evlerde sergilenmeli insanlara. Sanat olarak değil gerçeğin kendisi olarak.
Kur’an’ın o kalbi titreten, tüyler ürperten, azap endişesiyle dizlerin bağını çözen, mutluluğu elle tutulacak kadar somutlaştıran hangi sanat eseridir? Dostoyevski’nin “Delikanlı”sı mı? Gogol’un “Ölü Canlar”ı mı? Çehov’un “Çukurda”sı mı? Shakespeare’in “Hamlet”i mi? Hayır, hayır. Bunların etkilerinin en yoğun olduğu bir anda bile, birer hayal mahsulü, gerçek dışı, bir resim, bir temenniden öte olmadığını hatırlamakla insan, silkinip katı hayatla baş başa bulur kendini. Hâlbuki Kur’an gibi bir şaheser insanı hiçbir sanatçının beceremeyeceği ölçüde yoğun etki altına aldıktan sonra silkinip bir başka hayata geçmesine imkân tanımaz. Tam tersine böyle bir silkiniş sizi çepeçevre sarmış olan mana dolu ayetlerin kucağına yani gerçeğe daha bir iter. Çünkü o bir roman, bir şiir, sinema ya da radyofonik piyes değildir. O; hayal, düzmece, evvelkilerin uydura geldiği bir masal da değildir. Hayalden silkinerek kurtulmak, insanı hayatın katı gerçekleriyle yüz yüze getirir. Ya gerçekten kaçmaya çalışırsa, insan hayale dalmaktan başka ne yol bulabilir? Biz Kur’an’ı okumamış, dinlememiş, anlamamış isek gereğince. O’nun erişilmez mana ve üslup birliğini sezememişsek, Kimi sanatçıların ipe sapa gelmez saçmalarıyla avunmaktan başka çaremiz yoktur.
Sanatla zihnimizi geliştirecek, düşünce ufkumuzu açacakmışız(!) Soralım o zaman, Hz. Ömer kaç roman, okumuştu? Sanat dallarından hangisiyle ilgilenmişti? Dar mıydı düşünce ufku? Kaya gibi sert olan o mizacı ‘Taha Suresi’nden başka hangi sanat eseri yumuşatabilirdi? Resulü öldürmeye giden katı kalpli o insanın, kurumuş göz pınarlarını yeniden kaynatan, ayetlerin alt alta dizilişiydi yalnızca.
Bir de zamanın şairlerine, üstad olan Muğire oğlu Velid’i dinleyelim: “O’nun hakkında (Kur’an) ne diyeyim? Alah’a yemin ederim ki sizden hiç biriniz şiiri, onun vezinlerini ve nazım türlerini benden daha iyi bilemez. Cinlerin ilham ettiği mısraları seçemez. Allah’a yemin olsun ki O’nun söyledikleri bunlardan hiç birine benzemiyor. Vallahi O’nun söylediklerinin apayrı bir tadı ve cazibesi var. Doğruyu söylemek gerekirse O, kendinin altındakileri bütünüyle eziyor ve hepsinden üste çıkıyor! Hiç biri O’nun üstüne çıkmayı başaramıyor.” İşte size sanatsız, katı ve kuru sayılan bir ruh Hz. Ömer. Bir de sanatla ufuklarını açmış, döneminin büyük şairi Velid oğlu Muğire. Hangisinin zihni gelişmiş dersiniz? Hangisi İslam’ı daha bir üst seviyede anlamış? “Kendilerine verdiğimiz kitabı gereğince okuyanlar var ya, işte onlar O’na inanırlar.” (2/121)
Sevinç ve üzüntülerin uç noktalara kaydırılması hayat boyu sık sık düş kırıklığına uğramak, ye’se düşmek için sebep sayılabilir. Hayatın omuzlara yüklediği ağır yükü anormal hassasiyetlerle değil, hiçte katılık sayılmayacak vahyin öncülüğündeki vasat bir akılla göğüslemek, gerçekçi olmak açısından Müslüman olarak asıl tavrımız olmalı. “Katı gerçekliklerin üstesinden gelebilme marifeti ve ustalığı göstermektir hayatı yaşanılır kılan, değerli kılan.”4   
Sanatsız hayatı kuru ve tatsız bulmamız, İslam’ın öngördüğü mücadeleli, hareketli bir hayatı göze alamadığımızdan değil midir? O zaman elbette sanatsız hayat tatsız, renksiz bulunacaktır.
Zindanda, işkence odasında, cephede ölümle burun buruna gelen bir insanı ya da kanserli bir hastayı veya akşam olduğunda çoluğuna çocuğuna bir ekmek götürecek parası olmayan adamı, Kur’an’dan başka hangi kitap, sanat eseri, roman ya da şiir veya Picasso’nun hangi tablosu teselli edebilir?   
Üzerine taşlar yığılarak işkence edilen Habeşli Bilal’e (ra) bir romandan pasajlar, bir şiirden birkaç dize fısıldansaydı ne yararı olurdu? Hayattan bu kadar kopuk, sanat... Realiteden bu kadar uzak... Pamuk şekeri gibi, ateşe yakın kar gibi… Bir avuntu…
Sanatçıya ‘ince eleyip sık dokuyan adam’ diyebiliriz. Sanatı, Berna Moran’ın (Edebiyat Kuramları isimli kitabında) dile getirdiği gibi ‘Yansıtma’ sayarsak: gerçeği doğrudan görmek mümkün iken ne diye aynadan yansıyan hayaliyle seyredelim dünyayı.
Kur’an’ın nazil oluşundan sonra, sanatın Müslümanlar arasında uzun süreli bir duraklama göstermiş olduğu gerçeğini Muhammed Kutub (İslam Düşüncesinde Sanat isimli kitabında) her ne kadar doğru tespit etmişse de. Bunun izahını yaparken yanılıyor bence, “Yeni bir düşünce sistemi üzerine sanatın inşa edilmesi için belirli bir zaman geçmesi gerekiyordu” diyor Muhammed Kutub mealen. Oysa benim kanaatim; şair Muğire oğlu Velid’in dediği gibi ‘beşeri aciz bırakması, insan tasavvurunun o şaheser karşısında sönük kalışı ve de o büyük insanların ferasetleriyle sanatın gerçek hayattan kopuk ve uzak olduğunu anlamalarından, böyle bir dışlama olmuştur. Marksist kuramda olduğu gibi sanatı ekonomik yapıya bağlamak, toplumsal gerçekleri yansıtmak, hâsılı sanatı davaya hizmetçi kılmak düşüncesi de pek sıcak görünmüyor insana. Gerçi Müslümanlar arasında yaygınlaşmış sanat anlayışı genellikle bu çizgide. Ne var ki bu anlayışla bile pek bir yerlere varılmış değil.
Bakınız Nurullah Ataç ne diyor ‘Kavramlar ve Boyutları’ isimli kitapta: “Beni duygularımdan yakalamaya kalkışan sanat yapıtları, içimde bir korku, bir çekingenlik uyandırır. Beni aldatmak, kandırmak istiyor derim. Gerçekten güzel olsa, güzelliğine inansa, aldatmaya kalkar mı hiç? Bende duyguları işletmeye, onlar sayesinde beni coşturmaya özenmez, çırçıplak çıkar önüme…”
İşte bu yüzden Allah’ın sanatı çırılçıplak çıkar insanın önüne. Makyaja, maskeye ihtiyaç duymadan… Çünkü o güzeldir, erişilmezdir, şaheserdir, eşsizdir.
O halde; ‘ben de yaratırım’ vehmine kapılarak yaratıcıyla yarışma yerine Sani-i Hâkiki’nin eserini temaşa ederek onu takdis ve tenzih etmek gerekmez mi? Zira varlık âlemindeki hakiki sanat, kendini sanatçı sananlara haddini bildirmeye yeter.

 
 
Dipnot:
 
1 Enfal, 8/48
2 Neml, 27/24
3 İkbal Muhammed, İslam Düşüncesi, s. 194
4 İkbal Muhammed, İslam Düşüncesi, s. 196


Şevki Dadai