๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 22 Kasım 2010, 14:53:33



Konu Başlığı: Sana göre bana göre İslam
Gönderen: Sümeyye üzerinde 22 Kasım 2010, 14:53:33
“Sana Göre Bana Göre İslam”

 

Vejdi Bilgin

 

Günlük hayattaki çeşitli diyaloglarda sık sık bu kelimelerle başlayan cümleler duyarız: “Sana göre öyle olabilir ama ben bunu kabul etmiyorum,” denilir ve “Bana göre…” diye yeni bir cümleye başlanır. Herkes kendisine göre fikir yürütmekte serbest olduğunu düşünür ve karşıdakinden saygı bekler. Adeta herkes bir filozoftur ve eğitim-öğretim seviyesinin düşük olduğu, entelektüel-edebî nitelikli yayınların bu kadar az satıldığı bir ülkede beylik laflar edilir. Şehir planlamasından ekonomiye, siyasetten eğitime, hatta mukaddes bir konu olan dine kadar hemen her konuda o kadar hüküm dolu ve kendince doğru sözler duyarsınız ki geçmiş yıllara ait bir reklâm filmindeki taksi şoförü gibi söylenmeden duramazsınız: “Bir şeyi de bilmeyin kardeşim!”

Burada reklâma yaptığımız atıf kasıtlıdır zira bu her şeyi bilmiş tavır, bu sureta özgüven ve “birey” olma çabası tarihî ve entelektüel hiçbir kökene dayanmaz. Geçmişte “kulaktan dolma” olarak isimlendirilen şimdilerde ise çoğunlukla “medyadan duyma” diyebileceğimiz bir bilgilenmedir karşı karşıya kaldığımız. Ama medyayı hemen günah keçisi yapıvermek toplumsal bir olguyu sağlıklı değerlendirmemizi de engeller.

 

Artan Görelilik

Daha özelde konumuza odaklanacak olursak; her şeyden önce, toplumumuzda dinin kişilere ve gruplara göre göreceliğinden söz edebilir miyiz sorusunu sormamız gerekir. Sorumuzu geliştirecek olursak, İslam bireysel ve toplumsal anlamda otoritesini yitirmiş ve düşünsel ve pratik açıdan görecelik kazanmış bir din haline mi gelmiştir? Bu soruya “evet” demek kolay olmadığı gibi tamamen anlamsız bulup reddetmek de mümkün değildir. Din hala toplum için önemli bir değer ve toplumsal yapı üzerinde bir otorite olmakla birlikte görelilik yüklü bir yaklaşım tarzı artma eğilimindedir. Dine karşı tamamen olumsuz bir tutum içinde olanları konumuz dışında tutacak olursak bu göreli yaklaşımı iki kategori olarak incelememiz mümkündür:

Bir tarafta bireysel ve toplumsal hayatta dine referansta bulunma hususunda lakayt davranan ya da o anki duruma göre hareket eden bir sosyal kategori vardır. Bu kişiler dini psiko-sosyal açıdan gerektiği zaman başvurulabilecek bir ihtiyaç olarak görürler. Onlar için önemli olan dinin gerçekte ne olduğu değil, kendi ihtiyaçlarına ne şekilde cevap verebildiğidir. Diğer tarafta ise dini temel bir otorite olarak kabul edip günlük davranışlarında bir referans olarak kabul eden bir sosyal kategoriden bahsedebiliriz. Yapılan pek çok araştırmaya göre toplumumuzun büyük kısmını oluşturan bu sosyal kategori dindarlığın inanç ve uygulama boyutuyla kendini gösterdiği nüfusu oluşturur (Çarkoğlu, Toprak, 2000: 45-47). Ancak kanaatimizce bu “dindar” kategori içinde de dine göreli yaklaşan bir alt kategoriden bahsedebiliriz. Bu insanlar dinî pratikleri ellerinden geldiğince yapmaya çalışırlar fakat gittikçe detaylanan ve toplumsal hayatta uygulama imkânı açısından çatışma görülebilecek bazı alanlarda kendilerince yorum ararlar. Öyleyse dini göreli olarak yorumlama potansiyelinin dindarlık düzeyi yüksek kişilerden düşük kişilere kadar pek çok kimsede var olduğunu söyleyebiliriz.

 

Otoritenin Reddi

Özellikle günümüzün bu göreli yaklaşımının sebeplerine geçmeden önce genel bir kaide olarak şu hususu belirtmek gerekir ki, İslam’ı anlama ve uygulama konusunda herhangi bir kimse ya da sınıfa imtiyaz tanınmış değildir. İslam’ın din anlayışında, mükellef olan herkes aynı zamanda kendi çaba ve gayretleriyle dinini kavrayabilir, yorumlayabilir ve uygulayabilir. Bir ruhban sınıfı yoktur veyahut herhangi bir dinî grup ya da toplumsal kategori bu hakkı elinde bulundurduğunu iddia edemez. İslam ne bir müfessirin ne bir müçtehidin ne de bir mezhep ya da tarikatın anlayış ve uygulamasına hasredilemez. Ancak bu hiçbir zaman dinî ilimler konusunda yeterli öğrenim görmemiş kimselerin herhangi bir konuda rahatça hüküm verebilecekleri anlamına da gelmez. Çok doğal olarak, her uzmanlık alanında olduğu gibi İslam konusunda da ancak üst düzeyde ilim tahsil etmiş kişiler söz söylemelidir.

İslam hakkında günümüz Türkiye’sinde artma eğilimi gösteren görelilik de bu temel ilkenin göz ardı edilmesinden ivme kazanıyor. İnsanlar mühendislik, tıp, hukuk gibi üst düzeyde uzmanlık isteyen konularda kolay kolay söz söylemezken siyaset, ekonomi, spor gibi rahatlıkla fikir belirtebilecekleri konuların içine dini de dâhil ediyorlar. Burada ciddi bir otorite probleminden söz etmek uygun olur. Kişi artık kendini –hiçbir mesnede dayanmaksızın ve farkında da olmaksızın- bir otorite gibi görür. Yalın bir yaklaşımla herkesin üzerinde fikir yürüttüğü bir konuda akıl sahibi bir varlık, hatta bir birey olarak kendisinin de rahatlıkla düşüncelerini serdedebileceğini zanneder. Birey olma ve kendinden bir başka şeyi otorite kabul etme uzlaşması zor iki konudur. Modern bireyin oluşumunda Aydınlanma düşüncesinin esas rolü oynadığını biliyoruz. Kant’ın deyimiyle Aydınlanma, “İnsanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır.” (Kant, 1984: 211) Buna göre artık insan kendi aklının önderliğinde yeni bir dünya kuracaktır. Aydınlanma felsefesinin asıl ilgisi kültür dünyasıdır. Toplumsal yapıyı oluşturan bütün sosyal kurumlar, din kurumu da dâhil olmak üzere insan aklı tarafından yeniden inşa edilmelidir diye düşünülür. Bir başka ifadeyle bu Tanrı merkezli değil birey merkezli bir dünya kurma çabasıdır. Şüphesiz mutlak aydınlanma kendi filozoflarına göre de bir idealdir; bütün toplumlar bunu gerçekleştiremeyeceği gibi tek tek her fert de bu konuda başarılı olamaz. Avrupa’da “birey”in yükselişinde bu entelektüel temeli aramamız gerekir. Ancak Türkiye gibi ülkelerde hala bir “birey”den bahsetmek mümkün olmadığına göre, bireye mahsus bu söylem nereden kaynaklanıyor?

Türkiye’nin 150 yıllık modernleşme çabaları beraberinde pek çok değer krizini getirdi. Tanzimat ve Islahat Fermanları, Meşrutiyet dönemi, Cumhuriyet’in kuruluşu, Menderes dönemi ve sonrası, nihayetinde de Özal dönemi farklı siyasî, ekonomik ve kültürel politikaların uygulanmaya çalışıldığı keskin çizgileri ifade eder. Kanaatimizce politikaların toplumu bir anda değiştirmesi mümkün değildir; radikal kararlar bile ancak çok uzun bir zaman süreci içinde toplumsal yapı tarafından kabul edilir. Yani toplum pek çok ve bazen de birbiriyle çatışan farklı etmenlerin müdahalesine maruz kalırken kendi toplumsal hayatına devam eder. Bu hayat toplumsal aktörlerin hepsinin etkisinin olduğu ama neticede belki de hiç birinin kendi arzusunu tam olarak yansıtmayan bir tarzdır. Toplumsal akışkanlık adını verdiğimiz bu süreçte ani kırılmalar kısa dönem içinde görülmez. Dolayısıyla günümüz Türkiye’sindeki din anlayışının veya daha doğru bir ifadeyle din anlayışındaki değişimin izleri Osmanlı Devleti’nin son yüzyılına kadar götürülebilir. Bu uzun süreçteki son önemli devre şüphesiz 80’li yıllardan sonraki liberal ekonomik politikalar ve beraberinde gelen hayat tarzıdır. Kısa bir sürede daha fazla para kazanmanın önünün açıldığı, geçim ve hayat standardının yükseldiği ancak artan refahın toplumsal katmanlara eşit dağılımının başarılı olamadığı ve dolayısıyla sosyal sınıflar arasındaki farkın daha da açıldığı bu dönem ülkemizdeki son büyük değer krizini ifade eder. Hayat maddi değerler merkezinde daha fazla yoğunlaşınca yoksunluğu ve kederi paylaşma duyguları zayıfladı. Gelişen ekonomik imkânlara rağmen iş sahibi olmanın ve geçinmenin daha da zorlaştığı bu dönemde insanlar daha fazla kendilerini düşünür oldular. Bu sürece eşlik eden kendi hayatını yaşama, toplumsal yaptırımlardan kurtulma, özgür olma, düşünceyi rahatlıkla ifade edebilme gibi popüler söylemler insanların düşünme biçimini de etkiledi. Bu söylemler toplumsal yapının bütün kurumlarını içine aldığı gibi dini de içine almaya başladı. Neticede din hakkında rahatlıkla söz söyleyebilen insanların sayısında bir artış görülür oldu.

 

Dinî Tartışmaların İfşaı

Söz konusu sürece eşlik eden birkaç olgu daha vardır. Din birey üzerindeki gücünü bir taraftan inanç öğelerinden alırken diğer taraftan bilgi olarak derinliğinden, bir başka ifadeyle karmaşıklığından ve herkes tarafından bilinmemesinden alır. Aynı şey örneğin hukuk ve tıp için de geçerlidir. Sade bir mümin bu bilgileri dinde uzman, yani âlim kimselerin bildiğini, onlara sormadan herhangi bir konuda fikir yürütmenin yanlış olacağını düşünür. Dolayısıyla, her ne kadar yukarıda genel bir ilke olarak İslam’da dini anlama ve uygulama konusunda herhangi bir imtiyazlı sınıfın olmadığını söyledik ise de toplumsal hayatın realitesinde dini iyi bilen küçük bir seçkin sınıfın ve kısmî bilgiye sahip olup seçkin sınıfla geniş halk yığınları arasında aracılık görevi yapan biraz daha kalabalık bir sınıfın varlığından bahsedebiliriz. Bu seçkin sınıf dinî anlamdaki pek çok tartışmalı veya anlaşılması zor konuları halk önünde tartışmaz. Zira sade bir müminin istediği amel ile ilgili bir hususta anlayabileceği ve uygulayabileceği bir fetvadır; pek çok fıkhî görüş arasından bir tercih yapma arzusu değil. 90’lı yıllarda Türkiye’de kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması ve özellikle radyo-televizyon gibi herkese ulaşan medyanın özelleşmesiyle birlikte, sadece entelektüel seçkin sınıfın ve kısmen de diğer sınıfın haberdar olduğu dinî konular geniş halk yığınları önünde tartışılmaya başlandı (Bilgin, 2003: 203-204). Daha önceki dönemde de dinî konular tartışılırdı ancak bunlar radyo ve televizyonlarda asla yer almadığı gibi, çok satılan gazete ve dergilere konu olmaz; sadece dindar camianın az satılan gazete ve dergilerinde yer bulurdu. Buradaki tartışmalar da o dinî grubun önderlerince kendilerine göre kesin bir sonuca bağlandığından dindar insanın içinde bir şüphe ya da tereddüt kalmazdı. Kitle iletişim araçlarında dinî konuların açıkça ve tartışmalı, bazen de magazinvari biçimde yer alması dinin derinliği ve din uzmanlarının otoritesi konusunda geniş halk yığınlarının bakışında belirli ölçüde etkili oldu. Yukarıda bahsettiğimiz popüler söylemlerin de etkisiyle insanlar bu konuda bir görüş bildirme hakkına sahip olduklarını daha rahat düşünmeye başladılar.

Burada ülkenin reel şartlarının da insanların bireysel olarak kanaat edinme ve tercih yapma süreçlerine etki ettiğini ayrıca belirtmemiz gerekir. Ticari hayatta kredi problemi, eğitim hayatında ya da devlet sektöründe kıyafet düzenlemeleri, gıdalarda şüpheli olduğu söylenen maddeler şeklinde günlük hayatta sürekli karşı karşıya gelinen problemlerde dindar kimse net ve uygulama kolaylığı olmayan dinî hükümlerle karşı karşıya kalınca artık kendisi bir kanaat getirmeye ve bu tercihini savunmaya başlar.

Burada “dinî hükümlerdeki netlik ve uygulama imkânı” vurgusu önemlidir. Türkiye’de dinî grupların çeşitliliği ve çokluğu, hiçbir dinî gruba mensup olmasalar bile din alanında uzman kişilerin çok farklı görüşlere sahip olması ve de gerek dinî grupların gerekse resmî örgütlenmenin dinin toplumsal hayatta pratiği konusunda izledikleri (uyumcul, aykırı, geleneğe bağlı, dini kaynağından öğrenmeye dayalı gibi) farklı stratejiler bazı dinî hükümlerin netlik kazanmasını engelleyen faktörler olarak zikredilmelidir. Herhalde içtihat döneminde yaşayan insanlar hariç tutulursa İslam tarihi boyunca hiçbir toplum bu kadar kendi içinde farklı bilgi, tutum ve davranışa sahip olmamıştır. Bu yapı, dinin aslında sade ve üzerinde hiçbir tartışmanın olmadığı bir alan olduğuna inanan müminin psikolojisini olumsuz etkiler.

Sözün özü; Türkiye’de din sadece belirli mahfillerde değil, kamuoyu önünde de en çok tartışılan konulardan biri haline geldi. Siyasetçilerden sivil toplum kuruluşlarına, hatta iktisadî gruplara kadar pek çok kişi ve kuruluş dini konuşuyor ve tartışıyor. Şüphesiz aynı zamanda din görevlileri, ilahiyatçı akademisyenler ve resmi görev ve unvanı olmayan din âlimleri de halka din konusunda bilgiler veriyorlar. Bu ortam içinde yukarıda bahsettiğimiz faktörlerin Türkiye’deki ortalama bir dindarın dine, dinî kurum ve otoritelere yaklaşımını büyük ölçüde değiştirdiğini henüz iddia edemeyiz. Ancak toplumumuzda birbiriyle çatışır gibi görünen dinî ve dünyevî değer ve uygulamaları içine alan bir transizyonel dindarlığın (Günay, 1999: 264) da yavaş yavaş önemli bir toplumsal kategori olarak yükseldiğini söyleyebiliriz.


Kaynakça:

Bilgin, Vejdi (2003). “Popüler Kültür ve Din: Dindarlığın Değişen Yüzü,” Uludağ Ünv. İlahiyat Fakültesi Dergisi. Cilt: 12. Sayı: 1.

Çarkoğlu, Ali, Binnaz Toprak (2000). Türkiye’de Din, Toplum ve Siyaset. İstanbul: TESEV Yayınları.

Kant, Immanuel (1984). Seçilmiş Yazılar. (Çev. N. Bozkurt). İstanbul: Remzi Kitabevi.

Günay, Ünver (1999). Erzurum ve Çevre Köylerinde Dinî Hayat. İstanbul: Erzurum Kitaplığı.

 

 

 

 

 

 

 

 


Konu Başlığı: Ynt: Sana göre bana göre İslam
Gönderen: Burcu 8D üzerinde 26 Mart 2014, 17:09:26
çok teşekkürler ödevime yardımcı oldunuz