๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 21 Kasım 2010, 15:35:50



Konu Başlığı: Şahadet eylem demektir
Gönderen: Sümeyye üzerinde 21 Kasım 2010, 15:35:50
Şahadet Eylem Demektir


Şahadet/şahitlik, yaşamın bütününü kapsayıcı özellikler/yükümlülükler getiren/doğuran bireysel bir eylemdir. “İlâh/ilâhlar bulunmadığına ve Ancak Yüce Allah’ın var olduğuna” bir ‘birey olarak’ inanır ve buna şahitliğimizi de ‘bireysel bir vurgu’ ile dile getiririz. Efendimiz Âleyhissalâtvesselâmın, adı güzel kendi güzel Muhammed’in Yüce Allah’ın “kulu ve elçisi” olduğu gerçeğine de yine bir “birey olarak” şahitlik ederiz.

Bu bireysel şahitliğimizden sonradır ki, ‘Allah inancı’ ve O’nun elçisinin kabulü gündemimize girmiş olur; biz bu bireysel şahitliğimizle “iman etmiş” oluruz. Ardında da kendimizi ve yaşamımızı bu inanç temeli üzerine kurgularız. Bu aşamadan sonra, her dem her şeye Şahit olan Yüce Allah ile birlikte O’nun Aziz Elçisi de bizim üzerimizde bir şahit olacaktır. 

Olay ‘genel/genelleme’ bağlamında irdelenirse, görülür ki, bu gelişme sürecinin başlangıcında ‘kişi’ olarak, eylem sahibi olan, seçimde bulunan bir ‘birey’ vardır. Onun şahitliğinin öncesinde ise, süreç bağlamında kimse/kimseler yoktur.  Birey, “Ben filâna göre şöyle şöyle inandım.” diye başlamaz işe. Doğrudan seçimini kendisi, ‘kendi olarak’ ve kendi başına, kendiliğinden yapar; tapınacağı Varlık’ı belirler, seçer, yaptığı bu seçimi için de şahitlikte bulunur.

Olayın akışı içinde kendisine öneride bulunan birileri bulunuyor olsa da gerçekte öncülük eden, yol gösteren biri/birileri yoktur. O birini/birilerini kendisi seçer, belirler ve bu belirlemesini de bir ‘şahit’ olarak, bir tür şahitlikle dile getirir. Ondan sonradır ki, ‘seçtiği’, her kim ise, kendisi için öncü olur, yol göstericiliğe başlamış bulunur. ‘Eylemin sahibi’, daha doğrusu süreci belirleyen/sonuçlandıran kişi öneride bulunan değil; önerileni benimseyen, özümseyen, ardından da özümleyen -ya da bunların tam tersine, dışlayan- kimsedir. Seçimi yapan önerinin sahibi değil de, öneriye olumlu yaklaşan/yaklaşmayan kimsedir; yani ‘birey’dir.

Bu şu demektir ki, olayda, ‘Öncü’nün kendi izleyicilerini seçmesi değil de, izleyicilerin öncüsünü seçmesi vardır. Öncünün yaptığı ancak kabule de redde de açık bir teklif/öneridir; o kadar.

Bu yüzden, birey, yaptığı seçimden ötürü kimseyi suçlayamaz ya da seçiminin sorumluluğunu bir başkasına yıkamaz. Tersine, yapmış bulunduğu seçimde tutarlı olduğu düşüncesiyle seçmiş bulunduğu kimseye/varlığa bağlanır ve bu bağlılığından ötürü bir yandan “o’na” saygı ve minnet duyarken, öte yandan da seçtiğinin buyruğu ve hoşnutluğu doğrultusunda inanmağa/davranmağa/yaşamağa başlar. Hesap gününde, ‘O büyük gün’de sorgulandıklarında kimilerinin “Biz öncülerimize uyduk..” diye mazeret beyanları, bu yüzdendir ki, geçerli görülmez ve seçiminde yanlış yapmış olanlar seçtikleriyle/öncüleriyle birlikte ateşe atılır.

Biz Müslümanların şahitliklerini ‘Kelime-i Şahadet’le ifade edişleri, aynı zamanda bir ‘ahitleşme’ olayıdır; Yaratıcı ile yapılan bir ahittir. Müslüman’ın ahdinin gereklerini yerine getirmesi, Yüce Allah’ın da ahdin gereğine göre yaratmada bulunmasına zemin hazırlar.

Şahitlik, iki noktaya vurgu ile gerçekleşir biçimsel bir ibare olan Kelime-i Şahadette: İlâhın/ilâhların değil de ancak Yüce Allah’ın varlığı ve de Efendimiz Âleyhissalâtvesselâmın O’nun Elçisi oluşu…

Efendimiz Âleyhissalâtvesselâmın ‘elçi’ olarak kabul edilmesi, haliyle, ‘elçinin getirdikleri’ni, ‘ilettiği mesaj’ı da onamak sonucunu doğurur. İşte bu noktada gündemimize ‘Kitap’ girmiş olur. “Kitap’, Elçi’nin aramızdan ayrılışından sonra da Onun iletisini görebileceğimiz, öğrenebileceğimiz ve izleyeceğimiz bir belge olarak, Kıyamete dek aramızda olacaktır.

Artık, biz Kitap’ın tanığıyızdır, Kitap da bizim tanığımız olmaktadır, ola duracaktır. Elçi’nin üzerimizdeki şahitliği, artık Kitap bağlamında sürecektir; Kitap ile… Çünkü ‘O Kitap’ Elçi tarafından bize bırakılmış olan yegâne/biricik emanettir. Kitap bizim güvenliğimize/güvenilirliğimize tevdi edilmiştir; bizim güvenliğimiz, inancımızın güvenliği de Kitap tarafından sağlanacaktır.

Artık ‘Öncü’, yani ‘İmam’ Yüce Kitap olmaktadır, olacaktır.

Bu iki yönlü bir imamettir.

Birinci yönde sonuçların sebeplerinin belirlenmesi açılımı vardır. Hem bireysel hem de kitlesel bağlamda Müslüman’ın uğradığı/karşılaştığı “belâların” nereden/neden kaynaklandığının sorgulanacağı açılım.. O’nu tövbeye, mağfiret dileğine, kendine çeki düzen vermeğe yönlendirici doğrultu yani…

İkinci yönde ise, ‘irşat’ vardır; aydınlatma, yön belirleme,  şahitliğin gereklerini öğretme… Bu, Müslüman’ın Müslümanlığının/Müslümanlaşmasının haritası diyebileceğimiz açılımdır.

‘İrşat’, yani rüşte eriştirme, olgunlaştırma, kemale erdirme; adam gibi adam haline getirme, gerçek insan olmanın özelliklerini/gereklerini gerçekleştirme.

Dolayısıyla hem sorunsuz yaşamanın yolları o ‘Kitap’tadır, hem de sorunları çözmenin yöntemleri.. Geçmiş dönemlere ilişkin kıssalar, özellikle, bu ikinci bağlam için aydınlatıcı, birincisi için de ipuçları taşıyıcıdır. 

Bu yüzden ‘Yüce Kitap’la emanet bağ ve bağlantısı içinde bulunan Müslüman, Yüce Allah’ın, Elçi’nin ve Kitap’ın şahitliği altında ümmetler arasında şahitlik yapmak konumundadır; dahası, zorundadır, böyle bir sorumluluğu vardır.

Bu konum ya da zorunluluk/sorumluluk ümmet içinden şu ya da bu kişiye ait bir sorun değil; bireysel bağlamda her Müslüman’ın başat meselesidir. Bu yüzden Müslüman’ın “Kimse yok mu?” diye seslenmek gibi bir hakkı ya da mazereti yoktur; çünkü ‘kendisi’ vardır. Şahit olmak, bunu gerektirmektedir. Şahit olduklarına katılımda bulunmak; şahit oldukları ile ilgili gerekli eylemleri bir “şahit” olarak yerine getirmek, gerçekleştirmek.

Mustazaflar/ezilmişler için “Kimse yok mu?” seslenişinin kapısının açık olmasına karşın, şahitliğinin ayırtında olan Müslüman’ın kendini bu konumda görmesinin şahitliğiyle bağdaşması mümkün olmadığından onun yapacağı şey “Ben varım!..” diyebilmektir.

Kurtarıcı beklemek değil, kurtarıcı olmak…

“Bir kişiyi öldüren bütün insanları öldürmüş gibidir; bir kişiyi yaşatan da bütün insanları yaşatmış gibi” ilkesini yaşayabildiğimizde gerçekten de kurtarıcının bizim kendimiz olduğunu ve üstelik böyle bir ödevimiz de bulunduğunu anlayacak ve ‘kurtarıcı’ aramak ve beklemekten kurtulabileceğiz.

Müslümanların kurtuluşları ancak bu yolla gerçekleşecektir.

O, bekleyen değil, bir Şahit olarak şahitliğini yaşayan kimsedir.

Ve, şahitlik başlangıçlarda “bireysel” bir eylemdir. Bireysel eylemler/eylemciler çoğalarak/çoğaldıkça şahitlik olayı da toplumsallaşır.   

Birilerinin gelip de insanlara önderlik etmesini beklemek değil, olaylara eylemleriyle öncülük ederken, belki süreç içinde, kendi arasından öncü ya da öncüler çıkarmak.

“De ki, ben Müslümanların ilkiyim!” buyruğu, sanırım, bu duruş ve tutumun gerekliliğini, zorunluluğunu anlamamız için yeterlidir. Her Müslüman “ilk” olmak, ilk gibi davranmak zorunda, vesselâm…

 
Zübeyir Yetik