๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 24 Kasım 2010, 18:18:30



Konu Başlığı: Sadrı islâma rücu
Gönderen: Sümeyye üzerinde 24 Kasım 2010, 18:18:30
“Sadrı İslâm’a Rücu”


Metin Önal Mengüşoğlu


“Eğer çiğnenmemek isterseler seylâb-ı eyyâma

                                                         Rücu etsinler artık Müslümanlar Sadr-ı İslâm’a”

                                                                                                                  Mehmed Akif


 Yukarıdaki başlık, hem dönemi hem de çevresi itibariyle, Mehmed Akif ve kendisi gibi düşünen çağdaşı Müslüman mütefekkirlerin temel tezlerini teşkil eder. Epigraf olarak alıntıladığımız beyitte ise Mehmed Akif bu tezini en açık ve net biçimde dile getirmektedir. Söylemek istediği şöyle özetlenebilir:  Müslümanlar zamanın savurucu rüzgârları, bitirici selleri önünde sürüklenip yok olmaktan kurtulmak istiyorlarsa, eğer bunda samimi iseler, bütün kültürel birikimlerine, alışkanlıklarına, folklorik eğilimlerine, mevcut uygulamalarına, kemikleşmiş itikatlarına aldırmaksızın yeniden İslâm’ın tamamlandığı Son Allah Resulünün model dönemine yüzlerini dönmeli, kendilerini o modele göre yeniden ciddî bir öz eleştiriye tabi tutmalıdırlar.

 

Mehmed Akif’in dönemine ve çevresine şöyle kısaca bakacak olursak, neler görürüz? Evvela o dönemde dünyanın ciddî,  siyasî krizler, büyük, kanlı savaşlar yaşadığı bilinmektedir. Hemen her kıtada olağanüstü sosyal, siyasî, itikadî, kültürel değişimler vardır. Son ve en büyük Müslüman topluluğun lideri konumundaki Osmanlı İmparatorluğu, çöküş evresine girmiş, yıkılmaya yüz tutmuş, içeriden ve dışarıdan darbeler almaktadır. Yalnızca Osmanlı da değil, diğer bütün klasik siyasî sistemler sarsılmaktadır. Akif ve çağdaşlarının lisanından söylersek “Saltanat-ı Siyasiye ve Saltanat-ı Diniye” çürümüştür, yıkılmalıdır. Zira hem devlet yönetiminde hem de bürokrasi ve ilmiye sınıfında, babadan oğla geçen İslâm dışı bir hiyerarşi ve miras yedilik, alıp başını gitmiştir. Beşikte iken sultan ve ulema ilan edilmek modası yaygınlaşmıştır. Doğuda ve batıdaki bütün totaliter siyasî yapılar içerisinde yaşayan namuslu, dürüst ve hakiki münevverler, sonunda kendilerini Yeni Dünya’da ifade edecek “Muasır” formülasyonlar aramaktadır.

 

“Meşrutiyet, cumhuriyet, hürriyet, adalet, müsavat” kavramlarına dönemin mütefekkirleri aşkla bağlanmışlardır. Neticede Avusturya- Macaristan İmparatorluğundan, Büyük Britanya’ya, oradan Japon İmparatorluğuna kadar dünyanın her yerindeki feodal yapılar, kendilerine siyaseten yeni kan sağlayan bu fikirler karşısında kayıtsız, hesapsız, habersiz kalamadılar. Her biri bir çeşit yenilenme ve değişimi yaşama sürecine girdi. Kendi adımıza düşünecek olursak, daha yakın tarihlerde, adını Çekoslovakya yahut Yugoslavya olarak bildiğimiz ülkelerin dağılması neticesinde, ortaya çıkan yeni durum, bizi hayli şaşırtmış olmalı. Mesela Çekoslovakya’dan bir Çek bir de Slovak Cumhuriyeti üreyeceğini kırk yıl geçse akıl edemezdik. Keza Yugoslavya denen ülkenin bunca farklı insan grubunu bünyesinde taşıdığını dışarıdan bakarak kaçımız görebilirdik?

 

Hadise şudur ki büyük devlet bünyeleri, ana gövdeler parçalanınca, insanlar artık bir basamak aşağıdaki kimliklerini hatırlayarak, hiç olmazsa bu kimlik altında bir beraberlik kurup, oraya sığınma ihtiyacı duydular. Böylesi bir neticenin Osmanlı toprağındaki görüntüsü bizi Mehmet Akif’in hem kendisi, hem dönemi, hem de çevresi münasebetiyle alakadar etmektedir. Osmanlı, öyle Çekoslovakya v.s. gibi küçük ve tarih sahnesinde pek yeri bulunmayan topluluklara benzemiyordu. Sahiden çok büyümüş, çok unsurlu, çok kültürlü, çok dinli, çok farklı temayüllü insanları bir arada tutmasını bilmişti. İmparatorluk parçalanırken de, insanlar kimi can, kimi din, kimi asabiyet havliyle daha küçük, daha alt kimliklerini hatırlamışlardı. Azınlık unsuru Ermeni, Rum, Süryani, Keldani, Musevileri bir yana bırakalım. Osmanlının her vakit aslî unsuru sayılan Müslümanlar evvela etnik, folklorik kimliklerini hatırlamaya başlamışlardır. O tarihlere kadar hemen hiç kimsenin hatırına gelmeyen Arnavutluk, Kürtlük hatta Türklük kimliği birden hatırlanmaya başlamıştır.

 

1912de Balkan Harbi sırasında Arnavutluk bağımsızlık için ayaklanınca, baba tarafından Arnavut olmasına rağmen, Akif’in şu feryadı, meseleyi en doğru açıklayan belgelerden biri sayılmalıdır:

 

   “Hani, milliyetin İslâm idi… Kavmiyet ne!

   Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyetine.

   “Arnavutluk” ne demek? Var mı şeraitte yeri?

   Küfr olur başka değil, kavmini sürmek ileri,

   Arab’ın Türk’e; Lâz’ın Çerkez’e, yahut Kürd’e;

   Acem’in Çinli’ye rüçhanı mı varmış? Nerde?

   Müslümanlıkta “anâsır” mı olurmuş? Ne gezer!

   Fikr-i kavmiyeti tel’in ediyor Peygamber.”

 

Neticede imparatorluk bakiyesi insanlar kavmiyetleri ile birlikte, daha dar manada tarikat, mezhep, meşrepleri etrafında kümelenmeye başladılar; böyle bir sığınak arayışına girdiler. Akif bu durumu büyük bir tehlike olarak görmüş ve toplumunu uyarmıştı. Ancak yine Akif mevcut toplumsal bünyede bu tehlikeleri üretecek iç sıkıntıların pekâlâ farkındaydı. Maalesef şu kavmiyetçilik fitnesi tek dert değildi. Bunun doğurduğu taassup elbet çok önemli idi. Lakin daha başka asabiyetler de vardı. İnsanlar Allah’ın dini yerine neredeyse artık atalarının dinini yaşamaktaydılar. Din, ana kaynağından, hususiyle de Kur’an’dan kopartılmıştı. Bir takım siyasilerin yazdırdığı akaid ve ilmihal kitapları, imanı, insanlara birer draje halinde yutturmaya çalışırken, ilmihaller sadece ferdî bir Müslümanlık aşısı yapan amellere yer veriyordu. Mesela Cihad ve Tefekkür gibi ibadetler, Tevhid, Adalet, Emr-i bil Maruf ve Nehy-i anil Münker gibi imanın asliyetini oluşturan ilkeler unutulmuştu.

 

Cemiyetin dâhildeki bu bozgunu yanında yeni yeni gürbüzleşmeye başlayan Garp âleminden ve onların tesiriyle konuşan, bir nevi sözcülüklerini yapan güya yerli önderlerden kimileri, İslâm’ı kastederek “Din terakkiye manidir” demekten geri durmuyorlardı.

 

Düşmanın bu tür salvolarına kim karşı duracak, kim cevap verecekti? Devlet artık bunu resmen yapabilecek güçte değildi. Üstelik saltanat belki garbın çıkışlarına cevap vermeye yeltenirdi, lakin halkın kemikleşmiş itikat, hurafe, asabiyet ve bid’atlarına müdahale eder miydi? Aksine bunları destekleyen zaten Saltanat-ı Siyasiye ve Saltanat-ı Diniye’yi ellerinde bulunduranlar değil miydi?

 

Cemil Meriç “şuur, uçurumun kıyısında uyanır” demişti. İlahî hikmet gereği son büyük Müslüman devletin çöküşüne rastlayan dönemde, yükseliş dönemlerinde olmadığı kadar ciddî mütefekkir ve sanatkâr yetişmişti. Hem de Müslümanların yaşadığı coğrafyaların hemen her bölgesinde. Üstelik hepsi de neredeyse birbirini etkilemiş, tetiklemiş ve benzer bir söylemi tekrar edip durmuşlardır. Nasıl ki aynı çağda imparatorlukların çöküşü, siyaseten birbirini tetiklemişse, tıpkı bunun gibi aynı dönemin mütefekkir ve sanatkârları da benzer fikirleri dile getirmişlerdir.

 

Hatırlayacak olursak kendilerine İslâm’ın Yenilikçileri denilen tefekkür ve mücadele adamlarının en başında, en etkin isim olarak Cemalettin Afgani’yi görürüz. Elbet kendisinden daha evvel ve daha sonra da kimi isimler mevcuttur. Ancak doğumu 1838 olduğuna göre, Mehmet Akif’ten otuz beş yaş büyük olan bu zat, dönemi itibariyle en taze, en canlı model olarak karşımızdadır. Hemen bütün Müslüman dünyayı dolaşan, en üst seviyede görüşmeler ve münakaşalar yapan, bazen itibar, bazen de kovulmalara maruz bırakılan çok renkli bir şahsiyettir Afgani. Yayımladığı “Urvet-ül Vüska” mecmuası, adını bir Kur’an ifadesinden almıştır. Manası “Sağlam dayanak”tır. Aforizmalara uğramasına, türlü çilelere maruz bırakılmasına ve onca mahrumiyetine rağmen, yaşadığı asrın düşünen Müslümanlarını en çok etkileyen isim odur. Öyle ki, kendisinden sonra gelen ve bir Kur’an tefsiri kaleme alıp yeni anlayışlar geliştiren, Mısırlı âlim Muhammed Abduh için Akif,  “Afgani’nin en büyük eseri Abduh’tur” diyebilmiştir.

 

Mehmed Akif Safahat adlı şiir külliyatı yanında, Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşat adlı mecmualarda bir hayli makale kaleme almıştır. Hutbeleri, vaazları ve diğer konuşmalarını orada yayımlamıştır. Ayrıca aynı dönemin birçok Müslüman mütefekkirinden de tercümeler yaparak aynı mecmualarda yayımlamıştır. Arapça, Farsça dışında Fransızca’dan da tercümeleri vardır. Hatta Prens Said Halim Paşa’nın Fransızca kaleme aldığı meşhur eseri İslamlaşmak ve İslamda Teşkilatı Siyasiye’yi de bizzat kendisi Türkçeye tercüme etmiştir.

 

Akif’in döneminde karşılıklı etkileşim içerisindeki mütefekkir ve sanatkârların bir kısmını sayacak olursak, kimleri hatırlayabiliriz? Afgani ve Abduh’tan sonra Asrı Saadet yazarı Şibli Numani var. Ferit Vecdi Mısır’da yaşayan Türk kökenli bir mütefekkirdir. Aklın ve ilmin üstünlüğünü savunan bu zat, İslâm düşüncesinin yeniden canlandırılması için mücadele vermiştir. Materyalist felsefe ile de baş edebilecek müktesebatı vardır. Akif onunla bizzat görüşmüş ve makalelerini tercüme etmiştir. Özbek asıllı Rus vatandaşı Abdürreşit İbrahim de bizzat görüştüğü mütefekkir ve mücahitlerden birisidir. Lakabı seyyah-ı şehir olan bu zat, neredeyse tüm doğu dünyasını dolaşmıştır. Japonya’ya kadar düşünce ve mücadelesini götürmüş, insanları etkilemiştir. Kırım-Kafkasya-Kazak-Türkistan Müslümanlarının birliği için çalışmıştır. Japonya’da ciddî Müslümanlık cereyanı uyandırmıştır. Hatta Japon İmparatoru bunun üzerine, Sultan 2. Abdulhamid’e mektup yazarak, kendisinden Japonya’da İslâm’ı öğretecek, anlatacak ilim adamları istemiştir. Gelin görün ki koca Sultan, ülkesinde böyle insanlar bulamamıştır ve gönderememiştir. Abdürreşit İbrahim, ilk defa Kur’anı Türkçe’ye tercümeye yeltenmiş, kendisi başaramamışsa da talebesi Musa Carullah bu görevi yerine getirmiştir. Akif’in Süleymaniye Kürsüsünde adlı uzun manzumesinin gezgin kahramanı işte bu zattır. Akif onunla da ciddî etkileşim içerisindedir. Aralarındaki latife meşhurdur. Abdürreşit Akif’in şiirlerini okuyup etkilenince, “Akif bey, siz bütün İslâm âlemini dolaşıp bunları okumalı anlatmalısınız”, deyince, Akif’in cevabı nüktelidir: “Üstad benim de sizin gibi serseri olmamı mı istiyorsunuz?”Tunuslu Abdilaziz Çaviş de Akif’in kendisinden tercümeler yaptığı kendisine çağdaş bir Müslüman mütefekkirdir. Bu zat “Anglikan Kilisesine Cevap” adlı eseri ile meşhurdur. İslâm’ı batı karşısında savunurken bir yandan da içerideki zaaflara savaş açmıştır. “İman, imal-i fikirledir” diyen O’dur. “Son Peygamberin mucizesi Kur’andır” diyen de O’dur. Daha birçok konuda mesela insan iradesi, kaza, kader, şefaat, medeniyet, kadın, tesettür, içkinin tahribatı konularında paralel düşünmektedirler. Başka isimler sayacak olursak Şam doğumlu Azmzade Refik, Mısırlı Reşit Rıza, Abbas Mahmut el Akkad, Muhammed Ahmed el Gamravi, Muhittin el Hatip, Muhammed Hüseyin Heykel, Muhammed Tevfik Ahmet ve Ezher Şeyhi Meraği vardır. Ayrıca Türk dünyasından Yusuf Akçura, İsmail Gaspıralı, Musa Carullah, İzmirli İsmail Hakkı, Muallim Naci, Ahmet Vefik Paşa, Filibeli Ahmet Hilmi, Babanzade Ahmet Naim, M. Şemsettin Günaltay, Ağaoğlu Ahmet, Ali Ekrem, Mithat Cemal, Said Halim Paşa ve benzerlerini sayılabiliriz. Bu arada Hindistanlı büyük şair ve mütefekkir Muhammed İkbal’i asla unutmamalıyız. Zira Akif ile en yakın ruh akrabalığına sahip kişi bence İkbal’dir.

 

Malumdur ki İmparatorluğun dağılması ile birlikte, “uçurumun kıyısında uyanan şuur” neticesinde, Müslüman dünyada üç fikir cereyanı ağırlıklı olarak dillendirilmekteydi: 1. Türkçülük 2. Garpçılık 3. İslâmcılık. Hemen hemen aynı paralelde mevcudu koruyalım, dinden vazgeçelim, dinin aslına rücu edelim türünden fikirler, memleket münevverlerinin can havliyle ortaya sürdükleri temel görüşlerdir. Akif ve muhiti, İslâmcılık yaftasını benimsemezler. Babanzade Ahmed Naim bu isimlendirmeyi tenkit eder. O halde onların asıl kanaatlerini en iyi ifade eden “Sadrı İslâm’a rücu”  terkibidir diyebiliriz.

 

Mehmed Akif ve onunla çağdaş diğer Müslüman mütefekkir ve sanatkârların temel iddialarını şöyle toparlayabiliriz. Evvela bilinmelidir ki İslâm teceddüde mani değildir. Ancak mevcut Müslümanlık telakki ve yaşantısı böyle bir görüntü sunmaktadır. Zira yanlış şekilde Ehl-i Sünnet olarak isimlendirilmiş mevcut akaid bilgisi ve hal ilmi, İslâm’ın aslından kopartılmıştır. Bu sebepten teceddüde mani görünmektedir. Öyleyse Lafzî Müslümanlıktan Aslî Müslümanlığa dönülmelidir. Bu nasıl mümkün olacaktır? İnsanlar Amentü’lerini yenilemek zorundadırlar. Hususiyle de yükselmekte olan garp âlemi karşısında eski güçlerine kavuşabilmek maksadıyla, saltanat-ı siyasiye ve saltanat-ı diniye’yi terk etmelidirler. O yanlış ehl-i sünnet telakkisinin aşıladığı ferdî Müslümanlık yerine, içtimai Müslümanlık aşısı yapan bir akideye geçmelidirler. Aklı hor görmekten vazgeçip, akıl ile vahiy arasında bir çatışma olmadığını görmelidirler. Zihniyetlerine bulaşmış bid’at ve hurafeleri behemehal ayıklamalıdırlar. Kader, kaza, tevekkül, hayr, şer gibi kavramları Kur’an’a bakarak yeniden tashih etmelidirler. Kulun irade ve ihtiyarı konusundaki mevcut anlayış, Kelam ilmi tarihinde Eş’ari görüş olarak bilinmektedir. İmam Gazali’nin etkisiyle İslâm dünyasında büyük yaygınlık kazanan bu kabul şekli, giderek Cebriyeci bir mantığa dönmüştür. İnsanların bütün irade ve ihtiyarı neredeyse elinden alınmış, kulun kötü fiilleri bile Allah’a atfedilmeye başlanmıştır. Bu da Müslüman dünyayı miskinler tekkesine çevirmiş, zillet içerisinde bırakmıştır.

 

İslâm’ın Yenilikçileri diye anılan mütefekkir, sanatkâr ve mücadele adamları, en ziyade Kur’an’ın şu iki uyarısını hatırlamış ve hatırlatmışlardır: 1. Rad Suresi: 11, mealen: “Bir toplum kendinde olanı değiştirmedikçe Allah onu değiştirmez.” 2. Necm Suresi: 53, mealen: “İnsana kendi kişisel çaba ve gayretinden başkası  (bir karşılık) yoktur.” Anlaşılan oydu ki, aralarında yaşadıkları toplum, asırlardır değiştirilmesi, yenilenmesi, doğrulanması gerekenleri yapmamıştır. Bu sebepten de ana referans kaynağından oldukça uzaklaşmıştır. Çare, ana referans kaynağı sayılan Kur’an ve Sünnet’e yeniden dönmektedir. Selefin ilk yaşayışı ve görüşlerine avdet etmektir. Tefsirde ise menkıbe, efsane ve israiliyatı terk edip akıl ve ilmi esas almak lazımdır. Akif’in çare sadedinde zikrettiği bir iki beytini buraya alıntılayalım:

 

   “Âlemde ziya kalmasa, halk etmelisin halk;

   Ey elleri böğründe yatan şaşkın adam, kalk.”

 

   “Feryâdı bırak, kendine gel, çünkü zaman dar,

   Uğraş ki, telâfi edecek bunca zarar var.”

 

   “İş bitti; sebatın sonu yoktur; deme, yılma;

   Ey milleti merhume, sakın ye’se kapılma!”

 

 

 

Elbette bu ve benzeri iddialar, ahalinin rahatını kaçırmakta, siyasilerin ve özellikle de halk arasındaki kanaat önderlerinin otorite ve nüfuzunu kırmakta gecikmeyecekti. Dinsizlik, mezhepsizlik, sünnet düşmanlığı, farmasonluk, vahhabilik, reformculuk gibi yaptalarla suçlandılar. Bu yakıştırmaları destekleyici rastlantılar da yok değildi. Mesela Garp dünyasında da reform hareketleri başlamıştı. Ortodoks ve Katolik mezheplerinin katı tutumlarını eleştiren protestocu yeni kuşak, İncil’in aslına dönmeyi, kilise ve din adamlarının otoritesini kırmayı amaçlamıştı. Bu benzer tutumlarından ötürü, Müslüman dünyanın yenilikçileri karalanmak isteniyordu. Arabistan’da Muhammed Bin Abdülvahhap’ın hareketi, doğrudan Osmanlı’yı karşı gerçekleştiği için, onun bazı doğru fikirlerini müdafaa edenler de aynı kefeye konularak, Vahhabi damgası yiyorlardı. Hakikatte Akif ve kendisi gibi düşünenlerin çoğu, Abdülvahhap’tan çok daha ileri görüşlü idiler ve olsa olsa Vahhabiler, bunları taklit ediyor denilebilirdi. Ne var ki Osmanlı, kendi içerisinden kendisine karşı kıyama pek alışık olmadığından, bu hareketi Osmanlıcılar, muhafazakârlar öyle büyüttüler ki, bugün bile yeri geldiğinde, arzu ettiklerinde, kimi yenilikçi düşünce sahiplerini aynı şekilde suçlamaktan geri durmamaktadırlar. Bin İngiliz oyunu gibi göstererek, adı geçen fikirleri karalamak, halkın nazarında değerden düşürmek istemektedirler

 

Güneş balçıkla sıvanmıyor. İslâm âleminde vaki bir gerileme ve zillet hayatı ortadadır. Cemiyetin içten çürüdüğü aşikâr bir hadisedir. Garp âlemi karşısındaki mağlubiyet gizlenemez hal almıştır. Üstelik garbın salvolarını savuşturacak kadroları yoktur muhafazakâr ve Osmanlıcı muhitlerin. Bu mevzuda da yine onların imdadına suçladıkları yenilikçiler kavuşmaktadır. Böylesine dehşetli ve trajik hadiselerin yaşandığı, fikirlerin harmanlandığı bir dönem ve çevreyi konuşmaktayız. Ve zaten Akif’i önemli ve değerli kılan da bu kaos vasatındaki sağlam, sahih duruşu değil midir?

 

Akaid ve  ilmihal kitaplarının bahis bile etmediği temel mevzularda Akif’in görüşüne bakınız: “İçtihad ve sa’y (gayret) farzdır.” Gelin görün ki geleneğin güya ehl-i sünnete dayalı kitapları, otuz iki veya elli dört farz gibi tekerlemelerin arasına, ne hikmetse bu farzları dâhil etmemişlerdir. İşte bu tam bir inkılâptır ve Türkçe’de Mehmed Akif’e nasip olmuştur. Akif şöyle yazmaktadır Sebilürreşat’taki bir makalesinde:  “Yeniyi, iyiliğinden, hususiyle lüzumundan dolayı almak, eskiyi de fenalığı sabit olduğu için atmak kimsenin aklına, daha doğrusu işine gelmiyor.” Meseleyi son derece güzel özetlemektedir. Garp âlemi ile paralel gelişme arzusunun açıklamasını da şöyle yapar Akif yine bir makalesinde: “Hakaiki fenniye gibi hakaiki İslâmiyenin de vatanı yoktur.” Bu bakış açısı, Mehmed Akif ve kendisi gibi düşünen diğer Müslüman mütefekkirleri gerçekten batıcı, taklitçi ve reformist olan kimi çağdaşlarından ayıran hassas çizgiyi bize göstermektedir. İslâm’ın cihan şümul ve çağlar üstü nizamını ve temel esprisini ortaya koymaktadır.

 

Hakikat şudur ki Mehmet Akif bütün taassupları, etnik aidiyetleri, mezhepleri, tarikatları, hurafe ve bid’atları, dini ortadan kaldırmaya çalışan reformistleri, memleketi batılılaştırmak isteyen taklitçileri, uydurma ıslahatçı ve Tanzimatçıları aşarak,  İslâm Milleti fikriyatını bize bizim dilimizle hatırlatan sahici bir münevver önderdir. Onun zihniyetini en iyi yansıtan iki örnek okuyarak bitirelim sözü:

 

   “Hayır, hayal ile yoktur benim alış verişim

   İnan ki, her ne demişsem görüp de söylemişim

   Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek

   Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek.

 

Ömrü bu kavga ile geçmiş olan Mehmed Akif, Mısır’daki inziva hayatında rahatsızlanınca biraz daha içe dönük iki yahut üç şiir yazmıştır. Kimileri O’nun bu şiirlerindeki deruni mazmunlara bakarak, sonunda sanki kendisine geleneksel bir meşrebi seçip kurtulduğunu ima ederler. Bunun insaf ve iz’an ile bağdaşır tarafı yoktur. Esasen bu toplumun genetik kodlarında bütün bu ve benzeri görüş sahiplerini ömürlerinin son iki senesinde benzer tavır aldırarak güya kurtarma refleksi vardır. Bunu Ebu Hanife’den Akif’e kadar nicelerine uygulamaya kalkışmışlardır. Şimdi de Akif’in böylesi yanlışlıklara tokat gibi gelmesi gereken cevabını yani ikinci örneğimizi okuyalım:

 

   “Ya açar nazm-ı celilin bakarız yaprağına

   Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına

   İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin

   Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için.”