๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 28 Nisan 2010, 18:04:09



Konu Başlığı: Rüzgâr El Aldı Çınardan
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 28 Nisan 2010, 18:04:09
Rüzgâr El Aldı Çınardan

Mürşid-i kâmiller; uzun ömürlü olması, asırlarca ayakta kalarak, sürüp gelen nesillere sâye salması sebebiyle çınara benzetilmiş eski kültürümüzde. Çınar, yavaş fakat emin adımlarla yol alıp kemâle ulaşmanın, sabrın ve istikametin sembolü. Kalıcılığı biraz da bundan.

Eşcâr-ı bağ hırka-i tecrîde girdiler
Bâd-ı hazan çemende el aldı çenârdan.

[Bahçedeki ağaçlar tecrit hırkasına girdi; (yapraklarını döktü).
Sonbahar rüzgârı çınar (ağacından) el aldı.]

Kanunî devrinin kudretli şairi Bâkî’nin yukarıdaki beytinde “hırka-i tecride girmek” ve “el almak” gibi tasavvufî tabirler kullanılsa da; “Nâm ü nişâne kalmadı fasl-ı bahârdan / Düştü çemende berk-i dıraht i’tibârdan” diye başlayan bu meşhur gazel tasavvufî bir metin değildir. Sonbaharı tasvir eder. Nitekim beyitte bu mevsimde ağaçların yapraklarını döktüğü anlatılmak istenmiş; bu hal, “bir tarikate giren insanların mal, mülk, makam, şöhret.. gibi dünyalıkları terk edip maddeden arınması veya uzlete çekilmesi” demek olan “tecrit hırkasına bürünme”ye benzetilmiştir.

Sonbaharda esen rüzgârın çınar ağacının yapraklarını dökmesi ise, çınar yapraklarının parmakları açılmış bir insan eline benzemesi sebebiyle, “çınardan el almak” şeklinde verilmiş, fakat bu arada “el alma”nın tasavvuftaki manâsı da ihsas edilmiştir. El almak, “bir mürşide bağlanmak” yahut “intisap edilen bir şeyhten hilâfet yetkisi almak” manalarına gelir.

Münhasıran tasavvufî bir meseleyi mevzu etmediği için bu ve benzeri metinleri veya daha geniş planda hayatın bütününü, çokça yapıldığı gibi, dinin yahut tasavvufun içinde olan / olmayan diye ayırmak doğru değildir. Bu tasnif, modernizmin getirdiği bir dimağ hastalığıdır. Bir şeyin hususen tasavvufla alâkalı olmaması, o şeyin bütünüyle din ve tasavvufun dışında düşünülmesini gerektirmez. Kaldı ki bizim eski kültür ve medeniyetimizin bütün unsurlarında belirleyici faktör tasavvuftur.

Bu beyitte de “benzetmelik” olarak kullanılan “tasavvuf”un asıl anlatılmak istenen “sonbahar”dan daha iyi bilindiği peşin kabûlü vardır. Şairin öyle bir kastı olmasa dahi, belki sevk-i tabii ile sarf ettiği sözlerden hareketle, zihin koordinatlarımızı belirleyen ve bugün unuttuğumuz bazı kavramları, böyle metinlerde de yeniden keşfetmek mümkündür.

Kısaca, bir metnin tasavvufî olmaması, onun tasavvufla hiç irtibatının bulunmadığı manasına gelmemektedir. Sonbahardaki bazı tabii hadiseleri anlatmak için nazmedilen bu beytin arka planında da tasavvufun bugün az bilinen bir kısım incelikleri saklıdır. Biz bunlardan “çınar”la remz edilen  “mürşid” yahut “şeyh” tasavvuru üzerinde duralım istiyoruz.

Beyitte “el verdiğine” veya kendisinden “el alındığına” göre “çınar” bir “mürşid-i kamil” olarak düşünülmüştür. Çınarla mürşid-i kâmil münasebetini sadece “el şeklindeki yapraklara” bağlamak Divan şiirini hafife almak olur. Elbette bundan çok daha fazlası vardır.

İrtihallerinden sonra da manen yaşamaya devam ederek gönüller yapan mürşid-i kâmiller; uzun ömürlü olması, asırlarca ayakta kalarak, sürüp gelen nesillere sâye salması sebebiyle çınara benzetilmiş eski kültürümüzde. Çınar, yavaş fakat emin adımlarla yol alıp kemâle ulaşmanın, sabrın ve istikametin de sembolü. Kalıcılığı biraz da bundan.

Osmanlı geleneğinde cami avlularına çınar dikilmesi, gölgesinden istifade kadar, bu ağacın yıldırımları çekme hususiyetinden faydalanıp yapıyı korumaya matuf bir tedbir. Şiirlerde “aşk ateşiyle içi kavrulmuş âşıkların” mazmunu olarak, daha çok yıldırım ateşine uğramış, içi yanmış, kabuktan ibaret böyle çınarlardan çokça söz edilir. Tıpkı devasa bir ney gibi. Ancak ney’den bir farkı var ki ses çıkarmıyor, şikayet etmiyor. Bu haliyle çınarlar rıza makamına ve fenâfillâh mertebesine erişmiş Allah âşığı mürşitlere benzetiliyor.

İnsanı ruhen ve bedenen teskin ederek dinlendiren, kalbe huzur veren çınar gölgesinin, başka herhangi bir ağacınkine nisbetle birkaç derece daha serin olduğu belirlenmiş ilim adamlarınca. Çınarın, yapraklarından salgıladığı bir öz su yardımıyla gölgesinde zararlı ot bitirmediği ise başka bir ilmî tesbit. Bunları bilmeseler bile, bir mürşid-i kâmilin sohbet halkasında buldukları zevk ve emniyeti kısmen çınar gölgesinde yaşadıkları, zararlı otların burada olduğu gibi dergâhlarda da uzun süre barınamadıklarını gördükleri için olmalı, çınarlar mürşitleri hatırlatmış eskilere.

Fakat çınarın en mühim vasfı mutlaka temiz bir kaynak suyuyla var olabilmesi. Dikildiği yerde olmasa dahi, yakınlardan bir yerden geçiyorsa eğer, çınarın kökü gidip o suyu buluyor ve oraya bağlanıyor. Kaynağa kökten bağlanmamışsa, dışardan sulamakla iflah olmuyor çınar. Yani bir yerde çınar varsa, derinliklerinde onu kökten besleyen tertemiz bir kaynak suyu da var demektir.

“Su” ise anasır-ı erbaadan ve Efendimiz s.a.v.’e işaret. Toprağın Hz. Adem’e, ateşin Hz. İbrahim’e, havanın Hz. İsa’ya alem olduğu gibi. Fuzûlî’nin meşhur na’ti bunun için “Su Kasidesi”dir. Mürşîd-i kâmil olan ya sulben ya manen Hz. Peygamber s.a.v.’e bağlıdır. O’nun getirdikleri, O’nun ikrâm ettikleriyle beslenir ve var olabilirler ancak. Bu yüzden mürşid-i kâmiller aynı zamanda birer “seyyid”dir.
Bâkî, herkesin malûmu diye bütün bunları sayıp dökmeden çınarın bir mürşit olduğuna ima ile yetinmiş. Birgün çınarı “herhangi bir ağaç” sanmak gibi bir nasipsizliğe düçar olabileceğimizi hesap edememiş.