๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Nursima üzerinde 29 Eylül 2011, 19:40:39



Konu Başlığı: Ruh,Melek,Seytan Ve Cinlerin Varligi
Gönderen: Nursima üzerinde 29 Eylül 2011, 19:40:39
 
RUH, MELEK, ŞEYTAN VE CİNLERİN VARLIĞI


1. Bu mahlûkların varlığı, Kur’ân-ı Kerim’in ve Efendimiz’in (sav) beyanlarıyla sabittir:

Kur'ân-ı Kerim'in Allah kelâmı olduğunu isbât eden bütün deliller ve Efendimiz (sav)'in peygamberliğini tasdik eden bütün hüccetler, aynı zamanda ruh, cin, melek ve şeytanın varlığı hakkında da delil ve bürhandırlar. Onları inkâr edemeyen, bunları da inkâr edemez. Zirâ bu mevzûlar, hem Kur'ân-ı Kerim'de, hem de Efendimiz (sav)'in mübârek sözlerinde çeşitli vesilelerle ele alınıp incelenmiş ve varlıkları bizzat onlar tarafından tasdik edilmiştir. Evet ruh, melek ve cin mes’elesi, işte böyle muhkem ve sağlam delillerle te'yid edilmektedir.
Melek ve cinlerle, cinlerin başı Şeytan'ın varlığıyla alâkalı başka hiç bir delil olmasa bile, çok mevzûda olduğu gibi bu mes'elede de Kâinatın Efendisi (sav) ve Kur'ân, delil olarak yeter. Zirâ, ondört asırdır, ne Kur'ân'ın, ne Resûlullah (sav)'ın tek bir sözü yalanlanmadığı gibi, aksi de ortaya konamamıştır. İlim adına sabit ve değişmez kabul edilen ne kadar kanun bulunmuş, ne kadar keşif yapılmışsa, hemen hepsinin fezleke ve aslının Kur'ân'da bulunup, ondört asır önce haber verildiğini görüyoruz. O halde, melek ve cinin varlığı, bizim varlığımız gibi kesin, Kur'ân ve Efendimiz (sav)'in doğruluğunun kat'iyyeti kadar da kat’îdir. İnanmayıp inkâra sapanlar, ancak kibir, gurur, inat, peşin fikir ve Kur'ân'a, İslâm'a düşmanlıklarından dolayı bu garip ve anlaşılmaz duruma düşmektedirler.
2. Bu varlıkları görmememiz, yokluklarına delâlet etmez:
İnsanın görmesi, umûm varlığa nisbetle çok sınırlıdır. Dolayısıyla insan, görmediğine “yoktur” deyip geçemez. Nice şeyler var ki, varlığını bildiğimiz halde onları göremiyoruz. Görmemek, yokluğa sebep teşkil etmez. Dün meçhulümüz olan birçok mes'ele, bugün artık malûmumuz olmuştur. Fakat bildiklerimiz, birçok bilmediğimize kapı açmış olduğundan, biz yine bilinmeyenlere yelken açmak mecburiyetindeyiz. Mevzûmuzla alâkalı varlık için de aynı şeyleri düşünmemizde hiç bir mâni yoktur...
3. Bu varlıklar, bizim görgü, bilgi ve müşahede buudlarımızda değildir:
Ruh, melek, cin ve şeytan, bizim buudlarımızda değildir ki görebilelim. Biz, bizde mevcut organlarla ancak kendi buudumuza girenleri görür ve duyarız. Nitekim, ölçü birimleri dahi varlığın husûsi durumuna göre değişmektedir. Mesafe, ağırlık ve yoğunluğun ölçü birimleri hep farklı farklıdır. Ateşin hararet derecesini, onun içine elini sokmadan, ya da hararet ölçme aleti kullanmadan öğrenmeye çalışanın durumuyla, fizikötesi ve maddî olmayan varlıkları maddî vasıtalarla görüp tutmaya, tutup tesbit etmeye çalışmak biribirine benzetilebilir. İkisi de, hedefe varmada yanlış yol ta'kip etmektedir.
4. Küçük kâinat olan insanda ruh, büyük kâinatda melek gibidir:
Kâinatta hâkim olan ma'nâ ve ruhtur, madde değil.. ve yine, ilk yaratılan da madde değil, anti-maddedir. Evvelâ nur, ruh ve madde için kalıp olabilecek mahiyetler var edilmiştir. Bu, en küçüğünden en büyüğüne kadar bütün varlık için böyledir.. ve varlık, daha sonra belli bir zaman içinde o kalıplara göre şekillenmiştir.
Varlıkta bir kader, matematik ölçü, plân ve program hâkimdir. Kanunlar ve değişmeden devam edegelen prensipler sayesinde ve bu prensiplerin hükmü altında, herşey görülüp-gözetilerek, muhafaza edilerek cereyan etmektedir. Bu arada, görünen şeyin arkasında bir kısım görünmeyen kuvvetler sezilmektedir.
Meselâ, eğer dilinden anlasaydık ve dilimizden anlasaydı -belki de anlıyordur- bir çekirdeğe: “Sen ne olmak istiyorsun?” diye sorduğumuzda , “ağaç” diyecek ve neticede ağaç olacaktır. Ne mevsimlerin değişmesi, ne üzerinden çeşitli devrelerin geçmesi, ne de bulunduğu yerden başka bir yere nakledilmesi, onu bu sözünde yalancı çıkarmayacaktır. Çünkü onun ağaç olması, bir kanundur. Şimdi bizler, bu çekirdekteki ağaç olma kanununu izah edebiliyor muyuz? Hayır. Öyleyse, inkâr mı edeceğiz? Elbette ki hayır.
Gözle görülmeyecek letâfette bir yapıya sahip olan rüzgâr ve kasırga, ağaçları kökleyip savuracak ve çatıları uçuracak güç ve kuvvete sahiptir. Şimdi bizler, her yıl yüzlercesine şahit olduğumuz bu vak'alardan sonra, rüzgârdaki güç ve kuvveti, sırf görmediğimizden ötürü inkâr mı edeceğiz?
Elektrik, belli bir sisteme bağlandıktan sonra, düğmeye basan kim olursa olsun, koca bir fabrikayı, dev gibi makinaları çalıştırır da, biz ondaki bu potansiyel gücü ancak eserinden anlarız. Oysa ki, ondaki bu gücü, şimdiye kadar kimse görmüş değildir. Fakat, görmediğini inkâr eden safderunlardan başka, ondaki bu gücü inkâr eden de çıkmamıştır.
Zerrelerden kürrelere kadar mevcudiyeti herkesçe kabul edilen itme çekme kanunu da böyledir. Bu kanun sayesindedir ki, kâinattaki nizam ve âhenk devam etmektedir. Şimdi, neticesini gördüğümüz, fakat bir türlü kendisini müşahede edemediğimiz bu kanunu inkâr mı edeceğiz?
Misâlleri çoğaltmak mümkündür. Fakat neticede varlık ve hadiselerin bize diyecekleri şudur:
“Arkadaş! Sen bize takıldın kaldın. Biz sadece tenteneli bir perdeyiz.. ve bize verilen emirleri yerine getiririz. Bizim üstümüzde de bir kısım nezaretciler var; onların adları da, ruh ve melektir. Siz, kendi âleminize sarkmış dallar olarak bizi görüyorsunuz; ancak, esas vücud ve kuvvet, ruha ve meleğe aittir, onlarda görülen de Hakk'a. Evet, unutmayın ki, küçük bir kâinat olan insana ruh nezaret eder, büyük bir insan olan kâinata da melekler!..”
5. Bütün kâinat, hayat ve şuur sahibi varlıklar için hazırlanmıştır:
Hayat maddeye değil, madde hayata hizmet etmektedir. Topraktan havaya, ondan güneşe ve rüzgâra, derken kâinatta cârî bütün kanunlara ve bu kanun ve nizamlarla temin edilen âhenk ve düzene kadar ne varsa hepsini teker teker ve topluca tetkik ettiğimizde görürüz ki, bütün bunlar, yeryüzünde canlıların, bilhassa şuur sahibi varlıkların yaşamasına zemin hazırlamak içindir. Kâinatta israf yoktur. Eğer hayatla neticelenmeseydi, bütün bu masrafların abes ve israf kabûl edilmesi gerekirdi. Çünkü, hayat olmayınca hiçbir varlık ve varlığa ait hususiyetin de ma'nâsı kalmayacaktır. Hayat olup, şuur bulunmasa, o zaman da herşey renksiz ve karanlık olacaktır. Öyleyse bütün kâinat, hem hayat, hem de şuur sahibi varlıklar için hazırlanmıştır. Ve yine madem şu dünya, bu kadar küçüklüğüyle beraber, bunca şuur ve hayat sahipleriyle doludur; dünyamızdan binlerce defa daha büyük olan şu yıldızlar da, elbette kendi şartları içinde şuurlu hayat sahibi varlıklarla dolu olacaklardır. İşte o varlıklar da melekler, cinler ve rûhânîlerdir.
6. Hayat, maddeye bağlı değildir:
Eğer hayat maddeye bağlı olsaydı, bir fil ve gergedanın pireden daha hızlı ve serî, daha hassas ve daha duyarlı olması icabederdi. Hattâ, en ince hislerle en keskin duyguların sinekte değil de, bir dağda bulunması gerekirdi. Everestler yerinde dururken, bir kuş, dünyayı küçük bir bahçesi haline getiremezdi. Demek madde, sabit ve pasif; buna karşılık, ma'nâ, ruh ve hayat ise faal ve aktiftir. Hayat, iç ve öz; madde ise kışır ve kabuktur. Başka değil, madde, ancak hayata hizmetkârdır. O halde esas olan, görülenler değil, aksine görülmeyenlerdir...
7. Kâinatta cereyan eden hadiseleri hayâlî kanunlara veremeyiz:

Farazî ve itibârî bir çekim kanunu, dev gibi mücessem küreleri sırtına alamaz. Binlerce şey üzerinde imzası bulunan dimağa ait vazifeler, beynin o müdhiş fonksiyonları gözardı edilerek, görünürdeki sebep olan kimyevî reaksiyonlara verilemez. Öyleyse, kanunları ellerinde tutan meleklerin ve beyne kumanda eden ruhun varlığını kabule mecburuz. Melek ve ruh dururken, bütün bunları hayalî kanunlara ve çözülüp giden maddeye vermek, makul bir izah değildir.
8. Melek, cin ve rûhî mes’elelere izah getiren yığınla hâdise vardır:
Dünya canlılarla dolu, her canlı ise, kendi hayat şartlarına münasip cihazlarla donatılmış durumdadır. Karada yaşayanlar, denizde yaşayanlar, kısaca bütün canlılar, kendi âlemlerine uygun organizmalara sahiptirler. Bu canlıların, içlerinde bulundukları şartların dışına sıçrayıp da başka bir âleme intikalleri mümkün değildir. İnsan ne kadar üstün cihazlarla bezenmiş olursa olsun, iğne kadar bir balığın hayatını yaşayamaz. Ancak belli cihazları taklit edip kullanmak sûretiyle, geçici olarak onların âlemini ziyaret edebilir.
Etrafımız, binler çeşitte yaratıklarla sarılı.. buzullarda yaşayanlar, çölde hayat sürenler, oksijenini havadan alanlar, sudan temin edenler, topraktan biten şeyleri yiyenler, bizzat toprağı yiyerek geçinenler, sürünerek yürüyenler, gök kubbede kanat çırpıp pervaz edenler veya suda yüzenler; daha neler ve neler!..
Evet, şu küçücük dünyada, diğer sistemlere nisbetle nokta bile olamayacak kadar şu küçük yerkürede binlerce çeşit hayat ve yaşama şekilleri mevcuttur. Yeryüzünde vaziyet böyle iken, acaba dünyadan çok daha büyük yıldızların, sistemlerin, güneş ve gezegenlerin, oralardaki şartlara uygun canlı ve şuurlu sakinleri yok mudur? Bir çırpıda verilecek “hayır” cevabı elbetteki yanıltıcı olur. Çünkü henüz insanlık, oralara ait şartların içine girip de araştırmada bulunmuş değildir. Okyanusların içine girip de, oradaki canlıları görmemekten gelen bir inkârla, başka dünyalarda olabilecek canlıları inkâr etmek arasında fark yoktur. Denizde boğulmadan yaşayan canlılar olduğu gibi, ateşte yanmayan canlılar da olabilir. Ve öyle bir canlı için en güzel mesken de, herhalde dünya değil, güneş ve güneş gibi yıldızlar olacaktır. Kaldı ki, dünyada bile rûhî güç ve istidadlarından dolayı ateşin yakamadığı nice insanlar vardır. Dolayısıyla, hayat şartlarını sadece kendi dünyamıza kıyas edip, diğer yıldızları şuur sahibi canlılardan hâlî ve boş kabûl etmek, hiç de doğru değildir.
Bir kimyacı ile konuşsanız, bir fizikçi, astrofizikçi ile sohbet etseniz, bir biyolog, zoolog, jeolog ve arkeologla fikir alış verişinde bulunsanız ve tıp sahasında biraz derinleşseniz veya böyle biriyle görüşseniz, karşınıza ne inanılmaz âlemler, ne inanılmaz hayat şartları ve ne maceralı seyahatlar çıkacaktır.
Bilmediğiniz veya en azından “ayne’l-yakîn”ine eremediğiniz bu gibi mevzûlarda size anlatılanları kabul etmeseniz bile, hemen inkâra da sapmamak, tutulacak en makûl yoldur. Çünkü konuşanlar, kendi sahalarında ihtisas yapmış kimselerdir. Mes'eleyi mevzûmuzla irtibatlandıracak olursak; bizzat yaşamış, görmüş veya görenlerden dinlemiş olarak melekleri anlatan, cinlerin hayat hikayelerini nakleden ve rûhî mes'elelere izah getiren binlerce ve yüzbinlerce o sahanın mütehassısı vardır ve onlardan nakledilen yüzlerce hâdise biliyoruz. Anlatılanlar o kadar çoktur ki, mes'eleye kat’iyyet kesbetmiş nazarıyla bakılabilir. O halde, bu mevzûda anlatılanlara da inanmak veya en azından inkâr etmemek icap etmez mi?
9. Dünyâmızda hayat vardır; diğer yıldızlarda da başka türden bir hayatın olması, her zaman mümkündür:
Mes'eleye bir kıyâs-ı temsîlî ile yaklaşmaya çalışalım: Emsalsiz ve sayısız hazineleri ve eşsiz san’at harikaları bulunan bir sultan düşünün. Bu sultan, saraylardan bir şehir kurmuş ve o muhteşem şehrin bir köşesinde de kulübecik şeklinde küçük bir hane yaptırmıştır. Bu küçücük binada büyük bir faaliyet olduğunu, muhtelif hayat şartlarının mevcudiyetini ve çeşit çeşit yiyeceklerle kapların dolup dolup boşaldığını müşahede ediyoruz. Bir de gözümüzü o muhteşem saraylara çeviriyoruz; fakat ortada kimseyi göremiyoruz. Şimdi bizim bu göremeyişimizi hangi sebebe bağlamak daha uygundur: Göz zaafımıza mı? Sekenelerinin bizden saklanışına mı? Yoksa kimsenin olmayışına mı?
Şu muhteşem şehirde binlerce sarayın boş ve hâlî olup, sadece şu haneciğin binlerce canlıyla dolu oluşunu kabûl ma'nâsına gelen bu son görüş, elbette aklı başında birinin kabûl edebileceği bir görüş değildir. O halde, ya göz za’fımız o sarayların sekenesini görmeğe manîdir; ya da o sekene, bilemediğimiz hikmetlerle bizden gizlenmektedir.
Dünya, misalimizdeki bu hane, kâinat ise o muhteşem şehir; yıldızlar da, o şehirdeki debdebeli saraylar. Şu dünya haneciğinde bunca ışık, renk ve ses cümbüşünü seyreden adam, nasıl olur da o muhteşem ve debdebeli yıldız saraylarını boş ve hâli kabûl edebilir. Hayır, oralarda da hayat vardır ve oraların da şuurlu sekenesi mevcuttur! Bizim onları görmeyişimiz, onların olmamasını gerektirmez. Bu, ya bizim gözümüzdeki zaaftan, ya da onların başka bir buudda saklanışlarındandır.
Esasen biz, yerkürenin kendine de canlı nazarıyla bakıyoruz. Evet, insanın cesedini bir ruh idare ettiği gibi, dünyamızı da nezaret ma’nâsıyla melekler sevk ve idare etmektedir. Bu kaide, bütün gökyüzü cisimleri için de geçerlidir...
10. Dünyâ bahçesinin bülbülleri gibi kâinattaki bütün güzellikleri terennüm eden bülbüller vardır:

Kâinattaki güzellikleri terennüm eden bülbüller vardır. Bu bülbüller, dünya bahçemizin bülbülleri gibi, sema bahçesinin yıldızdan çiçekleri üzerinde şükür ve hamd ma'nâsına gelen terennümlerle şakır dururlar. Bazan cismânî bir varlığı kendilerine mesken yapar ve Kudretin cisimlerde cilvelenişini seyredip kendilerinden geçerler. Bazan da koca bir galaksinin zikirlerini Cenâb-ı Hakk'a takdim ederler. Onlar ebedî kullukdadırlar ve onlar ancak kullukla ayakta durur ve yaşarlar!.. İşte onlar ruhânîlerdir, meleklerdir.. ve onlar, şekillerini kulluktan seçmişlerdir.
11. Melek, cin ve rûhanîlerin mevcudiyetini Peygamberler ve veliler haber vermiş, filozof ve ilim adamları isbat etmiştir:
Ruh, melek ve cin gibi varlıkların bir ferdinin isbatı, bütün nevin isbatı demektir. Bu hususda cüz’, küllü gösterir. Evet, bir veya birkaç insanda böbrek gördükten sonra diğerlerinde görmediğimiz halde, her insanda böbrek olacağı kanaatına varırız.. ve gösterilen bir hayvanla, o cinsin yeryüzünde mevcud olduğuna kanaat getiririz...
Halbuki konumuzu teşkil eden melek, ruh ve cin gibi varlıkların binlercesi, yine binlerce insan tarafından nakledilmiştir. Hayatlarında hiç yalan söylememiş yüz yirmi dörtbin Peygamber ve milyonlarca evliya, aynı adetlere baliğ başka kimseler, binlerce defa melek ve rûhanî görmüş, onlarla görüşmüş.. aralarında geçen muhavereleri, görüşmeleri başkalarına nakletmiş ve bu nakledilen şeyler kayda geçirilerek bize kadar intikal ettirilmiştir. Şimdi, haklarında yalan muhal olan ve yalan üzerine ittifakları mümkün bulunmayan yüzbinlerce, hattâ milyonlarca insanın, muhtelif zaman ve mekânlarda herhangi bir mes’ele hakkındaki ittifaklarında şüphe ve tereddüde yer kalır mı? Ve böyle bir mes'elede tereddüd eden insana acaba insan denilir mi?
Ayrıca, hemen her zaman akıl ayağıyla yürümeyi şiar edinmiş yüzlerce filozof ve ilim adamının bilerek veya duyarak bu mes'eleyi kabullenmiş bulunmaları da, aynı mes’eleyi teyid etmesi bakımından üzerinde durulmaya değer...
12. İnsanın mahiyetindeki iyilik ve kötülük kuvvelerini temsil eden iki kutup vardır: Melek ve şeytan:

Kâinatta her şeyin kendini zıddıyla gösterip, yine zıddıyla hissettirdiğini belirtmiştik. O halde diyebiliriz ki, kâinatta hayırların teşvikcisi ve alkışcısı meleklerin karşısında, bir de şerlerin ve kötülüklerin süsleyicisi ve üfleyicisi şeytanlar vardır ve gereklidir de.
Allah (cc) iyiyi, güzeli, hayrı ve sâlih amelleri seven Mutlak Kemâl ve Cemâl Sahibi'dir. Buna karşılık, yine yaratanı kendisi olmakla birlikte, şerre, kötülüğe asla muhabbet ve rızası yoktur. Kötülüklerin kaynağı, özü, teşvikcisi, süsleyicisi, hayâle vesvese şeklinde sokanı ve irâdesiyle insanı baştan çıkarıp, Alllah (cc)'ın şerleri yaratmasına sebebiyet veren zakkum ruhlu bir varlık vardır ki, o da şeytandır. Şeytan, hiçbir şey yaratmaz, yaratamaz. Hayrın da, şerrin de yaratanı Allah (cc)'tır. Ancak Allah (cc), şerre ve kötülüğe razı olmadığı gibi, kullarına zulmedici de değildir; yani, kulunun elini kolunu bağlayıp, ona cebrî olarak günah işlettirmez. Allah (cc)'ın selim ve salim fıtratta yarattığı insan, şeytanın hile ve süslemelerine kapılıp, irâdesiyle fıtratını bozar ve kötülük işler; Allah (cc)'ın yarattığı şer de, işte insanın işlediği ve bizzat faili olduğu bu şerdir.
Nasıl bütün iyilikler, ahlâkî güzellikler ve faziletlerle serfiraz insana “Melek gibi” deniyor, öyle de yırtıcılıkta sırtlanları utandıran ve her zaman ahlâkın en kötüsüne açık bulunan hain, sinsi fikirli, zulüm ve tahakkümden zevk alan ve bütün kötülüklerde başı çeken insanlara da “şeytan gibi” denir. Bu benzetme neyi ifade etmektedir? Hayâlî bir yakıştırma mıdır sadece? İnsanlar, kendileriyle hayvanlar arasında bile ortak birçok yönler bulmuşlar ve bunlar, deyimler ve mefhumlar halinde halkın terminolojisine girmiştir. Alexis Carrel'in Avrupa insanı için yaptığı “insan..!” formülünün ne olduğunu bir araştırınız! Ve, Söz Sultanı bir zâtın dediği gibi, asrımızda çokları terzinin elbisede yaptığı ters-yüz ameliyesine tâbi tutulsalar, karşımıza çok değişik şekiller çıkacaktır: Tilkiler, tavşanlar.....lar! Öyleyse Kur'ân'ın, behâim sınıfını dahi geride bırakacak, altların altı ve dört ayaklılardan da aşağı sözüm ona-insanlardan bahis açmasından hareketle, derecesine göre her insanda dış âleme ait ma’kes bulmuş bir mahiyet çizgisi, bir değişim noktası bulunabileceğini söyleyebiliriz. Evet insan, mahiyetinde hayvânî karakterlerden çekirdekler taşır. Veya, tersinden söylersek, her bir hayvan nev'i, mahiyet ve ma'nâsıyla, insanın gelişmiş veya gelişmekte olan bir duygu ve kabiliyetinin temsilciliğini ve teşhirciliğini yapmaktadır. Arslan, insanın cesaretini temsil ediyor; cesur insanlara bu sebeple “Arslan gibi” deriz. Kurt, sırtlan ve benzerleri, insanın saldırgan tarafını tutmuş gidiyor; “Canavar ruhlu insan” diyoruz. Uysal ve mütevazi olanlar, koyun ve kuzuya teşbih olunurlar. Yılan denince, akla hemen zehir ve ağır dilliler gelir. Bülbül için kafiyeler düşmede kalemler dilsiz kalır.. ve insanlık âleminin bülbülü ise, Hz. Muhammed Mustafa (sav)'dır.
Atı çok severiz. Atın yurdu, yuvası, evi barkı ve istirahat edeceği bir döşeği yoktur. Dur durak bilmez, yorulmaz ve hedefine varıncaya kadar koşar da koşar.. nihayet “çatladım” der, durur ve kalır orada, meçhul asker gibi. Maddeten uçak ve füzeye binmek, hiçbir nebîye nasip olmamış ama ne gam; küheylanımız, burak misillü rüzgâr olup, Yaratıcısının ismini, sırtında taşıdığı Nebî, Sahabî, sultan ve komutan ve erlerle denizler ötesi dünyalara ulaştırmıştır. Halid (ra)'i, Sa'd'ı (ra), Eyyub (ra)'u, Tarık (ra)'ı, Ukbe (ra)'yi ve nice nice Mehmed (ra)'leri sırtına almış, zemin ve zamana nal vurup, tarih yüklü asümana şeref çakmıştır... Süvarisinde o ruh, küheylanında da o ruh bulunup, iki yüce nev'in temsil ettikleri ma'nâda kontak hasıl olunca denizler kara, ülkeler de köy ve kasaba oluvermiştir.
At, ruhuyla beraber gitti.. şimdi, sirklerde ve hipodromlarda o. Ya süvarisi? Kimbilir, hangi semerler altında! Tekevvünde olanlar var gerçi; zaten bütün ümidimiz de onlar.
Devam edersek, kinde deveyi, inatta keçiyi, kıskanmamakta eti haram kılınan hayvanı, ithal kalıplı kalp bir kâlb ve içiyle dışıyla garplılaşmış kafalar için yarasaları düşünün!. Veya megafon tipe bakıp, yabancı ağızlardan çıkacak her soluğa kulak veren mukallitliğiyle maymunu hatırlayın! Evet, insan ruhunda dalgalanan, kalb ve kafa dünyasında boğuşan, oynaşıp duran binlerce âlî ve denî duygu ve düşüncelerle, aynı tür his ve karakterlerin yanında, bunları temsil eden et-kemik giymiş iyi ve kötü ruhların ortaya koyduğu ahlâkî davranışlar, daima birbiriyle çarpışan iki ana kuvveti karşımıza çıkarmaktadır: İyilik ve kötülük. Ve, daima besleyen, süsleyen, teşvik eden ve temsil ettikleri ma'nâları insanda aksettiren iki kutup: Melek ve şeytan.
İnsan, kâinatın küçük bir fihristidir. Biri ağaç, diğeri çekirdek; birinde olan, diğerinde de var. Kalb, Arş-ı A’zam; beyin, Kürsü; hafıza, Levh-i Mahfuz; sevme-nefret, dâfia-câzibe; öfkelenme, fırtınalar ve dalgalar; neşe ve sevinç, Güneş ve bahar; iç canlanma ve yıkımlar, Kuasar ve kara delikleri, atom ve güneş sistemi; kan damarları, nehir ve ırmaklar.... Öyle de, ilhamlar, ulvî duygular ve iyiliklerle melekler; vesveseler, çirkin hisler ve kötülüklerle şeytan! Yani bunlar, insandaki bu duygu, düşünce ve vesveseleri temsil etmektedirler. Umuma mal olmuş bir teşbih vardır: Melek gibi insan, şeytan gibi adam...


                                     M.F.GULEN


Konu Başlığı: Ynt: Ruh,Melek,Seytan Ve Cinlerin Varligi
Gönderen: ✿ Yağmur ✿ üzerinde 31 Ocak 2014, 20:22:39
SELAMÜNALEYKÜM;
2. Bu varlıkları görmememiz, yokluklarına delâlet etmez:
İnsanın görmesi, umûm varlığa nisbetle çok sınırlıdır. Dolayısıyla insan, görmediğine “yoktur” deyip geçemez. Nice şeyler var ki, varlığını bildiğimiz halde onları göremiyoruz. Görmemek, yokluğa sebep teşkil etmez. Dün meçhulümüz olan birçok mes'ele, bugün artık malûmumuz olmuştur. Fakat bildiklerimiz, birçok bilmediğimize kapı açmış olduğundan, biz yine bilinmeyenlere yelken açmak mecburiyetindeyiz. Mevzûmuzla alâkalı varlık için de aynı şeyleri düşünmemizde hiç bir mâni yoktur...
3. Bu varlıklar, bizim görgü, bilgi ve müşahede buudlarımızda değildir:
Ruh, melek, cin ve şeytan, bizim buudlarımızda değildir ki görebilelim. Biz, bizde mevcut organlarla ancak kendi buudumuza girenleri görür ve duyarız. Nitekim, ölçü birimleri dahi varlığın husûsi durumuna göre değişmektedir. Mesafe, ağırlık ve yoğunluğun ölçü birimleri hep farklı farklıdır. Ateşin hararet derecesini, onun içine elini sokmadan, ya da hararet ölçme aleti kullanmadan öğrenmeye çalışanın durumuyla, fizikötesi ve maddî olmayan varlıkları maddî vasıtalarla görüp tutmaya, tutup tesbit etmeye çalışmak biribirine benzetilebilir. İkisi de, hedefe varmada yanlış yol takip etmektedir.


Konu Başlığı: Ynt: Ruh,Melek,Seytan Ve Cinlerin Varligi
Gönderen: Haktann üzerinde 12 Nisan 2015, 21:05:49
Ve Aleyküm Selam .
Bütün kâinat, hayat ve şuur sahibi varlıklar için hazırlanmıştır .
Paylaşım İçin Allah Razı Olsun .


Konu Başlığı: Ynt: Ruh,Melek,Seytan Ve Cinlerin Varligi
Gönderen: Ceren üzerinde 12 Nisan 2015, 21:08:37
Aleykümselam.Rabbim razı olsun paylaşımdan kardeşim.