๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 21 Haziran 2010, 12:06:03



Konu Başlığı: Ölüm ne ki Baba
Gönderen: Sümeyye üzerinde 21 Haziran 2010, 12:06:03
Ölüm Ne Ki Baba


Enstitünün önünde otobüs beklerken yediğimiz kuru ayazın nar kabuğuna döndürdüğü cildimiz hâlâ sızlıyorBu basık,toprak damlı ve de çoktan tekaüde ayrılmış odanın köşe minderinde buzumuzun çözülmesini bekliyoruz; zihnimizdeki buzların da …

Son ders mantıktı ve her mantık dersinden çıkışta beynimin içi yangın yerine dönerdiSoruyordum kendime: “Bu ders yalnızca kafa karıştırmaya mı yarar?” İnsan aklını proglamlamanın tasarımı gibi geliyordu bana mantıkBu tür bulanıklığın üstüne bir de Kayseri’nin kurumdan dilini her yanınızda utanmazca gezdirdiğini, onun da ardından caddeler ve alanlar boyu demir yığınlarının insanı bîzar eden naralarını,görünüşte insandan daha güçlü,insandan daha hızlı olmanın verdiği şımarıklıkla sağa sola saldırışlarını düşünün… Bütün bunlar “Ahseni takvim” olan insanın onurunu zedeliyor; her ne kadar mantık hocası “İnsan düşünen hayvandır” Sloganını yinelese de … (Yine mantıkta bir ilke vardır: Mucibei külliyenin aksi mucibei cüz’iyedirYani her insan hayvansa bazı hayvanlarda insandırBu ilkeyi hatırlattığınız zaman ‘hayvan’ terimi filelojik anlamından biyolojik anlamına kaydırılıverecektir)

Evet, bütün bu zehirli buz katmanlarını önce abdestle çağşatmak gerekti: Çünkü abdest çakı gibi eyliyor insanı… Ve şimdi bir dostla çözülüyor buzlar

İçliydiÇok düşünürdüSözkonusu içliliği ve haksızlıklar karşısındaki aşırı duyarlılığı onun sınıfta kalmasına yetmiştiNe zaman görsem dalgın ve düşünceli bulurdum onuSorduğuımda düşüncesinin kendisi için olmadığını bir çırpıda anlayıverirdim: Ya gadre uğrayan bir Müslüman, ya da yeryüzünün çeşitli bölgelerinde Allah’a bağlanmanın savaşını veren inanmış gruplardı ona tebessümü haram edenÇocukluğun izleri henüz silinmemiş yaşına bakınca, bu erken gelişen ideal kardeşlik duygusuna gıpta etmemek elde değildi

Böyle de idare edebileceğimizi söylediğim halde yaktığı ayaklarından pas tutmaya başlamış sac soba kayfe gelmişti bizi kıskandırırcasına; tatlı ve oynak sesler çıkarıyorduBir süre çaydanlığın yanı başındaki açıklıktan arsızca dilini çıkaran ateşi izledim, kanlı diliyle çaydanlığın yanağındaki çinkosu kavlamış yarayı iyi etmek için yalıyordu

Kapının açılışı bu tatlı cümbüşü bozduElindekiler yemek hazırlığı yaptığını gösteriyordu ‘ne gerek vardı?’ gibi tekellüflü konuşmaları yersiz buldum, karışmamak daha uygunduKusura bakmamamı söyledi ve oyalanmam için bir dergi uzattı elimeMilitanlığın Müslüman kesimde de kabul gördüğü demlerdiBunun sonucu olarak ortaya çıkan statükonun korsan saydığı dergilerin biri kapanıp biri çıkıyordu Bu da yeni çıkanlardan biriydiDerginin boydan boya simsiyah kapağında kocaman harflerle ‘idam’ yazılıydı

Sözcüklerin de soğuğu, yabancısı, korkuncu, söylendiğinde adamı cin çarpmışa döndüreni vardırİnsan kimi sözcükleri duymaktan kaçınır,şöyle bir çiğretir duyanıBelli bir yoğunluğu üzerinde taşıyan sözcüklerdir bunlar ‘İdam’ da bunlardan biri… 1923 devriminden sonraki uygulamalar nedeniyle bu zavallı terimin Müslümanlara bakacak yüzü kalmamıştır pekÖyle zamamlar olmuştur ki, darağacı ve ip deyince akla ilk gelen beyaz giysiler içinde sallanan bir Müslüman bedeni olmuşturİşin ilginç yanı, bu sözcük, nerede Müslüman varsa,müzmin bir hastalık gibi orada en çok kullanılır olmuştur

Ama gel gör ki,bana hiç de aykırı gelmedi bu soğuk sözcük; öteden beri aşinası olduğumuz bir tanıştı sanki… Gerçekten, nedendi bu? Onunla bu birlikteliğimiz nereden geliyordu? Algılayışımda bir zayıflık mı vardı yoksa? Bir nedeni olmalıydı bunun! Galiba buldum: Müslüman olmak Öyle ya,bizim kadar tanış olan bir kesim daha var mıdır bu kelimeyle?Her birimizin dedesi bu terimin günlük konuşma dilinde ekmek-su gibi sık söylendiği günlerden kalma canlı belgelerdirÇok değil,bir elli yıl geriye döndürelim zamanı ve konuşturalım Dersim’i, Gerede’yi,Bolu’yu, Düzce’yi,Erzurum’u,Konya’yı,Çorum’u … Ah bu yerlerin dili olsa da, “Bize en aşinası olduğun nesnenin ismini söyle!” diye sorsakHiç kuşkusuz alacağımız cevap ‘darağacı’ndan başka bir şey olmayacaktır

Başkalarını bilmiyorum ama,ben çocukluğumda masal yerine bu acıların öyküsünü dinledim dedemdenBenim ilgimi çektiğini görünce bundan keyif duyar,daha bir ayrıntılı anlatırdıHoş,halen de anlatır ya! Hiç unutmam, bir gün yine bu korkunç dramı öykülüyordu dedem:Emir geldiğini; taburların Doğu’a gittiğini;dağlarda ‘isyancılarla’ savaştıklarını; onların askere kurşun sıkmadıklarını, gece olunca onların bulunduğu yöreden sabaha dek ‘Allah’ seslerinin geldiğini; esir düşenlerin,sorgusuz sualsiz, şehrin göbeğinde hazır bekleyen darağaçlarına çekildiğini; bir kezinde tam on sekiz ceset saydığını ve hepsinin de sakallı, başı açık, ayakları yalın olduğunu… Sonunda da eklemeden edemezdi:

“İyi adamlardı,doğru adamlardı!”


Anlatıp bitirdikten sonra çocukluğun verdiği cesaretle şöyle dediğimi hatırlıyorum:

“-Yarın seni de kapısında savaştıklarınla birlikte çıkaracaklar onların önüne,Allah’a vereceğin cevabı hazırla!”

Beni bu düşünceler sararken mütevazi öğrenci sofrası hazırlanmıştı bile …

Gün görmüş alüminyum sininin başına otururken bu sofrayı özgünleştiren bir şeyin yokluğunu fark ettim: Ana elleriyle yapılmış köy çöreğiydi buAyrı bir tad bırakıyordu insanın ağzındaOnun yerinde çarşı francalasını görünce tabi ki sordum ünlü çöreğimizin niçin soframızı teşrif etmediğini “Hiç sorma,” dedi; “anam koymuştu ben geri çıkarttım çantamdan, onları yiyemeyeceğim gibi geldi bana”

Bu sözler de neyin nesiydi, ya söylerken gözlerinin dolu dolu oluvermesi? Dokunsan ağlayacak gibi, boyuna hüzün salgılıyordu yüreği; görünmeyen eller tarafından gam boşaltılıyordu odayaLokmalarımıza dar gelmeye başlamıştı gırtlağımızBir süre dinmesini bekledik bu kan kırmızı sağanağın

“-Evet, yiyemeyeceğim gibi geldi;şunları görüp duyarken nasıl yiyebilirsin ki?”

Gözüyle işaretlediği yer ardına düşüyorduBaşını kaldırdığında gözlerinin neden buğulandığını arkama bakınca anladımGirdiğimden beri nasılsa görememiştim bunlarıDuvar Afganistan Savaşıyla ilgili resimler panosu haline gelmiştiBu durum onu gönlümde daha bir büyüttü,buruk bir gönenci yaşadım

Bu karşılaşmamızdan sonra bir-iki kez daha karşılaştık onunla;bunlar ayaküstü hâl hatır sormalarla geçen birlikteliklerdi

Son birlikteliğimiz hastanede olduYatsı namazının bitiminde haberi işitince doğru hastanenin yolunu tuttumOnu beyaz bir arabanın arka koltuğuna boylu boyunca uzanmış gördüğümde yüzünden belli bir aydınlık şavkıyorduYüz çizgilerinden gülümser olduğunu çıkartabilir miydim?Süveterinin omuz başında yoğunlaşıp beline kadar olan kısmı gurup vakti ufuktan koparılmış bir parça gibi kan kırmızıydıDaha buğusu kesilmemişti,tazeydi anlaşılanBu son karşılaşmamızda konuşmamıştık onunla O başka bir dille şakıyordu şimdiO’na dönüşün çoşkusunu yaşıyor olmalıydıSafa başınaydıNiçin başına olmasındı ki? İnanan bir ömür böyle bir ölümle ölmenin savaşını verir; elde ya eder ya edemezdiSakinleşmek için bir kenara çekildim; güzel ölümlere değil çirkin yaşamlara yanıyordum; kanıyordu yüreğim

Geriden şoke olmuş haliyle geldi,kendini hıçkırıklarıyla birlikte bıraktı üzerimeOnun hem sınıf arkadaşı, hem de dostuydu, teselli etmeye çalıştım dilimin döndüğünceNiceliğini kimseye sormaya fırsat bulamadığım olayı o anlatmaya başlamıştıBirliktelermiş vurulduğundaKonuşması hıçkırıklarıyla kesiliyordu:

“Başı kucağımda, yarasını elimle tutuyordumBir ara gözlerini açtı,ağladığımı fark etmiş olacak ki derinden gelen bir sesle konuştu: “Ağlama, ağlanacak bir ölümle mi ölüyorum ben?” Hastaneye erişemeden ölümsüzler kervanına katıldıSon sözü ‘Allah’ olmuştu

Sahi o ağlanacak bir ölümle mi ölmüştü ?

Ağlanmayacak bir ölüm?

Ya da sevinilecek bir ölüm?

Biz kalktığımızda, yanı başımızda on iki yaşlarında gösteren bir çocuk, hiç ses çıkarmıyordu ama,göz çukurlarından öyle bir yaş iniyordu ki yere; beni de şaşırttıSormadım,soramadım Aynı çocuk aynı durumuyla şehidimizin ruhunu sevindirmek için toplandığımız evde de çıkmıştı karşımızaBir yakını olduğunu sanmıyorum onunDuygulanmamak elde miydi?

***

Okul otobüsünden inmiş, caddede ilerliyordumUsuldan baş gösteren açlığımı caminin bahçesinde bir simit yiyerek yatıştırabilirdimBu niyetle bir simitçi aramaya koyulmuştum ki şadırvan merdivenin başında gördüm onuEvet yanılmamıştım, oydu, o, gözlerin sessizce nasıl ırmak kesildiğini bana gösteren körpe! Yine durgundu

Simit satmıyordu, umut satıyordu…
Bir de gözyaşı…
Ben ikincisini aldım…


ALINTI