๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 21 Kasım 2010, 15:40:22



Konu Başlığı: O nun kliması yok
Gönderen: Sümeyye üzerinde 21 Kasım 2010, 15:40:22
O’nun  Kliması  Yok?!..


Uzun zamandır bir eğitimci nazarıyla, yaşadığım kentin insanlarını gözlüyorum. Öğretmeni, çaycısı, idarecisi, muhasebecisi, müteahhidi, kuru yemişçisi, imamı, kuyumcusu, hekimi vs. Hepsi mutlu görünüyor. Ama değiller. Tek tek mutlu görünen bu insanlarla gündelik hayatın sıradan meseleleri hakkında konuşmanız derinleşip iç çizgileri yavaş yavaş belirginleşmeye başladığında, aslında ne kadar yorgun ve mutsuz olduklarını, anlamını bütünüyle yitirmiş bir hayata nasıl zayıf bağlarla tutunmaya çalıştıklarını görüyorsunuz. Yüzleri gülüyormuş gibi görünsede, o maskenin altındaki gözlerinin, kendi iç dehlizlerinde gizlemeyi bir türlü başaramadıkları derin iniltileri, güvensizlikleri ve gelecek korkusunu nasıl yaydıklarına şahit oluyorsunuz. Aslında çoğunda, ama pek çoğunda mutlaka ciddiye alınması gereken ve girecekleri her türlü mücadelede kendilerini gözden düşürecek derin iç karmaşalarını fark ediyorsunuz. Bu bahtsızlığın ve sürekli artarak ivme kazanan bu mutsuzluğun sebebi, aslî kaynaklarından koparılmış ve hiçbir zaman tamamlanamayacak muhayyile mahsülü bir hayatı yaşama çabasından kaynaklanmaktadır. Bu nedenle insanlar, her an karşılarına çıkabileceğini bekledikleri ve baş edemeyeceklerinden korktukları mutsuzlukları ile birlikte yaşıyorlar.  Zira yaşanılan bu günkü hayatın normları, insan fıtratının bütün hârukulâdeliğini örterek kendi insanına ilham edeceği hiçbir güzellik bırakmamakta, yalnızca âdîleşmiş, kirletilmiş ve bayağılaşmış bir toplumsal oyunun tortularını ve üzüntülerini sunmaktadır. Gerçekten de bir insan’ın, her ânından lezzet alarak güven duyabileceği dünyasının sahte bir iç huzuru üzerine inşa edilmeye çalışılmasındaki başarısızlık, belki de onun, toplumsal kaderinin hep en karanlık alanlarını yokluyor olmasından kaynaklanıyordur. Modern insanın ve özellikle de müslüman’ın, kendisini selamete çıkaracak yolları bilinç altında kapalı tutulunca nâsîbi olacak kurtuluşa ermesi büyük ölçüde zorlaşmaktadır. Aslında hepimiz içimizde ifadesi pek kolay olmayan ve mevcut zamanın içinde halledilmesi oldukça zor sayılabilecek ağır bilinçaltı yükler taşıyoruz. Fakat kültürel yetişme tarzımız, olayları yorumlamada ortaya koyduğumuz açılımlar, toplumsal referansların hayatımıza yansımasından çıkarabildiğimiz bireysel dersler ve buna bağlı olarak yüklendiğimiz sorumluluklar ya da bir yurttaş olarak var olmak iddiamızdaki kuvvetin ölçeği, bu yük’ü farklı renklerde ve ayrı ayrı tonlarda algılamamızı sağlamaktadır. Ancak, bütün bu farklılıklara rağmen, fert fert içinde bulunduğumuz uzun süreli mubalâğalı uykuyu sürdürüp, kendimizi bütün tecrübelerimizle ele almada gecikeceğimiz her an, üstünlük değerini kendi dışımızda, başkalarına bırakmamız demektir. Bir defa şunu çok iyi bilmeliyiz; ilk yaratılıştan bugün’e kadar yaşanan her olay, iç manzaraları ve taşıdığı bütün iddiaları itibariyle, kötünün iyiye ya da iyinin kötüye karşı bir gösterisidir. Dolayısı ile bütün çağlarda insanoğlunun yaşadığı gündelik cereyanların anlaşılabilir hâle gelmesinin tek yolu, bireyin kendi değerini ve toplumunun içinde en doğru şekliyle kendi konumunu fark etmesindeki görüş isabetliliğiyle mümkün olabilmektedir. Eğer toplumun bugünkü fikir ve ruh iffetini kaybettiği şekliyle, Müslümanların da ciddi görülmeye lâyık olmayan zor anlaşılır karakterleri içinde kendimize ait referanslarımızın, tercih noktalarımızın neler olduğunu belirleyebilirsek, neticesi daima kötüye giden bir hayatın iğretiliğinin sebeplerini işte o zaman fark edebileceğiz. Ancak kendi hayatınıza, kendi iddialarınıza ve kendi inançlarınızın bütünlüğüne gerçek ve ebedî anlamlarını kazandıracak olan Muhammedî terbiye ile temas noktalarında problemleriniz varsa, duygularınızı harekete geçirecek hadiseler ne kadar yoğun olurlarsa olsunlar ve kendinizi bu hayatın içinde ne kadar iddialı görüseniz görün, olaylar karşısında sizi duyarlı kılacak bütün reflekslerinizi kaybettiniz demektir. Pek tabiidir ki bu durum, beraberinde çok hazin bir şekilde duygu parçalanmasını da getirir. Böyle bir durumda siz büyük haksızlıklara uğratıldığınızda veya haklarınız gaspedildiğinde ne kadar masum ve ne kadar haklı olduğunuzu düşünürseniz düşünün, gerçekte; hakları elinden alınan değil yalnızca zayıf düşürülmüş kimseler olarak görülürsünüz. Kendi dünyalarında iç rahatlatıcı bir manzarayı görmek isteyip te sık sık hayal kırıklığına uğrayanlar, olaylar karşısında takındıkları tavırlara baksınlar. Zira pek çok şey, böyle zamanlarda gösterilen çabalarla doğrudan ilintilidir. Elle tutulur, görünür hayatlar lâfla elde edilmiyor. Ben burada zaman zaman galeyana gelen içimizin aldatıcı deprenişlerinden bahsetmiyorum, geçici tatminlerden de bahsetmiyorum. Zayıf bireyler olmaktan ve belli unsurların bizi sürekli zayıf tutma eğilimine karşı aşırı bir ihtiyaç olarak neleri elimizde tutmaya çalıştığımızdan bahsediyorum. Bu, sahip olduğunuz bilgilerin yanında size aslî değerlerinizi, mizacınızı, ruhsal kıvamınızı ve en önemlisi size kendinizi kazandıracak ve sizi bütün unsurlarınızla tanımlayacak olan îman rezervinizdir. ”… O Peygamber'e inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nûr'a (Kur'an'a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır.” (Â’raf – 157) Bu mânâdaki kişilik yapısına bakılınca, gücünü içinde taşıyan ama onu korkarak bir sır olarak saklamayan ve îmanını lâf olmaktan çıkarıp büyük bir emel hâline getiren kimseleri görüyoruz. Bu değerlendirmeye uygun düşen kimi sağlam kişiliklerin pek de uzak sayılmayacak bir geçmişin envanterinde hâlâ yaşayan derin ve samimi imanlarının silinmemiş izlerini bulabiliriz. Meselâ  Birinci Dünya savaşında Medine bölgesini müdafaaya memur edilen Fahreddin Paşa’nın öyküsü ilk aklıma gelenlerden.. Tarih okuyanlar bilirler ki, onun arkasında bıraktığı hatıraları bile, bizim bugün yaşadığımızı iddia ettiğimiz ruhsuz hayatlarımızdan çok daha canlı ve çok daha kalıcıdır. Fahreddin Paşa, kendi îmanının karşısına dikilen kabadayıların önünde hayatını iki yüzlü sloganların içinde saklamadı. Onu hep tertemiz duru bir îman’a mahsus mü’mince bir hayatın içinde bulursunuz. Bu yüzden kendilerine karşı asla aldatıcı olmadılar. Allah’a ve Resulüne karşı sevgileri bizim gibi kelimelerden ibaret değildi. Onların sevgisi daima kelimelerin önündeydi. Yâni onu, o îmânı yüreklerinin olması gerektiği yerde taşıyorlardı. Kalplerinin harîminde…  Onlar bu sevgi duruluğu ile hem kahramanlığın, hem de insan olabilme erdeminin şiirini hep taze tuttular. Rasgele, dağınık, başıboş olmayan ve hayatı tam olarak anlayan zekâlarıyla onlar, bizim farkına bile varamadığımız güzellikleri yaşadılar. Fahreddin Paşa’nın Medine müfaasına ait destansı serüvenini bilirsiniz. İngilizlere, Şerif Hüseyin’e ve kendi komutanları arasındaki isyancılara karşı verdiği o akıl almaz mücadeleyi.. Kendisine İstanbul hükümeti tarafından Medine’yi teslim etme emri gönderilince o güne kadar direnen paşa’nın bütün dünyası yıkılır ve bundan son derece müteessir olur. Eğer Medineyi terk edecek olursa, Allah Resûlü küçükken nasıl yetim kalmışsa, amcası Ebu Talib’in vefatında nasıl yalnız düşmüşse sanki yine öyle yapayalnız kalacak diye düşünür. Teslim için İstanbul hükümeti ve Seferi birlikler erkân-ı harbiye reisi Miralay Emin Bey tarafından çok sıkıştırıldığında, Hicaz seferî birliklerini toplayarak onlara çok uzun ve duygu yüklü bir konuşma yapar. Bütün birliklerine, ne bahasına olursa olsun Medineyi terk etmemeleri gerektiğini anlatmaya çalışır. Ne yazık ki komutanların’ın çoğunu ikna edemez. Umutsuzca etrafına, kendisini derin bir hürmetle dinleyen askerlerine bakar, içi tarifsiz hüzünlerle doludur. Daha sonra bir nûr ve ıtır kaynağı hâline gelen Merkad-i Mubarek’e bakarak öylece bekler. Bekler bekler ve sonra, Sancak-ı Şerîf’in altında heyecanla sağ kolunu Peygamberimizin yattıkları yere doğru doğru uzatarak feryadı andıran bir sesle ve askerinin önünde zaptedemediği göz yaşları ile; “ Ya Resûlallah…  Ben seni bırakamam!.. “  der. Allah Resulü’nün türbesini her gün kendi elleriyle âdeta bir gelin duvağını okşar gibi temizleyen Paşa, bu sevginin dışında kalan her şeyi küçümsemeyi bilmiştir. Fahreddin Paşa’nın Allah’a ve Allah Resûlüne olan sevgisi ve bağlılığı ancak içlerinde derin rüyâlar saklayabilen insanların harcıdır.. Onu anlamak da öyle.. Böyle fatihlerin iç zenginliğini, küllenmiş cesaretlerimizle ve sönmüş sevgilerimizle elbette anlayamayız. Aslında hem uzun hem de hüzünlü bir hikâyedir Fahreddin Paşa’nın hikâyesi. Onu teslim olmaya ikna etmeye çalışan subayları bunu başararamazlar. Ve son bir çare olarak onun etrafını önceden plânladıkları gibi sararlar ve yaka paça kucaklayarak oradan uzaklaştırırlar. Hem uzaklaştırırlar hem ağlarlar. Yâni bu tarihî öykü, Resulullah’tan zorla koparılan bir komutan’ın, ağırbaşlı ama azametli ve yüksek bir şerefin sahibi insanın, duygularını kaybetmemiş insanları büyüleyecek çok hazîn bir sevgi ve ayrılık öyküsüdür. Bedevîler, su içerken ürken develerine: “Ne o, suyun içinde Fahreddin’i mi gördün? ” diyerek onun ihtişamını anlatırlardı. Hayatın kötülükleriyle hesaplaşmak, mü’min’in mizacına uygun ve bütün korkuları aşan bir erdem ister. Bizler, her yanımızdan türlü kötülükler tarafından kıstırılmışken böyle bir îmanı anlayabilir miyiz? Yaşamazsak nasıl anlayabiliriz? Bu arı duru Allah ve Resûlü için beslenen sevgi karşısında herkes kendisini gözden geçirmelidir. Her yazarın, yazdıkları içinde bir ölçüde de kendisinden bahsettiğini söylerler. Gerçekten de böyledir. Eğer Rahmetli Necip Fazıl’ı okursanız eserlerinin içinde bir yerlerde onu çok belirgin şekilde ve bütün özgün karakteriyle hazır bulursunuz. Dostoyevski’ yi okuduğunuzda, o muhteşem eserlerinde çok büyük hesaplaşmaların, çok yoğun iç çekişmelerinin bir merkezi olarak hep onu görürsüz; ya Karamazof olarak ya da Raskolnikof olarak Dotoyevski hep oracıktadır. Gustave Flaubert’e, “Madam Bobavary” nin kim olduğunu sorduklarında tebesüm ederek: “O benim” diye cevap verir. Bir gün, bir arkadaşı Balzac’ı ziyaret ettiğinde onu çok üzgün bir hâlde bulur, Balzac ağlayarak arkadaşı’nın boynuna sarılır ve ; “O öldü, artık o yaşamıyor“ der ve hıçkırarak ağlamasını sürdürür. Arkadaşı biraz merak ve biraz da telâş içinde heyecanla sorar: “Kim öldü?” Balzac ünlü romanı’nın o meşhur kahramanının adını sayıklar: “ Eugénie, der. Eugénie öldü.” Bu şu demektir; yaptığınız her hareketinizin ve ortaya koyduğunuz her davranışınızın içinde asla kaçamayacağınız ölçüde siz varsınız. Kendinizi böyle değerlendireceksiniz. Olaylar karşısında Allah’ın kitabında size hitap eden uyarılar, Resulü’nün ve asr-ı saadet insanlarının hayatı bizim hayatımız hâline gelmiyor, duygu ve fikir bakımından bugün’ün kirletilmiş özençlerine yakın duruyorsak eğer, hâlâ kendimizi aldatmayı sürdürüyoruz demektir. Buradaki îman zaafımızdan bahsederken biraz da anlatmaya çalıştığım ve şikâyetçi olduğum aslında kendime ait iç küstahlaşmalarımdır. Fahreddin Paşa’nın yaka paça Allah Resûlü’nün kabrinden uzaklaştırılması sırasında içinde yaşadığı o büyük inkılâb karşısında, sahibi olduğum ve içinde şan taşımayan küçücük değerlerle kendimi nasıl sırça saraylarda gördüğümü fark ederek ne denli utanç duyduğumu anlatamam. Bazen Müslüman kılığında olsak da gerçekte hangi nizama ait olduğumuzu anlamamıza küçücük olaylar yardımcı olabiliyor.  Bu günkü bahtsız ve aldatıcı hayatlardan kurtulabilmek için hepimizin ihtiyaç duyduğu uyarıcı huzur kaynaklarımız mevcuttur. Ancak onları dahî anlayabilmemiz için Allah Resûlü’nü çok iyi anlamamız ve onun terbiyesini en mahrem noktalarımıza kadar yaygınlaştırmamız ve kendi dünyamızda yaşanılır kılmamız gerekecektir. Vahyin öğretisi içinde dikkate değer bir hayata ait bütün incelik ve nezaket noktalarını bulabiliriz.  Rabbimizi ve Onun Resûlünü yeterince sevemezsek bunu başarabilir miyiz? Bunun başkaca yolu yoktur. Çoğumuzun içinde yalnızca kendisinin hayranı olduğu, ancak asr-ı saadet insanlarını çileden çıkaracak ve rûhunda hiçbir saygıyı taşımayan anlayış bozukluklarımız var. Hepimiz, kaçınılmaz bir şekilde kendi hidayetimizden emîn olmadan tehlikeli bir rehavet ve iç hafifliği içinde olup olmadığımızı sınamalıyız. Bu konuda bize yardımcı olup yol gösterebilecek ve önünüzdeki korkuların ne kadar asılsız olduğunu anlatacak, îman alanının en muhteşem belâgat ve ibret örnekleri durmaktadır. Böylesine canlı bir sevgiyi ve tazeliğini hiç kaybetmeyecek bir îman’ı, basit tamahlardan ve gündelik siyasetlerin lekeleyip ikbalin hazzına terkettiği kimseler nasıl fark edebilirler?  “Onlar öyle kimseler ki, Allah anıldığı zaman kalpleri titrer;…. “ (Hac – 35)

Geçtiğimiz günlerde bir çay bahçesinde oldukça yakınımda oturan ve kendilerini de yakından tanıdığım iki kişinin aralarında geçen bir konuşmaya şahid oldum. Sanki önceden yarım kalmış bir meseleyi bitirmek ister gibi çok heyecanlı bir şekilde konuşuyorlardı. Meselenin esasını tam olarak bilemiyorum ama birinci kişi, Hz. Ömer’in Resulullah’ı ziyaret edişinden bahsediyor. Ömer, Allah Resulü’nün yanına gittiğinde onu yanına uzanmış ve o bunaltıcı sıcakta bir hayli terlemiş halde buluyor. Resulullah Hz.Ömer’i görüp kalktığı zaman yüzünde hurma liflerinden yapılmış hasırın çıkardığı derin izleri gören Ömer, bu manzaradan oldukça mütessir olur ve daha sonra Resulullah ile aralarında geçen bazı konuşmalarla bu olay son bulur. Arkadaşının anlattığı bu hadiseyi biraz da tebessümle dinleyen diğer kişi gülerek ve işe biraz da espri katmayı düşünmüş olacak ki; “Yâ, üstelik Hz.Muhammed’in bu sıcakta kliması da yoktu değil mi?” diye cevap verir ve gülüşünü sürdürür.

 Evet, işte günümüzde kendi varlığından, değerinden, seviyesinden, edâsından, seçkinliğinden çok emin olan, ama her türlü fırtınada eğilmeye müsait zayıf ve dönek karakterinin farkına varamayan, başkalarının elinde biçimlendirilmiş o kirli ve utanç dolu hayatı kendi hayatıymış gibi yaşayan lâubalî mü’min kalbin’in Resulullah’ı ele alışındaki üslûp budur. Müslümanlar yeni tufanlar beklemesinler artık, vahyin nidasını duymamaya başladığı gün koptu mü’min’in tufanı..

  Kadri ve kıymeti bilinmeyen bir peygamberden, Allah’ın o yüce nebîsinden, sıradan bir siyasetçiye, sözü dinlenen bir şaire ya da gönül verdiğiniz bir sevgiliye cömertçe gösterilen saygı, sevgi ve muhabbet esirgeniyorsa, bir dönem’in Nazi Almanyası gençliği’nin Faşist Adolf Hitlere gösterdiği derin ve hayranlık uyandıran hürmet hissi Müslümanlar tarafından İslam peygamberine çok görülüyorsa, ondan bahsederken sıradan bir mahalle komşusundan bahseder gibi avamca ve umursamaz bir eda takınılıyorsa “Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir (Tevbe – 128) ve bütün bunların yanında, ruhunda cereyan eden, belki de çağın en büyük ahlakî mücadelesini kaybetmekte olduğunu anlayamıyorsa hâlâ, yaşanılmış bütün bir ömre, taşlaşmış kalplerimize, Kur’an’a bir türlü yaklaşamayan donuk idrakimize, dualar için açılan ellerimize, bütün hayallerimize ve nice zamandır beslenen tüm umutlarımıza yazıklar olsun…

 
Nurettin Özcan