๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 15 Mart 2011, 12:17:02



Konu Başlığı: Niçin ve Nasıl Tövbe Etmeli?
Gönderen: Zehibe üzerinde 15 Mart 2011, 12:17:02
Niçin ve Nasıl Tövbe Etmeli?


Cafer Durmuş

Sözlükte tövbe; “günahtan iyiliğe, isyandan Allah’a itaate, batıldan hakka dönmek ve kötü fiiller işlemekten vazgeçmek” demektir. Kur’ân-ı Kerim’in muhtelif âyetlerinde  tövbe emredilir. Çünkü tabiatı itibarıyla insan hata ve nisyan ile malûldür. Ve işlenen her günah kalbe kara bir leke düşürür.

Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Ey iman edenler, Allah’a samimi bir şekilde (tevbe-i nasûh ile) tövbe edin. Umulur ki Rabbiniz sizin kötülüklerinizi örter. Allah’ın peygamberi ve onunla beraber iman edenleri utandırmayacağı günde, sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar. (O gün) onların nuru, önlerinden ve sağ yanlarından koşar. Derler ki: Rabbimiz, nurumuzu tamamla, bizi bağışla. Doğrusu, senin her şeye gücün yeter.” (Tahrîm, 66/8)

Fıtrî nezafeti korumaları için  her vesileyle mü’minleri tövbe istiğfara teşvik eden Peygamberimiz (s.a.v), âyette geçen nasûh tövbesini Muaz bin Cebel (r.a)’e şöyle tarif etmişlerdir: “Kulun yapmış olduğu günahtan nedamet duyarak Allah’a arz-ı i’tizar etmesidir. Ve sütün memeye tekrar dönmediği gibi o günaha bir daha dönmemesidir.”

Hamdi Yazır merhum; “tövbe makamat-ı imaniyenin evveli, hak yolculuğunun mebdei, vuslat kapısının anahtarıdır” diyor. Ve tevbe-i nasûhu şöyle tarif ediyor: “Yaptığı kabahatin bir faydasını görse bile, onun haddi zatında çirkinliğini duyup tiksinerek vazgeçmektir.”

Hz. Ali (r.a), tövbe ve istiğfar kelimelerini aceleyle söyleyen bir bedevîyi ikaz etmiştir. “Bu sahte bir tövbedir” diyerek sahih bir tövbe için şu altı şarta riâyet etmesi gerektiğini bildirmiştir: Geçmiş günahlara nâdim olman, gaflet ettiğin farzları iade etmen, mezâlimi reddetmen, hasımlarla helalleşmen, tövbe ettiğin günahlara bir daha dönmemeye azm etmen, nefsi masiyette büyüttüğün gibi Allah’a taatte eritmen ve ona masiyetlerin tadını tattırdığın gibi taatın da acısını tattırmandır.

Allah katında makbul olan tövbenin şartları, ayet-i kerimede şöyle açıklanmaktadır: “Allah’ın kabul edeceği tövbe, ancak bilmeden kötülük edip de sonra tez elden tövbe edenlerin tövbesidir. İşte Allah bunların tövbesini kabul eder; Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir. Yoksa kötülükler işleyip de içlerinden birine ölüm gelip çatınca “Ben şimdi tövbe ettim” diyenlerle kafir olarak ölenler için (kabul edilecek) tövbe yoktur. Onlar için acıklı bir azap hazırlanmıştır.” (Nisa, 4/17-18)

Âyet-i kerimede geçen “asâ = umulur ki” kelimesi ile kast edilen mânâ tefsirde şöyle açıklanıyor: “Tövbe ile günahın örtülmesi ve hiç işlenmemiş gibi olması söz konusu olamaz. Dolayısıyla günah işleyenin tam bir masuma müsavi olması mümkün değildir. Herhangi bir kabahat madem ki yapılmışsa, artık o işlenmiştir ve ilm-i ilâhîden silinmesi söz konusu değildir. Ancak o, nasuh bir tövbe ile hayr u hasenat ile kefaretle örtülebilir.

Nitekim ayetin lafzı iyice düşünüldüğünde, “tövbe ederseniz sizi muhakkak affedeceğim ve cennete koyacağım” buyrulmadığı fark edilecektir. Sadece “samimiyetle tövbe ederseniz ola ki Allah sizi affeder ve cennetine koyar” şeklinde ümit verilmektedir.”

Tövbe ve istiğfar, günlük hayatımızın bir lâzımesi ve ibadat u taatımızın mütemmim cüz’üdür. Çünkü hayat, bir bakıma kirlenmelerle arınmalar arasındaki gel-gitlerden oluşmaktadır.

Nasıl ki, günlük meşgaleler arasında kirlendikçe elimizi ve sair uzuvlarımızı yıkayıp arıtıyoruz. Beklenmedik bir necaset üzerimize bulaşırsa, o lekeyi daha da dikkatli temizlemeye ve bir daha o necasete bulaşmamaya gayret ediyoruz…

Bundan âlâsını nazargah-ı ilâhî olan kalbi günah kirlerinden arıtma hususunda göstermek durumundayız. Bu anlamda günlük hayatta meydana gelecek manevî kirlenmelere karşı her gün dilimize vird edindiğimiz dualarımız olabilir. Mesela şu dua cümlesini her zaman okuyabiliriz: “Estağfirullahellezî la ilâhe illâ hüve el hayyul kayyûmu ve etûbu ileyh.”

Peygamberimiz (s.a.v); “Her kim bu dua cümlesiyle yalvarırsa, savaştan kaçmış bile olsa günahları bağışlanır.” (Tirmizi, Deavat, 118.) buyuruyor…

Bundan başka me’sur duaları ve âyetleri belli zamanlarda okumayı alışkanlık edinebiliriz. Bilmeden büyük hatalar içinde düşmüş olabileceğimizi düşünerek belli aralıklarla ciddî muhasebeye girişebiliriz. Hatadan sevaba dönüşlerimizin daima tevbe-i nasûh çerçevesinde olmasına itina edebiliriz. Hazret-i Ali (r.a)’ın beyan ettiği şartları gözeterek ve tövbenin âdâbına riayetle daimî bir yakarış halinde yaşamayı prensip edinebiliriz.

Bu şuurla yapılan tövbeler umulur ki, sahibini Maksûd’una yaklaştırır.

Oku - Düşün

“Biz gökleri yeri ve ikisinin arasındakileri oyun olsun diye yaratmadık. Eğer biz eğlence edinmek isteseydik, onu kendi tarafımızdan edinirdik. (Bu irademizin eseri olurdu. Ama) biz (bunu) yapanlardan değiliz. Bilakis biz, hakkı batılın tepesine bindiririz de, o batılın işini bitirir. Bir de bakarsınız ki, batıl yok olup gitmiştir. (Allah’a) yakıştırdığınız sıfatlardan ötürü yazıklar olsun size!” (Enbiyâ, 21/16-18)

Bu âyetler bize bir kez daha şunu hatırlatıyor ki; “Hayattaki hiçbir sahne prova değildir. Bilakis her an tekrarı olmayan bir imtihan içindeyiz. Karşınıza çıkarılan her durumda, o şartlarda nasıl davranacağınıza bakılmaktadır. Çünkü Cenâb-ı Mevlâ bu kainatı oyun ve eğlence olsun diye yaratmadığını ikaz ediyor.

Burada, “başka âyetlerde dünyanın oyun ve eğlenceden ibaret olduğu buyruluyor, bunu nasıl telif edeceğiz?” sorusu akla gelirse, bunun cevabı şöyle olabilir: “Emanetçisi olduğun emtiaya, sahiden sahip olacağın zannıyla ihtirasla sarılırsan, Allah katında sivri sineğin kanadı kadar değeri olmayan bir oyun ve eğlenceye dalmış olursun. Ve yukarıdaki ikazın muhatabı olursun.”

Âyet-i kerime Rûhu’l-Beyân’da şöyle açıklanıyor: “Biz eğlence edinmeyi murâd etmeyiz. Bizim işimiz hakkı batıla üstün kılmak gibi ciddi şeylerdir. Çünkü ciddiyet üzere olmak, Kur’ân-ı Kerim ve benzeri gerçekler hak cümlesindendir. Eğlence ve küfür gibi şeyler ise batıl cümlesindendir.” Şu halde; dünyanın oyun ve eğlence olup olmaması, “kime ve neye göre?” sorusuyla birlikte değerlendirilmelidir.