๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 16 Haziran 2010, 10:08:38



Konu Başlığı: Neyi kaybettigini hatırla
Gönderen: Sümeyye üzerinde 16 Haziran 2010, 10:08:38
Neyi Kaybettigini Hatırla..!

Önce neyi unuttuk acaba? Hayatın bir oyun olmadığını mı? -Körebe, saklambaç, elim sende- Oyunu farklı oynayanı şutlarken hayatımızdan Yoksa yaratılandan ötürü, yaratılanı sevmeyi mi? Vicdanını kaybeden bu devrin vicdanı olmamız gerektiğini mi? Senden gelen O’ndan gelen demeyi mi? Peki ya Alem-i Ervah’ta verdiğimiz söz 39 tilkinin dolaştığı aklımızda mı hala? Hani “Muhakkak ki bütün mü’minler kardeştir” ferman-ı ilahisine gönülden bağlanacaktık ya

Birbirlerinin nasırlarına basmayan mü’minler kardeş şimdi Düşündüklerini değil de, duyulmak istenenleri söyleyenler revaçta Şimdi haşmetli mü’min (!) kardeşim kendini eleştirmeye cüret eden, o haddini bilmez küçük adama, haddini bildirirken o kadar azametli ki?

Ortaçağ karanlığında henüz demokrasi icad edilmeden Hoşgörme katsayısının maksimumunu bünyesinde barındıran Peygamber (sav) kendisini ve dinini aşağılayan ve hakaretlerle dolu şiirler yazan şairi üç defa affetmiştir O eminil mü’mindi Sevgiyi kuşatan peygamberdiŞimdi liberal mi deniyor öylesine? Yani eleştiren sefilin, kirli suratına (!) şamar indirmeyip dinleyene

Önce neyi görmedik acaba? Standart yaşam budalalarını mı? Gökkuşağını bir tek renge boyayanları mı? Hayat yoksullarını mı? Yaşamı sözcüklerde -sloganlarda- boğanları mı? Onlar bizim beyinlerimizi ütülerken, bizi kesip biçip kendi düşünce sistemlerine formatlarken, biz ellerimizde oyalı mendiller “Demokrasi ve İslam” kitapları mı okuyorduk?

Önce neyi duymadık acaba? Demokrasi çığırtkancılarını mı? Cehennem reklamcılarını mı? Herkesi aynı dilde susturanları mı? Onlar bize birer dozluk tabletler halinde hoşgörü sunarken, ruhumuzla bağdaşmayan bir düşünceyi astarı dikenli bir giysi gibi bize geçirmeye çalışıyorlardı bir taraftan Kanıyordu, acıyordu bir yanımız Ama olsun(du), acısın(dı) “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” diyordu sahabe (as)Onlar bize ilim öğretiyorlardı Hoşgörünün “h”sini

Bazı bedbahtların cahil bedevi diye andığı o güzelim insan “Arabın diğer ırklardan takvadan başka üstünlüğü yoktur” demişti 1400 yıl önce -Halbuki O bir Araptı, kutsayabilirdi ırkını, hor görebilirdi diğerlerini- Ve bizim aydınlanma çağının, tescilli çağdaş filozofları Locke değil miydi, “insan” dediğinde sadece “İngiliz”i kasteden Hegel değil miydi, bizi insanlar ve köleler -Avrupa ve Afrika- diye kategorize eden Sahi ortaçağ karanlığı ne kadar aydınlatıyor insanı ve aydınlanma çağı nasıl karartıyor içimizi değil mi?

Zaten Hoşgörü

Hz Yakub’un cübbesini giymemiş miydi önce Sonra Hz Muhammed’in asasını Sonra Fatih’in sarığını Şu ara smokin mi giydi ne? Biraz da Sartre’den kalma makyaj var yüzünde -özgürlük, hürriyet falan- Biz -Doğu mu desem acaba- mumyaladık mı hoşgörüyü? Ya da paranteze mi aldık cümle içinde? İnşALLAH budamışızdır daha gür bitsin diye Ve inşALLAH onların bizden ödünç aldığı hoşgörüyü geri almak için ruhumuzu satmayız

Donkişot’u tiye aldık önce, o iflah olmaz bir meczuptu Peki ya biz ne yaptık? Hayatımızın merkezine neyi oturttuk Zihin terimiz, yürek terimiz ne içindi, kimin için? Belki üstünü çizmek yerine, altını çizseydik bazı şeylerin, sıfırla çarpmadan önce bir dinleseydik Neden hala yaşamın tek bir yeldeğirmenini bile saf dışı edemediğimizi, değil kaleleri, bir tek gönlü bile fethedemediğimizi anlardık ve anlatırdık neden artık kılıçlarımızı yerlerine asıp, ellerimizdeki boşluğu cep telefonlarıyla doldurduğumuzu

Sokrates’i yargılayanlar -şimdi isimleri yok kitaplarda- on dört asır önce insanlık güzelinin “İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de gerçekten iman etmiş sayılmazsınız” diyerek dillendirdiği zamana yetişebilselerdi Belki onlar da bir taş koyacaklardı felsefe sarayına Çünkü önce seveceklerdi yaradan hatırına sonra dinleyeceklerdi, sonra da benimsemeseler bile anlamayı öğreneceklerdi Ve onlar şimdi kendi düşüncelerinden örülmüş kafesler içinde, bir o yana, bir bu yana koşuşturan farelere benzetilmeyeceklerdi hiç Velhasılı kelam bir kaç asır sonra dünyaya gelmiş olsalardı, tarih onları hiçbir zaman tasfiye etmeyecekti


Hayatın tek bir resmi yok

Çeşitli renklerini kullanırsak resim resim

Mutluluk var Çeşit çeşit, renk renk

Yaşamın bir tek resmi yanlış ya da

eksik kalır Ve sadece bir çeşit

yaşamın resmidir


Hayır kimse generalliğe özenmesin Kimse aynı tornadan çıkmış kütükler gibi insanların yaşadığı bir dünya istemesin Kimse Türk standartlarına göre düşünerek aydınlığa doğru giden trende, karanlığa doğru koşmasın Kimse tefekkürü kılıçla fethetmeyi düşünmesin Kimse dogmatik düşünceyi bir şey zannetmesin Ve kimse bazı fikirleri sırf benimse(ye)mediği için reddetmesin, küçük görmesin, yok saymasın ve hatta karşısındakini bu fikirden vazgeçirmek için baskı yapıp, zor kullanmayı aklından bile geçirmesin Yoksa Macbeth gibi yok olup gidersiniz

Bırakın eteklerinde taş olanlar taşlarını döksün Nedir ki hayat zaten farklı şeylerin birbiriyle ilişkisi (bazen uyum, bazen mücadele) Eğer alemde iki şey birbirine eşit olsaydı, iki şey olmazdı -Birbirinin eşiti olmak aynısı olmaktır- Doğru düşünen doğruyu bulur Ve altın eşiği olanın, gümüş eşiği olana ihtiyacı vardır Maksat, iki takım da formalarını giyebilsinler, kendi oyuncularıyla sahaya çıkabilsinler; faulsüz, kartsız ve hatta bazen golsüz berabere 90 dakika oynayabilsinler İki büyük takımdan biri olmayınca ne farkı kalır ötekinin Galatasaraysız Fenerbahçeden; Fenersiz, Cimbomdan

Bazen keyifli bazen hüzünlü tezatların ülkesi değil miydi burası? Ve hep hayal kırıklığı kadar umut, umut kadar hayal kırıklığı, savaş kadar barış, barış kadar savaş, fitne kadar kardeşlik, kardeşlik kadar fitne, yalan kadar gerçek, gerçek kadar yalan Birlikte olmamış mıydı bu ülkede? Onları birbirinden ayırmak anlamsız ve güç değil miydi? Yırtıcı kuşlar olmasa gökyüzünün bir anlamı kalır mıydı? Herşey sadece siyah ve beyaz olsaydı, gri hiç olmasaydı, gökkuşağı tek bir renkten oluşsaydı, mavi sarı birbirine hiç karışmasaydı ve yeşil hiç olmasaydı, Arapça, Latince ve Roma lehçesi birbirine düşman olsaydı, İspanyolca diye bir dil hiç oluşmasaydı Neye benzerdi yaşam taş ve topraktan başka?

Şimdi yurdumda yoğun bakıma muhtaç adamlar, kadınlar, genç kızların düşlerinden alır zorla tüm noktalama işaretlerini ve sadece tırnak işaretini bırakır O tırnak işaretinin içinde de sadece “gibileri oynayan” başkalarının düşünceleri vardır üstelik Halbuki zorbalık kolay olandı, tekzip etmek, sıfırlamak karşımızdakinin bize göre yanlış düşünmesi yeterli biçme sebebiydi Arıyı balını almadan biçer rahatlarsın Yok etmeden önce karşımızdakini günaha bulamamız yeterli -Kedi yavrusunu yemeden önce onu fareye benzetirmiş ya- Önce yerin dibine batırırsın, sonra kırmızı kart Ya da Bizans kralının kızını her türlü tehlikeden korumak için kız kulesine kapattığı efsanedeki gibi Sen de piyonlarını, her türlü zararlı düşünceden tecrit etmek için farklı fikirleri ihbar edersin

Zaten hoşgörü ya da hoşgörüsüzlük Habil’le Kabil’den beri insanların en büyük problemi nedense Öyle ya, iki baş, iki farklı düşünce(düşünmeyi kölelerine bırakıp, sadece hayatı yaşayanları tenzih ederim) İsviçre saati gibi aksamadan çalışan uyum her zaman olmuyor işteSusmalar bile farklı dilde Çözüm yarınların adresine hoşgörü şiirleri postalayan Hz Muhammed’i dinlemekte

Hayır kitap raflarındaki selülöz yığınları anlatamaz hoşgörüyü bana Yakup’un sevdiğinin katilleriyle nasıl yaşadığını yıllarca, hayır anlatamaz bana hoşgören gözleri; Ne hümanistlerin ütopik insan sevgisi, ne kapitalist burjuvanın inceliği, eğitilmişliği Kapının anahtarı ALLAH korkusu, kul utancı, Kur’an ahlakı Hoşgören dünyayı, hoşgörenlerin sırrı burada saklı Urlar ameliyatla alınır, pürüzler tesviye edilir, lekeler deterjan yardımıyla temizlenir ve boşgören yürekleri sadece İslam ahlakı paklayabilir

Bu yüzden bizim hiç gaz odalarımız olmamıştı ve biz hiç kimseyi ormanın içinde kesişen iki yolda, en az ayak izi olanı seçtiği için Sibirya’ya göndermemiştik Çünkü hayat yolunun tüm patikaları kalbimizin üzerinde kesişiyordu Ve biz hiç Stalin olmamıştık Bize unuttuklarımızı hatırlattığı için hiçbir ebabili kanadından vurmamıştık Ve biz esir olmaktan hiç bahtiyar olmamıştık, diktatörlerimizi hiç alkışlamamıştık

Affetmiş ve affedeni sevmiştik En güçlü dönemimizde mecusilerin ateşini hiç söndürmemiştik Biz marşlar söylerken, şiiri hiç susturmamıştıkBiyolojik yaşımız iflas etse bile hoş gören yüreğimiz hiç sıfırı tüketmemişti Diyalog ışığını hiçbir zaman kısa devrelerle devredışı bırakmamıştıkYaşam okulunda en yüksek notu sevgi ve hoşgörü dersinde almıştık Ne yerimizde saymıştık böyle ne de yürüyenlerin yolunu kesmiştik Biz hayatın diyalektiğini 1400 yıl önce bilgece sezmiştik galiba Bu yüzden hiç açık tımarhanede yaşamamıştık Ve alnımız göğe değmişti bir zamanlar

Peki şimdi ne oldu hangi ölü yüz geçti bu cihetlerimizin üzerinden, gözleri taş devrinden kalma, dimdik duran bu düşman ne istedi bizden de, ufkumuzu peynir kurdunun hayat evreni olan bir topak peynir kadar daralttı? Neden en iyi dostumuzla bile konuşurken ellerimiz dizginlerde? Kim bizi insanî zavallılığın kucağında boynunu bükmüş masum bir kedi yavrusu gibi sindirdi? Ve kim akıttırıyor bize bu timsah gözyaşlarını? Şimdi hoşgörü samur kürk olsa kimse giymiyor işi düşmeyince İlkokul çocuklarına okumayı söktükten sonra kurdela takarlar ya hani, hoşgörüyü öyle yakamıza asıp dolaşır olduk Kimler sayesinde? Kim etiketledi hoşgörüyü, üzerine yüksek meblağlar yazıp? Kim bu uzağı görmemizi engelleyen miyoplular? Kim bizi içi boşaltılmış sloganların kürek çektiği, önyargıların ve dogmaların kaptanlık yaptığı bu gemide denize saldı?


Ve şimdi

Batmaya başladı gemimiz, ilk önce bizim için ağzıyla kuş tutanlar kaçtı -Bize canım diyenler- Geride bir biz kaldık, bir de dudaklarını kilitlediğimiz, yüreklerine kocaman bir taş koyup mühürlediğimiz, başağrısı muamelesi yaptığımız, hoşgörümüzü mükafat olarak dağıttığımız diğerleri Bizim gibi düşünmeyen yani Bizi hoşgördüklerimiz kurtardı batmaktan, fazlalıkları -sabit fikirler, horgören gözler, dinlemeyen kulaklar- atmak kaydıyla

Ve onlar bizi bu denli ağırlaştırıp kaçanlar, bir gün dudaklarında kin, savaş meydanlarında ölecekler


Ve artık biz

Yeniden sevginin ve hoşgörünün yolunu duayla aydınlatacağız Gökyüzünün başka başka renklerinin olduğunu -yolu yarılamadan- farkına varacağız Tüm hor düşüncelerimizi ikinci bir emre kadar erteleyeceğiz Hamal olup hoşgörüyü taşıyacağız Ve tüm insanlara bu faydalı virüsü bulaştıracağız Ya da hoşgörümüzü bir muska gibi -giysimize değil- yüreğimize takacağız Hoşgören herkese, yeni icad edilmiş bir cep telefonu gibi sarılacağız Dünyada kişi başına milyonlarca hoşgörü düşüyor diye asparagas haberler yayacağız En makro olayda da, en mikro olayda da, baharda tabiat gibi cömertçe hoşgörümüzü sunacağız Şu pozitivist saplantılardan kurtulacağız Birbirimizin kurdu olmayacağız Onların kurduğu tuzaklardan sıyrılıp, dışarıya ve engin sonsuzluğun ayırdına varacağız Ve hayatı yan anlamlarıyla, mecaz anlamlarıyla, gerçek anlamlarıyla, İslamca hayat gibi yaşatacağız Çünkü buna değer Ve sana da bu yakışır eşrefi mahlukat


“ yalan

Yanar döner sevmeleriniz

Sevgiye sıkılan kurşun bu yarım yamalak

Siz plastik çiçekleri koklayın

Kırışmasın ütülü elleriniz

Vazgeçin bürünmekten çalınmış kederlere

İçinizi örtemiyor maskeleriniz

Düşmeyin gövdenizi nehirlerime

Suları bıçaklıyor çirkinliğiniz”


ALINTI